Çanakkale / Yenice - Akçakoyun’da yatılı yaşamdan…
İyi ki başımı çevirmişim. Öğrenciler pencereye doluşmuş, bana el sallamaya hazır vaziyette bekliyorlar. Kendilerine baktığımı görünce anında bir sürü kol yukarı kalkıverdi. Ve ben de aynı heyecanla el salladım onlara.
Geldiğim gün de pencereden küçük, sevimli bir güzel öğrenci, “hoş geldiniz” diyerek karşılamıştı…
İstanbul’a dönmek için 9 30 da bindim arabaya. Evime geldiğimde saat 22 00 olmuştu. Bu kadar yorgunluğa, zaman yitimine değer bir şeyler yaşadım, adeta dağ başına kurulan yatılı bölge okulunda…
Gideceğim gece yine aşırı heyecandan uyuyamamıştım. Ve yine gelip gitmeler yaşamıştım. Yeni yer, seminer nasıl geçecek, nasıl karşılanacağım gibi bir sürü soru kafama hücum etmişti. Aslında seyahati seviyorum. Yeni, farklı yerler görmek beni çok güzel etkiliyor, yeni insanları yenidünyalar gibi karşılıyorum. Fakat burada seminer vereceğim ve bunun çok iyi olmasını arzuluyorum. Evet, o gece de bu tür düşüncelerin yorgunluğuna yenik düşmüş saatin sesiyle fırlamıştım o sabah. Evde durup yatmak varken yollara düşecektim, vazgeçse miydim acaba? Ama hayır, gitmeliydim. Biliyordum ki sonunda memnun kalacaktım. Bu duyguyu öne çıkartmaya çalışarak yollara düştüm…
Tuhaf bir yolculuk oldu. Her yolculukta belirli bir süre sonra “ihtiyaç ve yemek” molası verilir. Açıktım ve bu molayı beklemeye başladım. Ama sadece durmadan otogarlara giriyor, oralarda bekliyorlar. Nihayet Bursa’da, “ne zaman yemek molası vereceksiniz,” diye sordum. Yanıtları, “böyle bir mola yok,” oldu. O zaman hemen otobüsten inip kendime yiyecek, içecek aldım ve o da beni kötü etmekten öte gitmedi.
Yenice’ye geldiğimde hava iyice kararmıştı. Okulun şoförü ve bir bey karşıladı. “Aç mısınız?” Diye sordular. “Yemek yemedim ama şu an bir şey yiyecek halde değilim,” diye yanıtladım. Minibüse bindik. İki tarafı ormanlık, ışıksız bir yolda ilerlemeye başladık. Beni aldı bir korku. İnanılmaz sessiz ve kapkara bir yolda gidiyoruz. Korku bütün benliğimi sardığında, çok üzüldüğüm zamanlar yaptığım gibi, çocukları düşünüp ferahlamaya çalıştım. Ben buradaki karanlıktan ve sessizlikten korkarken çocuklar buralarda yaşıyordu ve onlara yardım etmeye, katkı vermeye gidiyordum. O halde korkmamalıydım. Biraz sakinleşebildim. Bu arada Müdür baş yardımcısı aradı. Telefon çalınca biraz daha rahatladım. Korkum iyice azalmıştı. Nihayet okul göründü. Işıkları görmek çok iyi geldi korkuma. Bina oldukça büyük. Bahçede Müdür Bey karşıladı. Doğrudan kalacağım lojmana gittik.
Açlığa dayanamam, elim ayağım titremeye ve başım ağrımaya başlar. Fakat aç olduğumu söyleyemiyordum. Hemen karşımda oturan komşular da gelmiştiler. “Çay, kahve ne içersiniz,” diye sorduklarında kahve rica ettim, açlığımı bastırır düşüncesiyle. Genç öğretmen arkadaş harika bir kahve yapıp getirdi. Kahve kokusunu çok severim. Önce o güzelim kokuyu içime çektim. Bu arada aç olup olmadığımı sorduklarında, aç olduğumu söyleyebildim nihayet ve rahatladım. Bir arkadaş evinden zeytinyağlı dolma getirdi ki çok severim. Diğer arkadaşlar kahvaltılık hazırladılar, çay yaptılar. Çay bile mis gibi kokuyordu. Karnımızı doyurduktan sonra yorgun olduğumu düşünerek ayrıldılar.
Ertesi günü okula, Müdür beyin odasına gittim. Akşam böyle yapmamı önermişti çünkü. Kahvaltı yaparken programı da yaptık. Sınıflar 20 kişilikmiş. Ama bir tek son sınıf 40 öğrenciymiş. “İkiye bölelim,” diyerek yarısına sabah, diğer yarısına da öğleden sonra seminer vermeyi önerdim. Öğretmenlere de ertesi gün seminer vermeye kararlaştırdık birlikte.
Öğrencilere hayran kaldım. Parmaklar havadan hiç inmedi. Aslında seminer 2 saatti ama neredeyse tam güne sarsacaktı. Hele ertesi günü, sabah seminer verdiğim sınıf olağanüstüydü. Alkışlar, kahkahalar arasında semineri bitirdik. Burada ufak bir ayrıntıya gideceğim. Gösterdiklerim arasında 2 fotoğraf var, arka arkaya koyduğum. İkisinde de kadın var. Ama mekanları, kıyafetleri, duruşları çok farklı. İkisine de kadınların yaşamlarına, kişiliklerine dair öykü kurduruyorum. İlk fotoğrafta parmağını kaldırdığı halde söz vermediğim elinde kitap tutan bir kız öğrenciye, parmağını kaldırmadığı halde ikinci fotoğrafta söz verdim. Ama o konuşmak istemedi. Çünkü kırılmıştı. Yüzünden belli oluyordu, karanlıkta bile. Bunun üzerine, “bir öncekinde konuşur musun? Dediğimde sevinçle başını salladı. Fotoğrafı geri aldık. Herkes salt kadın hakkında konuşurken o tüm çevresiyle, bulunduğu mekanda gördüklerini de içine alan bir öykü kurmuştu. Dinledikten sonra içimden, “iyi ki böyle bir şey yaptım” diye geçirirken mutlu olduğumu fark ettim. Çünkü öğrenci mutlu olmuştu. Şurası gerçek ki öğrenciyi görmek gerekiyor. Tabii aslında birçok öğrenciye bir sonrasında da konuşulacak diye söz veremedim ne yazık ki. Bir de zaman sorunu var. Buna karşın bu kadar uzun zamanda dikkatleri bitmedi. Demek ki böyle bir şeye açmışlar.
Öğleden sonra öğretmen arkadaşlarla son semineri gerçekleştirdik. Bir şey dikkatimi çekti. Öğretmenler çok ayrıntıya girdiler, kurdukları öykülerde. Tiyatro yaptıklarından bahsettiler. Doğaçlama olduğundan her oynadıklarında süre değişiyormuş. Buna epey güldük.
Günde iki seminer beni çok yoruyor. Ama İstanbul dışında başka seçeneğim yok. Burada ilk defa üst üste iki gün 4 seminer gerçekleştirdik. Fakat değdi.
İlk günün akşamı Müdür Bey bilgi vererek etrafı gezdirdi. Buralar belli ki çok yeşillik. Hava mis gibi temiz. Son yıllarda yediğim en tatlı balık oldu. Müdür beye teşekkür ediyorum.
Öğrenciler kartvizitlerime hücum ettiler adeta. Hemen hepsine verdim. “Çünkü orada yazan Yıldız Teknik Üniversitesi yazısını okudukça, üniversiteye gitmek - girmek için heveslenecekler ve daha çok çalışmak isteyeceklerdir,” diye düşündüm. Nitekim daha sonra bir öğrenci iki tane aldığını söyledi. Birini lisede okuyan ablasına verecekmiş.
Beni çok duygulandıran bir olay da, lojmanlarla okul arasında kurulan çocuk parkında oynayan çocukların oyunlarını bırakıp yanıma gelmeleri oldu. Ve burada kalmamı istediler. Gideceğimi söyleyince çok küçük bir kızın verdiği karşılık yüreğimi burktu. “Ama sizi özleriz.” Dedi ve devam etti. “Gitmeyin, kalın” diye adeta yalvardı. Çocuğunun anne babasının ayrı olduğunu öğrenmiştim. Gerçekten bu sözler beni çok etkiledi. Aslında okulda her şey var. İnternetleri, bilgisayarları. Yemekleri de iyi. Ama ailelerinin ilgisine gereksinmeleri var. İçlerinde o kadar küçükler var ki. İlkokul birde ve yatılılar. İnsanın yüreği parçalanıyor. Fakat ben de bir okulun yatılı olması nedeniyle okuyabildim.
Oradan çok güzel anılarla döndüm. Bana bu güzelliği yaşatan Okulun idari kadrosuna ve personeline, öğretmen arkadaşlara teşekkür ediyorum. Ve bana bu güzellikleri yaşatan okulun duvarlarındaki fotoğraflarda öğrencilerin arasında yerini alan Sayın Ferhat ŞENATALAR’a ve sevgili öğrencilerimize de yürek dolusu teşekkürler, sevgiler, saygılar…
28 – 01 – 2007 / İSTANBUL
Tülay ÇELLEK
Yıldız Teknik Üniversitesi
Sanat ve Tasarım Fakültesi
Sanat Bölümü Öğretim Görevlisi
http://www.tulaycellek.com
tcellek@yildiz.edu.tr
Bu yazı salt
www.amatorceedebiyat.com
ve
www.tulaycellek.com
Sitelerinde yayınlanır
|