Beyaz ve beyaza yakın tonlar…
Geçen senelerde bir gün kültür sayfasında, açılan bir fotoğraf sergisinden bahsedildiğini gördüm. Yazı beni oldukça etkilemişti. Çok güzel bir felsefesi vardı, sergilenenlerin hangi niyetle gerçekleştirildiğine dair. Aslında o gün bu sergiye gitmeyi hiç düşünmediğim, planlamadığım halde yazının etkisinde kalıp sergiyi görmeye gitmiş ve hayal kırıklığına uğramıştım. Yazıdan aldığım anlamı, tadı bulamamıştım… Karşı çıkışların, anlam oturtmaların sözcükleriyle görselliğe dökülenler çakışamadı ruhumda, benliğimde… İçlenemeden çıkılan bir sergi oldu sadece, günümü sonlandırırken.
Beyazı severim. Bu bağlamda ilgimi çekmişti sergide duvarları dolduran yaşlı kadınlar… Yaşlı erkekleri anımsamıyorum ama… Neden salt “yaşlı” diye sorgulamıştım sergi boyunca… Çabuk dolaşmanın verdiği hızda kıyafetlerinin rengi ötesinde cinsi üzerinde pek durmamıştım doğrusu… Bu arada sanatçı ile ilgili yazı, doküman ararken etrafta, çıkışta duvara asılan yazı dikkatimi çekti ve bir solukta okumaya çalıştım. Belki hızlı okuma kursuna katılmalıyım. Zamandan daha çok kazanmak için…
Yazıda New York’ ta yaşayan Sayın Pınar YOLAÇAN’ın sergiye dair felsefesi anlatılıyordu. Serginin adı “Faniler” Bu sözcüğü okur okumaz neden yaşlı kadınların seçildiğini anladım… Kavramsal fotoğraf sergisi, Yapı Kredinin alt salonlarını doldurmuş. Hayvan etlerinden giysi ve takılarla donatılmış donuk yüzlerle, gözlerle size bakıyor yaşlanmış kadınlar… Ve yazıda, “öteki” sözcüğü ile “emperyalizm” sözcüğü başrollerde… Bir başkasına, hayvan etlerini fotoğrafa sokmanın, “emperyalizm” ya da “ötek”ini değil, hayvan haklarını anımsatır. Vejetaryanı iter. Ben vejetaryan değilim. Ama etle de aram iyi değildir. Fakat etin kullanımı beni yine de itti… Yıllar öncesi gittiğim fotoğraf sergisinde de böyle iyi bir felsefe, harika bir şekilde sözcüklere dökülmüş ve onlar sadece et fotoğraflarına dönüşmüş, bunu görünce kısa sürede oradan çıkmıştım…
Sanat anlam, biçim ve malzeme değiştiriyor… Malzeme sınır tanımıyor… Çünkü onu kullanan, bu sınırları zorluyor…
Güzeli aramak değil, irite etmek, bir şeyler anlatmak, politikayı ve başka birçok şeyi aynı anda daha bir içe alır oldu sanat.
Kavramın kavranışları, kavratımları, kavramlaştırılması, anlatımları, anlamlandırılmaları kuvvetli olmalı, tutkuyla yansımalı ve dengeyle ve etikle… “Ve”leri çoğaltabiliriz. Sanat, yaratmak, tasarım işin içine girdiğinde…
Sanatta hep bir karşı çıkış – karşı duruş vardır. Ama artık karşı çıkışlar da farklılaştı. Bu bağlamda gezdiğim birçok sergi, sloganı içinde taşırken “etkilemek” sözcüğünü başkalaştırdı. Son yıllarda oldukça gündemde olan “öteki” ve son yüzyılın gündeminde olan ”emperyalizm”, “sömürü” anlatımı ve karşı çıkış biçimleri irite etmeden, itmeden de görsel, sessel alana yansıtılabilir ve içlenmesi sağlanabilir… Kavramın görselleşmesi, sözcüğün tadıyla eşleşebilir hatta daha ötesine taşınabilir… Böylece sergi felsefesinin sözcükleriyle, kullanılan malzemeyle gerçekleştirilen görseller arası bir denge oluşturulur. Savaşa karşı çıkmanın binbir yolu olduğu gibi…
***
Gittiğim ikinci sergi Garanti Galerinin duvarlarını iyice doldurmuş. Daha önce de bu sergiye gitmiş ve özellikle mimari alanda olanlara, okuyanlara önermiştim. İkinci gidişimde filmini de izledim…
Savaş görüntüleri en çok aklımda kalan. Bana “Piyanist” filmindeki sahneleri anımsattı. Ve daha birçok savaş görüntüsünü… Bir de binaların olduğu, inşa edildiği haller gösterildi…
Hep şaşarım boş bir eve gidersiniz, ya da filmlerde görürsünüz… Dehşete kapılırım bu pislik nasıl temizlenecek, nasıl yerleşilecek ve nasıl değişim olacak? Diye… Derken evin yerleşmiş haline şahitlik ederim bir kere daha dehşete kapılırım bu muazzam değişiklik karşısında… İnsan eli değmiş ve her şey bir sihirle yaşam bulmuş. İşte Le Havre kenti de bana böyle bir duygu yarattı. Yıkıntılar arasından kocaman bir kent doğuyor… Her ne kadar “yüksek binalar yok, gökyüzüm kaplanmamış, denizimi görebiliyorum,” deniyorsa da filmde, o kadar da yalın değil yapılanlar…
Filmin bana verdiği izlenim gökyüzü kaplanmış sayılır… Biraz yüreğim daraldı bu kalabalıklığı izlerken. Tabii dünyaca tanınmış bir mimara verilmiş kentin kuruluşu bir o kadar başka mimarlar da var.
Filmden aldığım notlar: “Başka birine benzemeyen modern kent” Bu söz çok hoşuma gitti. Ama gördüklerim bu sözü çok doğrulamıyordu ne yazık ki…
“Düzenlenmiş bir kent” Bu sözler de bana Roma’nın ızgara planını anımsattı. Düzenleme yıllar öncesinden başlamış. Hatta yeni okuduğum bir haberde bilgisayarın yıllar önce bulunduğunu bu aletin hafızasına bazı bilgilerin yerleştirildiği yazılıyor. Özellikle besinlere dair bilgiler… En yaşamsal bilgiler…
Testi de çoktan bulundu. Çanak, çömlekler de… Gereksinmeden dolayı… Şimdi onları farklı tasarımlar bekliyor, her gün yeniden…
“Düzenlemede özgürlük biçiminin var olması…” Özgürlük sözcüğü beni en cezbeden sözcüklerdendir… Birçok kişiyle bazı konularda buluşurum. Ama bu buluşma her konuda, her anlamda olmaz işte orada özgürlüğüm öne çıkar, kişiliğime sahip olur. Film sayesinde kentin sokaklarında dolaşırken hem özgürlük hem de özgünlük aradım durdum, “dikilmiş” pencerelere bakarak…
“Kentte iklimi hissetmek…” Bir içlenecek güzel söz daha… İnsan şapka taktığında, ayakkabı giydiğinde hatta sıkı sıkı giyindiğinde bile iklimi hissetmeli ve iki binanın arsında yürürken de… Sokaklar, caddeler geniş tutulmalı bu yüzden… Atatürk, Samsun inşa edilirken caddelerin ve yaya kaldırımlarının geniş olmasını önermiş. Tabii o yıllar Samsun’da çok az insan olduğundan ve bu kadar trafiğe çıkan araba bulunmadığından bu sözü yerine getirmemişler ne yazık ki… Şimdi neredeyse tüm Samsun yıkılıyor ve caddeler genişletiliyor. Benim okuduğum yılların Samsun’u ile şimdiki Samsun çok değişik. Ama ileriyi gören Atatürk’e o zaman dinlenseydi şimdi bu kadar masraf, müsriflik yapılmaz ülkeyi daha ileriye götürecek şeylere para yatırılırdı. Ve yine İstanbul, örneğin “Habitat” yapılacak diye apar topar kaldırımlar değiştirilmeyip sağlam yapılsaydı arkadan yine değiştirmeye, dünya kadar zaman ve gereksiz para harcanmaz kitaplara, okullara ve sağlığa yönelirdi o para…
Beyoğlu’nun göbeğinde Le Havre kenti anlatıyor ama Beyoğlu’nda bir yeşillik bırakılmamış. Beyoğlu soluk almıyor. Farkında mısınız? Ve Beyoğlu’nda elinizdeki çöpü atacak bir tasarım yok binalara uygun bir şekilde yapılan – koyulan…
“Gökyüzünü algılamak…” Bu sözleri duyduğumda “Gökyüzümü istiyorum.” Yazımı anımsadım. Her şey gökyüzünde… Ve binalar gökyüzümüzü algılamamıza engel teşkil etmeli gerçekten. Bu kentte binalar yanlamasına, diklemesine değil. Bu da bana “Gotik” sanatla “Rönesans”ı anımsattı… Gökyüzüne doğru çıkan ve yanlamasına yayılan mimari anlayış…
“Denizi algılamak…” “Deniz,” bana “soluk” sözcüğünü anımsatır hemen. O yoksa da “boğulma” sözcüğünü… Denize kıyısı olan bir kentte herkesin evi nerede olursa olsun denizi algılamalı. Mimari planlama ona göre yapılmalı ve herkesin soluk alması sağlanmalı.
“Açık şehircilik anlayışı…” Sanırım biz hala içe kapalı kent anlayışıyla yaşıyoruz… Evler kendi içinde iç avluya açılır planıyla yanındaki yapıya değil…
“Binaların üzerinden geçen gemiler…” Bir kent, insana bu hayali kurdurabilmeli, bu düşü sağlayabilmeli…
“Biçim taşıyan malzeme…” Taşın içinden var olan yontuyu çıkartmak usta, yetenek işidir ama malzeme de katkı verir. Bunu da hiç unutmamak gerek…
Kent, bir kompozisyon yeridir. Bir düzenleme alanıdır. Tıpkı kağıda yapılan kompozisyon, tıpkı tuval üzerine yapılan düzenleme gibi… Kullanılacak, kurgulanacak, kompeze edilecek, düzenlenecek alan toprak olmuştur burada… Önemli olan onun soluğunu kesmeden yapmak bu düzenlemeyi, bu yapılanmayı. Planı iyi tasarlamak… Ve bunu ayrıntısına kadar düşünmek, düşlemek…
La Havre’de apartmanlar çok iyi aydınlatılmış, ışık – güneş her yerden girecek şekilde planlanmış. Ve bir konuşmacının söylediği “ayakta dikili pencereleri” var binaların.
Kentin bir başka güzelliği, “kulenin denizden fener gibi görünmesi.”
Mimari türdeş. Binalar birbirinden ayrı…
Auguste PERRET’in Le Havre’si, ışığa duyarlı bir kent… İzlenimciliğin doğuş kenti… Ve buradan dünyaya yayılışıyla haklı bir övünme var yönetiminde… Fransa’nın izlenimciliği Türkiye’ye de ulaşmıştır, biliyorsunuz…
“Savaşın her zaman bilançosu ağır…” Sanki yıllar öncesi Le Havre’yi yıkan savaşın bu sözleri, hiç zaman aşımına uğramamış… Hemen yanı başımızda devam ediyor; Irak’ta… Oraya da tanınmış bir mimar bulacaklar mı, yıkılan kentleri inşa etmek için. Yoksa inşaat büroları, şirketleri mi üstlenecekler salt para kazanmak için… La Havre gibi planı açık, cömert ve kare adalarından mı oluşacak? Yoksa doğuya özgülüğünü, kişiliğini yitirmeden mi göğe yükselecek yapılar?
“La Havre, dünya kültür kenti olmak,” adaylığını taşıyor… Başarılar, sonsuza kadar… İstanbul, bu güzellikle ve bu karmaşayla sen de adaysın değil mi? İçinde taşıdığın çeşitlilikle ve sevgiyle, denizin ortasındaki kızının kulesiyle, Doğu - Batı bağlantısıyla… Yamaçlarıyla, ozanlarıyla, sanatçısıyla, fotoğrafçısıyla… Ve gökyüzüne çektiğimiz fırçamızdan çıkan gökkuşağıyla yiğidim İstanbul…
***
Gittiğim üçüncü sergi, Piramit Sanattaydı… Sergi salonuna girer girmez kocaman yarıklarla karşılaşıyorsunuz, adeta sizi irkilten… Sayın Orhan KARAKAPLAN’a ait tuvallerde ve sonradan adının da “yarık - tualler” olduğunu öğrendiğim yapıtlar tarafından, adımınızı attığınızda karşılıyorsunuz. “Sizi içine çekiyor,” demeyeceğim. Çünkü bu yarıklar kabarık, tam tersi sizi daha geriye itiyor…
“Yarık” Bağlamında anlatımın çoğalımı, farklılığı söz konusu olabilir… Burada yinelenmişlik var… Çoğalımlar farklılığı da taşıyabilir bir farklı kişilikte…
Dönüyorsunuz camlı bir dolabın içinde çay bardakları görüyorsunuz. Dikkat ettiğinizde çayların aynı renk olmadıklarını fark ediyorsunuz. Bazıları açık renk bazıları orta, bazıları da koyu renkle doldurulmuş ince belli bardaklar… Hapsoldukları dolaptan sessizce sizi izliyor, içmenizi için değil ama…
( Volkan ASLAN )
İlerliyorsunuz, elinin gölgesi yüzüne düşmüş bir portreyle karşılaşıyorsunuz…
Tam diğer tarafa dönerken Van GOGH’a çağrışım olsun diye kulak kesme işlemini gösteren bir çalışmada, kan midenizi ayağa kaldırırken arkada bir Van GOGH resmi görüyor rahatlıyorsunuz. ( Genco GÜLAN ) Video da zaten bu amaçlı yapılmış… Bana, Londra’da sanırım Middle Sex Üniversitesinin yıl sonu sergilerine gittiğimde gerçekleştirilen bir skeci anımsattı. Van GOGH’un yaşamından bir kesiti sundu öğrenciler. Ve sanatçının kulağı kesikliği görsel olarak o kadar öne çıkartılmıştı ki… Van GOGH yapıtları kadar yaşamı ve kulağını kesimiyle de hiç gündemden düşmedi. Özellikle kulağını kesmesi herkesi hem anlam hem de görsellik açısından çok etkiliyor… Oradaki oyuncu özellikle tip olarak da benzeşimi olmuş. Ama buradaki salt kulak kesme ve beyaz gömleğini kırmızıya boyama ile atıfta bulunmuş, yabancılaşarak… Bir o kadar da etkili olarak…
Baskıya benzeyen, camın altındaki portreler… Sessizce ve fark ettirmemeye çalışarak size bakıyorlar camın ve saçlarının ardından… ( Ali Ekber KUMTEPE )
Ve bir video art… Kesilen beyaz etler, kağıt kıyma – kesme – eritme makinesiyle kıyma yapılıyor adeta…
Bir duvar, üzerine yeşil çimenleri takmış dikkatinizi çekiyor. Hemen önünde bir sandığın etrafı da aynı çimenle kaplanmış. Soluşun ve dönüşümün mü, yoksa plastikleşmenin mi odak noktaları çimenlerin görüntülerinin bizdeki yansıları… ( Ardan ÖZMENOĞLU ) Yan tarafında çoğaltılmış cama çizimlenmiş kara ve kalın çizgileriyle tekrarlamış bir portre, yontu düşlemiyle sergi salonunda yerini almış.
Aynanın ortasına bize doğru gelen bir çerçeve asılmış ( Mehmet Ali UYSAL ) Ayna – cam ve ağaç… Leke ve çizgi beraberliği… Bunları izlerken ve düşünürken gözüm kendime takıldı aynada… Neden başka malzeme kullanmamışlar? İzleyiciyi bir şekilde yapıta dahil etmek için mi?
Ve Mustafa ÖZBAKIR’ ın benlik savaşı veren kadınlarını bana verilen tanıtım broşürlerinden de hissederek öğreniyorum.
***
Günümüz, reklam günü oldu artık… Hangi alan olursa olsun bir şekilde reklam kokar oldu sanki… Olumlu ya da olumsuz “reklam” sızmış içlerine bir çok şeyin… Tanıtım başat olmuş… Ve bunun - bunların serilimi, görülümü tekrar tekrar elden geçirilmeli…
Bir şeyi kokmadan yapmak, sindirerek, yedirerek kulak memesi yumuşaklığında hamur gibi mi acaba?
04 – 03 – 2007 / İSTANBUL
Tülay ÇELLEK
Yıldız Teknik Üniversitesi
Sanat ve Tasarım Fakültesi
Sanat Bölümü Öğretim Görevlisi
http://www.tulaycellek.com
tcellek@yildiz.edu.tr
|