TÇ - Çok önem verdiğim ve sürekli öğrencilerime de söylediğim, sorduğum hayalleriniz ve ütopyalarınıza gelelim. Aslında kitaplarınızdan çok şey öğrendik, dünyanızın, hayal gücünüzün bir dökümü. Bir de bizim bilmediklerimiz...
FH - Pek bilmediğiniz bir şey kalmadı.
TÇ - Ama mutlaka tasarladığınız bir sürü şey vardır.
FH - Yapacağım şeyler var. Ömrüm yeterse yapmayı düşündüğüm iki şey var. Birincisi Türkçe için yapacağım birkaç şey daha var.
TÇ - Bir dilbilgisi kitabından bahsetmiştiniz.
FH - Evet bir dilbilgisi kitabına başladım. Dilbilgisi, ama kuru bir dilbilgisi kitabı olmamasına çalışacağım. Yoksa piyasada çok fazla dilbilgisi kitabı var zaten. “Türkçe Off” kadar olmasa bile yinede bir söyleşi havası içinde yazmayı düşünüyorum ve asıl burada amaçladığım şey kavramları anlatmak. Bizde dilbilgisi anlatılırken “nesne”nin tanımı arkasından açılımı yapılır. Ama ben “nesne”nin ne olduğunu kavramsal düzlemde açıklamak istiyorum. Bunu yıllardır dilbilgisi anlatan öğretmenlerden bir yakınma olarak duydum.
TÇ - Anlatılanlardan da duymuşsunuzdur. Öğrenciliğim süresince edebiyat dersleriyle, öğretmenliğim boyunca da edebiyat öğretmenleriyle aram çok iyiydi ama dilbilgisi dersini hiç sevmiyordum. Şimdi “Türkçe Off”u okurken sevmeye başladım, bu yaştan sonra. Siz kavramları verirken, öğretirken ikinci göreviniz de bize dilbilgisini sevdirmek olacak. Bu çok önemli.
FH - Dilbilgisi sevilecek bir şeydir. Çünkü yaşamımız gibi. Şunu söylediğim zaman insanlarda o bilginin gülücükle birlikte belli bir yere oturduğunu da fark ediyorum. Yani öğrencilerime anlattığımda ki kitapta da bu üslupta anlatacağım. Diyorum Türkler önem verdikleri şeyleri sona bırakmaya eğilimlidirler. Örneğin en önem verdiğimiz sözü en sona saklarız. Etkili olsun diye. Hatta yemek yerken en sevdiğimiz lokmayı en sona saklarız. İşte bu yüzden Türkçe’de vurgu sondadır, yüklem sondadır. En önem verdiğimiz şeyleri sona bırakmışız. Her dil, aslında o dili kullanan bireylerin karakterini yansıtır. Nasıl ki giyim kuşama bakarak bir insana, “şöyle bir insandır” diyorsak aynı biçimde bizim kullandığımız sözcükler, dilimiz için yaptığımız sözcükler de bizi yansıtır. Dili biz geliştiririz. Geçenlerde bir yerlerde duymuştum. “Çağlayan” sözcüğü öbür dillerin tümünde görsel bir biçimi ifade etmiş, dökülen su anlamına gelen bir ses. Bizde ise kulakla ilgili, o çağıl çağıl, çağ diye bir sözcük, bu sesi çıkaran şey. Türklerin görselden daha çok işitsele önem verdiklerini buradan kalkarak söylemek hiç acayip bir şey olmaz.
TÇ - Aynı şekilde “Barbiana Öğrencilerinden Mektup” isimli kitabı çok severek okumuştum. Hep bahsederim. Pazar günleri Erdal ATABEK Beyin konferans serisine gidiyorum. Orada adı geçti bu kitabın. Aynı şekilde yabancı dil öğretiminde de biz bu Türkçe dilbilgisi dersleri gibi zorlanıyoruz. Ben de İngilizce kursuna gittim. Bu kitapta da yazıyor. Temel gereksinmelere dayanılarak yabancı dilin öğretilmediği, dolayısıyla öğrenciler tarafından tam alımlanmadığı, bu nedenle de yaşama geçirilmediği anlaşılıyor. Doğrudur, bizde de öyle, dilbilgisi öğretilir. Ama sonucunda temel gereksinmelerimizi dillendiremiyoruz.
FH - Ben de Fransızca okudum. Sözcükleri biliyorum ama temel gereksinmelerime dayalı cümle kuramam. Üstelik en verimli çağımda gördüğüm halde.
TÇ - Demek ki yöntem önemli.
FH - Bir de niçin öğrettiğimizi unutuyoruz. En önemli dertlerimizden birinin o olduğunu düşünüyorum. Dilbilgisini düşününce buna varıyorum. Bir şeyler öğretiyoruz. Ama bütün o bilgileri neden verdiğimizi öğretmiyoruz.İlkokul üçüncü sınıfta başlıyor dilbilgisi, belki ikinci sınıfta.
TÇ - Ama doğuştan başlamıyor değil mi? Bu kitapta da öyle yazıyor. Bir insan kendi dilini dilbilgisiyle öğrenmez. Dolayısıyla yabancı dil öğretilirken de belki kendi dilimizin içine doğduğumuzda nasıl bir şekilde öğreniyorsak, temel gereksinmeleri önce söylemeye başlıyorsak, belki yöntemlerde de öyle bir değişiklik yapmak gerekir.
FH - Hatta salt yabancı dil için değil kendi anadili için de öyle. Kompozisyonlar yazdırıyorum biliyorsunuz, ( öğlenleri birlikte yemek yerken konuştuğumuz en önemli konulardan biri) yazılarına hiç bakmıyorum. Yazılarına bakmayacağımı önceden söylüyorum. Çünkü öğretmen yazılara bakarsa daha bir özen gösterilir. Bu arada yazacağı her şeyi kaybeder. Anlamı yitirir. Benim derdim de ayrı mı, bitişik mi, olduğu değil. Orada bakmayacağımı bilerek sınıfta okuyacak. Kendisinin okuyabileceği bir yazı olsun. Yazabileceği şeyleri yazsın istiyorum. Karşısına biçimsel engel çıkarmıyorum. Ve yazabileceği en kolay konular bunlar. Örneğin karşılıklı konuşma, bunu yazın diyorum. Ya da tuvalet kağıtlarına öykü, şiir, roman basılacakmış, ne düşünüyorsunuz, bu konuda. Öyle ürkütücü başlangıç, giriş, gelişme, sonuç değil. Onları istemiyorum. Onlar daha sonra. Türkçe dilbilgisinin öğretilmesiyle ilgili de vurgulamaya çalıştığım şey şu: 3. sınıftan başlıyoruz öğretmeye, çocuk Türkçe’yi biliyor, anadili zaten. Peki, biz ne öğretiyoruz, niye öğretiyoruz? Şundan öğrettiğimizi söylemiyoruz. Bu dili doğuştan biliyorsun, annenden, babandan, evinden öğrendin. Kuralları bunlardır. Bunlara göre konuşursan, yazarsan dili doğru kullanmış olursun. Dilbilgisi öğretiminin amacı dili doğru kullanmaktır. Sık sık yaptığım bir espri vardır. Gecenin ilerleyen saatlerinde hiçbir zaman dolaylı tümleç muhabbeti açılmayacaktır. Yani bu böyle genel kültür olarak “Haydi biraz dolaylı tümleçten bahsedelim” biçiminde ortaya konacak bir bilgi değil. Niye dolaylı tümleç öğreniyorsunuz, o bilgiyi daha sonra konuşmada, yazmada kullanabilesiniz diye. Türkçe’nin çok yaratıcı bir şekilde kullanılması ütopyam. Herkesin hem mükemmel, kusursuz bir Türkçe kullanması hem de onunla rahat yazılacak şeyler üretmesi bir de herkesin söylemek istediği neyse onu net bir biçimde söyleyebilir duruma gelmesi. Ütopyam basit gibi görünüyor ama değil. Çok ciddi.
TÇ - Çok önemli. Siz anlatırken anımsadım. Buraya daha önce Polonya Dışişleri Bakanı gelmişti. YTÜ oditoryumda çok güzel şeyler olur, bende giderim. Sayın Bakan kendi diliyle konuşmuştu. İngilizce konuşmamıştı. Düşündüm, bizden biri gitse Polonya’ya Türkçe mi konuşurdu, İngilizce mi konuşurdu?
FH - Tabii ki İngilizce.
TÇ - Umarım Türkçe’yi konuşacak zamanları bize yaşatacak o insanlar. Türkçe konuşabilelim her yerde. Çeviri de yapılabilsin. İngilizce, Fransızca için çeviri yapılıyor. Görüyoruz haberlerde kulaklıklar takılıyor. Bizim için de, Türkçe için de takılsın. Biz de varız. Türkler de var, Türkçe de var. Tabii bu, kafatascı olma anlamında değil. Kimlikli, kişilikli olma anlamındadır
FH - Ütopyamda Türkiye’de değil sadece, dünyada da Türkçe’nin geçerli hale gelmesi de var. Bunun için de bizim sahip çıkmamız gerekiyor önce. Bir olay anlatmışlardı. Alman başkanı Kohl, Türkiye’de uluslararası bir toplantıya geldiğinde, o toplantının dilinin İngilizce olduğunu görmüş ve kendisi Almanca konuşma yapmak istediğini söylemiş. “Olmaz” demişler. ”Çünkü biz bu toplantıyı İngilizce yapıyoruz.” Kohl’de, “Burada kendi dilimle konuşmayacaksam toplantıya katılmak istemiyorum” demiş ve gitmiş. Şimdi bunun ayıbını düşünün. Türkiye’de uluslararası bir toplantı yapıyorsunuz. Bu İngilizce’ye çevrilebilir ama sunuşlar Türkçe olur. Ama Türkçe’nin T sinin bile olamadığı bir toplantı yapıyorsunuz, bunu protesto eden Alman Başkanı oluyor.
TÇ - Sizin kitabınızda var. Benim yaşantımda da çok vardır, Türkçe cümlenin tam ortasına İngilizce bir sözcük yerleştiriliyor. Bunu da aydınlarımız yapıyor, hani çok bilgili görünmek adına. Türkçe’yi de, İngilizce’yi de mahvediyor bana göre. Cümlenin ortasında “time” ya da “space” sözcükleri yerleştiriliyor. Bunun Türkçe’sini çok rahat söyleyebilirsiniz ve çok rahat da karşınızdaki insan alabilir.
FH - Herhangi bir Türkçe sözcük bulma sıkıntısından kaynaklanmıyor. Doğrudan doğruya bir gösteriş merakından kaynaklanıyor. “Ben İngilizce bilirim” demek istiyor kişi.
TÇ - Ama aslında ikisini de hem Türkçe’yi, hem de İngilizce’yi iyi bilmediğini gösteriyor. Konferanslarda kulaklık taktığına göre.
FH - Evet ikisini de yarım yarım biliyor. Matematiktekinin tersine iki yarım bir bütün etmiyor. Yarım İngilizce, yarım Türkçe bir bütün dil etmiyor ne yazık ki. Yarım İngilizce, yarım Türkçe olarak kalıyor. Bir başka tasarım da; yazmayı düşündüğüm birbirinin devamı olan iki kitap var, roman. Bir de öykü var. Göç öyküleri yazacağım.
|