Güzel Sanatlar Fakültesi Selçuklu mimarisinden esinlenerek yapılmış. Önündeki Türk bayrağının gölgesi düşünüyor binaya…
Üniversitenin 2 yerleşkesi var. Germiyan ve Merkez yerleşkesi. Merkez yerleşkesine sonradan geçilmiş, Kütahya’nın dışında, çok geniş bir alana yayılmakta.
Ve Üniversitenin dışında sanat olayları ile eğitim; GÜSED (Güzel Sanatlar Eğitimini Destekleme ve Dayanışma Derneği) Başkan yardımcısı Sayın Yrd. Doç Lale ALTINKURT… Şu an karma sergileri var, gezilmeyi bekliyor.
Kütahya Güzel Sanatlar Lisesinin önünden geçtik, Aizanoi’ye giderken. Bu alanda açılan ilk lise İstanbul’da oldu, sonra Ankara ve İzmir ve ardından Kütahya. Bu liselerde Resim, Müzik Bölümleri varken Kütahya’da salt Resim Bölümü açılmıştı ve “çini” konusuyla ilgili eğitim verilmesi amaçlanmıştı. Kütahya’da muazzam bir çini geleneği vardı ve artık eğitimin içinde yerini almalıydı. Ancak uygulamada bu taraf hemen hemen hiç ele alınmadı. Diğer liselerdeki sanat eğitimi geçerli oldu burada da. Kütahya, Eskişehir, Bolu’daki gibi yeni yapılan Güzel Sanatlar Liselerinde amaca uygun binalar inşa edildi. Atölyeler ve içinde ayrıca öğretmene ait bölme var. Buraya kadar iyi ve güzel. Ancak buralarda çok amaçlı büyük salonlar yok… Böyle çok önemli bir şey nasıl atlanabilir bu tür uygulamalı okullarda?
Bir ülke, bir kent muazzam bir kültürü barındırır bünyesinde ve geriye ne kalır, ne kalmalı? Geleneğin salt insana dair tutucu kısmı mı, yoksa insanlığa dair kültürel birikim mi?
Ve en önemlisi bu birikimin çağa uygun hale getirilip, sıçratılarak devam ettirilmesi, yaşama anlam katması gerekmiyor mu? Bu bağlamda Kütahya’da özellikle Güzel Sanatlar Fakültesi kurulması çok yerinde olan, çağdaş bir olaydır.
Kütahya 7 bin yıllık bir uygarlığı barındırıyor, bağrında. Sanatımızın değerlerinden Hititler, Frigler var tarihinde. Ve Roma, Bizans, Selçuklu, Germiyanlı, Osmanlı birikiminin yeri. Masalcı Ezop’u doğuran yer. Başkentlik yapmış, şehzade kenti, Anadolu Beylerinin yeri, Evliya Çelebinin memleketi… Ve çininin vatanı.
Sayın Nurcan PERDAHÇI, Sayın Lale ALTINKURT ve eşi Sayın Yahya ALTINKURT ile “Aizanoi” yi görmeye Çavdarhisar’a gittik… Aizanoi’yi önce emekli bekçisi Sayın Nazım ERTAŞ’tan dinledik. Tabii daha sonra Kütahya, Aizonoi ile ilgili bilgileri araştırdım. Ancak önce görmem çok etkili oldu.
Aizanoi, kent merkezine yaklaşık 40 kilometre uzaklıkta, Çavdarhisar ilçesinde bulunan antik bir kent. Bu kent, eski adı Penkalas olan Koca çayın iki yakasında kurulmuş. Roma döneminde yün, şarap ve tahıl üretimi ile zenginleşen kent, Erken Bizans döneminde piskoposluk merkezi olmuş. Tapınağın bulunduğu alan, Ortaçağ'da bir hisara dönüştürülmüş. Selçuklular zamanında buraya yerleşen Çavdar Tatarları, günümüzde buranın "Çavdarhisar" olarak adlandırılmasının nedeni olmuş.
Aizanoi’den günümüze kalan yapı kalıntılarının büyük bir kısmı Roma İmparatorluk Dönemi eserleridir.
İsmi, Zeus'un kızı su perisi Erato ile Arkadya Kralı Arkas'ın oğlundan geldiği sanılmaktadır.
Dünyanın en iyi korunmuş Zeus tapınağını gördüğümde, görkemiyle büyülendim. Ayakta duruşuyla yüzyıllara meydan okuyor. Şu an yapılan binalar, zamana ne kadar dayanabilecek acaba? Bir şeyler eksiliyor sanki malzemeden ama ondan önce insanın anlamından mı, dersiniz…
"Zeus" tapınağı, kentin ana kutsal alanı olmuş. Tapınağın yapımına MS ikinci yüzyılın ikinci çeyreğinde, İmparator Hadrian döneminde başlanmış. Tapınağın en önemli özelliği, altında tonozlarla örtülü bir başka mekanın olmasıdır. Bu, Anadolu'da Roma döneminde pek de alışılmamış bir uygulama ve bir benzerine henüz rastlanmamış.
8 tane kısa, 15 tane uzun tarafında sütun var. Sütunlar yekpare ve iyon nizam. Ancak 2 tanesi iyon, korent karışımı.
Duvarda “Meyandur” denilen yere erişmek, evlenme zamanının gelmişliğinin göstergesi. Böyle bir öykü neden kuruldu acaba? İlgiyi fazlalaştırmak için mi?
Doğu kısmında kurban kesilen yer bulunuyor.
Sanat tarihinde bir Keops, Kefren, Mikerinos’u, bir de dorik, iyonik, korent nizamı unutmam, unutamam. Mısır ve Yunan sanatı en sevdiklerimdendir.
Tapınağın üstü Zeus’e, alt kısmı elinde asası ile Bereket Tanrıçası Kibele’ye ait olduğu vurgulanıyor. Alt kısma demir merdivenlerle indik. Sorum üzerine bekçi, “daha önce merdivenlerin ahşap olduğunu,” söyledi. Taşlar geçme, ayrıca bir bağlantı kullanılmamış. Üstü geniş, altı dar. Alt kısmın depo olarak da kullanıldığı varsayımlar arasında. ( Bekçi Beyin söylediklerinden ve araştırmalarımdan)
Önünde Medusa var. “Koruyucu melek” olarak yapıldığı sanılıyor. Tapınakta önceden üçgen alınlık varmış. Gediz depreminde bir kısmı yıkılmış. İmparator Andreyanus’un mektubu, yaşamını hala sürdürüyor anlatı dilinde. Tapınağın geniş arazileri var. Kiraya veriliyor. Vakıf gibi hareket ediliyor ve o parayla tapınak yapılıyor. Ve bunlar Tapınağın duvarında mektup olarak yansıyor, yazılıyor. “Para nereden bulunacak? Halktan vergi alınacak…” Gibi bir içerik taşıyor.
Tapınağın yazıtlarının ve kesme taşlarının üzerinde savaş sahnelerini, atlıları ve atları gösteren çizimler de var, anlatılanların – yazıların yanında. Bu çizimler, 13. yüzyılda tapınağın etrafındaki surlarda korunak arayan Çavdarlar’ın yaşamlarından sahneler gösteriyor.
Zeus tapınağının hemen alt kısmında küçük bir tiyatro gördük. Doğanın yapısından yararlanılarak gerçekleştirilmiş. Bülütaryon – Belediye Meclisi üyeleri için yapılan bir tiyatroymuş. Meclis üyelerine etkinlikler düzenleniyormuş burada. Bunu görmek ve duymak beni çok duygulandırdı. Yöneticilerin böyle kültürlü olması, kültürle içli dışlı bulunması, o ülkeyi ileriye götürdüğü gibi tarihe geçirir. İşte burada görüldüğü, olduğu gibi…
Günümüzdekiler ne yapıyorlar, neye ilgi duyuyorlar, bir tiyatroları var mı, burada olduğu gibi… Ayrıca artık doğadan bu denli yararlanıp böyle tiyatrolar inşa ediliyor mu, kuruluyor mu?
Tapınağa giden yolda alışveriş merkezleri var. Önce görüntüsü nedeniyle köprü sandım. Ama yan yana olan dükkanlarmış meğer. Oradan alışveriş yapılıp hediyelerini Zeus’a sunarlarmış.
Biraz ileride dünyanın ilk borsa yapısını gördük. Bu yapı 1970 Gediz depreminde caminin yıkılmasıyla ortaya çıkmış. İlk defa bir deprem iyilik yapmış, tarihi bir gerçeği ortaya çıkartarak…
En önemli özelliklerinden biri, dünyadaki ilk borsanın burada kurulması. Bunu herkes öncelikle anlatıyor. Denaryus para birimi - Dinar kullanılıyormuş.
Yuvarlak Yapı (Macellum) ve Geç Antik Sütunlu Cadde… Daha güneyde MS 2. yüzyılın 2. yarısında, olasılıkla gıda pazarı olarak kullanılmış yuvarlak bir yapı (Macellum) var. Duvarlarına, MS 4. yüzyılın başlarında İmparator Diocletian’ın 301 yılında enflasyonla mücadele için yaptığı ücret tespitlerinin bir kopyası konmuş. Bu yazıtta, İmparatorluk pazarlarında satılan tüm malların satış ücretleri yer almakta. Buna göre, kuvvetli bir köle, iki eşeğin ücretine, yani 30.000 dinara; bir at ise üç köle ücretine eşit. Yazı Grekçe yazılmış.
Gördüğümde etkilendim doğrusu, daire bir yapının dikdörtgen bir girişi var. Sütunlar burada da var. Sütun, o çağların en büyük özelliği olsa gerek. Yanda yine “Sütunlu Cadde - Macellum” yazan bir yeri dolaştık. Geç antik sütunlu caddede sütunlar Korent nizamda.
Yakınlarında yaşayanlar merak edip araştırıyorlar mı ve çocuklarına aktarıyorlar mı değişimlerine katkı olsun diye? O civardaki evler köy evi niteliğinde dümdüz ve bir özellik göstermiyor. Çünkü orada artık tiyatro yapılmıyor. Ve meraksızlık yarattırmıyor.
Dünyanın ilk örneklerinden Stadyum - Tiyatro yerleşkesi oldukça büyük. Meclis üyeleri tiyatrosu, yavrusu gibi kalıyor yanında. Deprem yıpranmasına neden olmuş. Oturmak için düzenlenen uzun taşlar, sağa sola serpilmiş.
Hemen yakınında olimpiyatları kazananların yazıldığı bir duvar gördük. Çelengin küçük halini düşününüz – olimpiyat madalyaları, onların içine sporculara ait bilgiler yazılmış. Olimpiyatlara burayı temsilen gidiyorlarmış. Bu arada Sayın Nurcan PERDAHÇI, “ilk olimpiyatlarda sadece atletizm dalı varmış,” dedi. Sayın Lale ALTINKURT, Miro’yu anımsattı. Hemen yontusunun adını anımsadım. “Disk Atan Atlet” unutulmazlarımdandır çünkü.
4 köprü var; ikisi yıkık, ikisi kullanılıyor. Su taşkınlarını engellemek için kanallar yapılmış. Ve baraj da tabii.
Aizanoi’nin nüfusu stadyumlarının büyüklüğüne göre hesaplanıyor. Stadyum 20 bin kişi alıyor. 5 misline göre nüfus hesaplanıyor. 100 kişi civarında insan yaşıyor buralarda.
Hamamlar, MS. 2. 3. yy Roma zamanında yapılıyor. Soğuk, sıcak, daha sıcak – sauna prensibine göre yapılıyor uygulama. Sıcağa yavaş yavaş girerek vücut alıştırılıyor. Bir çok şey, yıllar önce düşünülmüş, bulunmuş. Zamanımıza ne kalıyor? Yaratıcılık, tasarım artık dünyayı aşmak, evrene ulaşmak olsa gerek…
Bu öykü, çay içmek ve yemek yemek için gittiğimiz kahvede anlatıldı. Hem oranın eski bekçisi, hem de 80 yaşındaki Hasan KIZMAZ Bey tarafından; “Ulu camiinin 4 sütunu Aizanoi’den getirilmiş. Taşıyan mandalara nazar deymesin, diye taşıyıcı adamları soyarlarmış ve oynatırlarmış, dikkat onların üzerine çekilsin diye. Tabii başarılı da olurmuş.” Burada eski – emekli bekçi Aizanoi’nin kısaca tarihçesini de anlattı.
Etrafı tellerle çevrilmiş araziye girince yanımıza sanırım yeni olan bekçi geldi ve biletleri kesti. O da aşağı yukarı aynı bilgileri verdi. Penkalas suyunun olması nedeniyle yerleşim bölgesi olmuş.
Önce çok tanrılı din söz konusu iken 7. yy dan itibaren Hıristiyanlık dönemi başlıyor.
Kütahya’daki tüm müzelerde tadilat olduğu için giremedik. Kapısından bakabildiğimiz Arkeoloji müzesinde “Kadın savaşçılar – Amazon Lahdi” vardı.
Tarihi Ulu Camiine gittik. Girer girmez tarihi dokuya ters bir görüntüyle karşılaştık. Aslında saate çok düşkün olan ben caminin doğal özelliğini ve güzelliğini bozduğu için hemen görülmesi amacıyla kapıdan içeri adam atar atmaz göreceğiniz bir yere yerleştirilmiş dijital zaman göstergeciden oldukça rahatsız oldum. Tabii ayrıca duvarlarda da normal, bildiğimiz saatler asılı. Buranın imamı da ben gibi saate düşkün müdür, nedir? Minberi yekpare ve geometrik bezemeli, abanoz ağacından.
Caminin içi harika. Özellikle kufi yazılara hayran kaldım, adeta birer sanat şaheseri. Boşuna dememişler, “Kuran Arabistan’a indi İstanbul’da yazıldı” diye. Kubbeler de görkemli, oldukça ilginç ve insanı etkisinde bırakıyor. Arapça yazı ve geometrik desenlerle bezenmiş. Bir dikkatimi çeken de sallanan yuvarlak toplar vardı, çiniden. “Işık için mi,” dedim, değilmiş. Üzerleri Arapça yazılı ve Türk motifleriyle bezeli. Sayın PERDAHÇI’da ayrıca o toplara dikkatimi çekti. Üst katı bayanlar için.
Ulu Camiinin Yıldırım Beyazıt zamanında yapımına başlanmış, Şehzade Musa Çelebi tarafından 1410 yılında tamamlanmış. Mimar Sinan tarafından tamir edilmiş. Cami avlusuz.
Kütahya sokaklarında dolaşırken Laleli Camiini ve “Dönenler” Camiini gördük. Sema yapılıyormuş…
Ve Macar evine gittik. O da kapalıydı. Duvarında “Macar Evi”nin tarihçesini anlatan bir levha vardı.
Kossuth Müzesi - Macar Evi, 18. yüzyıl yapımı bir konak. 19. yüzyılın ortalarında Macaristan Rus ve Avusturya ordularının saldırısına uğrayınca özgürlüklerine düşkün Macarlar Lajos Kossuht önderliğinde ayaklanırlar. Ancak yenilip Osmanlı imparatorluğuna sığınırlar. Padişah, Kossuht ve arkadaşlarını Kütahya’ya yerleştirir. 1892-94 yıllarında Kossuht ve ailesi bu konakta kalmış. Macar evi, şimdi Macaristan’ın bağımsızlığının önderi olan Kossuht ve arkadaşlarının anısını yaşatmak için müze olarak düzenlenmiş.
Macaristan Anayasa tasarısı bu evde hazırlamış. Bahçe içinde yer alan iki katlı ve 7 odası olan ahşap bir ev. Müzede Lajos Kossuth'a ait eşyalar ile klasik Türk evine ait etnoğrafik yapıtlar sergileniyor.
Hisar tepesinde olan Kütahya Kalesine çıktık. Tepeden bakmak bir başka güzel Kütahya’ya. Kocaman bir ovanın ortasına yerleşmiş ve taşlaşmaya başlamış… Kale şimdi düşmanlardan korumayı gerilerde bırakıp, insanların rahat nefes alacağı, çayını içeceği bir kır kahvesine dönüşmüş. Oranın en yüksek yerinde inşa edilen gazinoya çıktık. Oval bir yapı. Balkonunda dönerek her açıdan baktık hem aşağılara, hem yukarılara… Hatta içerisi de döner sahne gibiymiş. Yemek yerken dönüyormuş. İlginç geldi.
Kale, Antik çağlardan günümüze kadar yerleşimin olduğu Hisar Tepesinde tüm görkemiyle aşağılarda kurulan Kütahya’yı gözlüyor sessizce… 70 burca sahip Roma, Bizans, Selçuklu, Germiyan ve Osmanlı özellikleri görülen kalede dönemlere ait yazıya rastlanmıyor. Kale'de iki çeşme bulunuyor.
Avukat Sayın Sadık ATAKAN’ın Çini Müzesi beni bir başka dünyaya götürdü. Küçücük bir ev, yüzyılları içine sığdırmış muazzam bir zenginlikle size sesleniyor her taraftan. Müzeyi 1993 de açmış. Kendi evi ve kendi çabasıyla gerçekleştirilmiş bir “Müze Ev”. Bir holü var. Orada duran vazo 1990 yılında yapılıyor. Büyüklük olarak şu anda dünyada ilk ve tek olma özelliği taşıyor. Holün dışında 4 odası var, usumda kaldığı kadarıyla. Burada neler yok ki? Not edebildiklerimi aktarayım. Çininin her çeşidi ve rengine tanıklık ediyorsunuz... Beyaz zemine çalışılanlar kadar, türkuaz renkteki çiniler göz alıyor. Cam altı resimler, fermanlar, eski radyo, gramofon. Eski tip müzik seti; çalışıyor. Bir oda mutfak olarak tasarımlanmış. İçeriye, duvara asılmış kibrit koleksiyonu ile giriyorsunuz. Tüm mutfak eşyaları yerlerde, duvarlarda, her yerde.
Satranç takımı, çini sobaları, Cami minberi, Kütahya’nın eski fotoğrafları, Aile fotoğrafları, Kütahya kaplıcalarının fotoğrafları, eski giysiler, eskiden gelinlik niyetine giyilen üzeri simle işlenmiş kadife giysiler. Üç etek, tabaklar, çeyiz sandığı, rahleler, fincanlar, telefon, primitiflerden yağlıboya 2 tablo, el fenerleri, lambalar; ( içine mum koymuşlar ) türkuaz rengi de var. Kütahya’ya gelen ilk radyo, ayakkabılar. Ayrıca ayakkabı kabı var. Kabı normal ayakkabıya geçiriyorsunuz ki o da şık, ayakkabı görünümünde, sokakta giyiyorsunuz eve gelince çıkartıyorsunuz içindeki güzel ayakkabıyla dolaşıyorsunuz evde. Bu gün de böyle bir uygulama olsa… Taş aynalar var.
1998 de Atatürk sergisi açılmış. Tüm resimler çini ile yapılmış.
Yaklaşık 200 yılı, doğduğu eve sığdıran ve şu anda rahatsız olan Avukat Sayın Sadık ATAKAN’a hem teşekkür ediyor, hem de geçmiş olsun diyoruz.
Sayın Sercan KEHRİBAR, Çininin evinden babası Sayın Ali KEHRİBAR’ın takı dükkanına götürdü bizi. Canlı tarih olan bir baba. Kütahya’nın tarihçesini anlattı. Kütahya’nın “Osmanlı devletinin ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yeri olduğunu” sıkça vurguladı. “Hıristiyanlığın kutsal merkezi. Katolikler, Ortodokslar, Ermeniler var. Ertuğrul Gazi’nin eşi Osman Gazi’nin annesi Haymane burada vefat etmiş.” Dedi
30 Ağustos Meydan Muharebesinden bahsetti. “Zafer Tepe’de Mustafa Kemal’in karargahı olduğunu,” söyledi. “Anadolu’nun bahis konusu yapıldığı yer. Kim yenerse Anadolu onun olacaktı. Türkler 8. de püskürtüyor ve Anadolu Türklere kalıyor. 137 bin Türk ve bir o kadar da Rum ölüyor.”
Konudan konuya geçildi durmadan…
“Burada çeşitli medeniyetler yerleşiyor.”
“Ulu Camiinde tarihi el yazmaları var. Matbaa çıkıp yeni şeyler seri basılınca tarihi değeri olan el yazmaları mahzene indiriyorlar.” Sonra Ali beylerin gayretleriyle yeniden mahzenden çıkartılmışlar.
“Ulu Camii, Yıldırım Beyazıt zamanında ahşap olarak yapılıyor. Abdülhamit döneminde yeniden yapılıyor. Hisar’ın taşları sökülüp Camide kullanılıyor. İnsandan bir zincir oluşturularak o taşlar Hisar’dan indiriliyor.”
Kendi dükkanını sorduğumda da anlatacağı çok şey vardı Ali Beyin. Avukat ve asıl adı Mişel KEYAN olan Garabet amcayı anlattı uzun uzun. Garabet Bey, antik bir mezardan bahsedermiş her zaman. “Orada Papazların gömülü olduğunu” söylermiş. Sayın KEHRİBAR, uzun bir süre sonra babasının “gavur mezarlığı” dediği yer olduğunu anlamış. Şimdi o mezarlığın üzerine birçok yapı dikilmiş. Kumpanya denilen tren istasyonundan, bahsetti. Antik eserler de erkekler hamamına döşenmiş.” Derken bir hayli duygulandı .
Sayın Ali KEHRİBAR, dükkanındaki taşlardan bahsetti birazda. Çok koyu nefti yeşil bir kolye uzatarak “otlu akik, 50 milyon yıl önce otlar sıkışarak taşlaşıyor, bakınız içinde ot fosilleri var.” Dedi ve hediye etti, hepimize birer tane. Kendilerine teşekkür ediyoruz.
Sayın KEHRİBAR çinilerden, özellikle “taptap” çini tekniğinden bahsetti. 16 yy dan kalan çinileri anlattı. “Şimdi yapılan çiniler çok kısa sürede yıpranıyor, eskiyor, kırılıyor. Halbuki taptap tekniği ile yapılanlar yüzyılları aşıyor.” Dedi. Bunun nedenini sorduğumda, “taptap tekniğinin çok zor olduğunu o nedenle tercih edilmediğini, seri üretimde basit bir tekniğin kullanıldığını, bu nedenle günümüz çinilerinin dayanıksız olduğunu, anlattı. Kapitalist, emperyalist düzen tüketime yönelik. Düşündümde, yüzyıllar öncesinden bize kalanlar var. Bu insanlık adına, kültür, bilim, sanat adına bizi zenginleştiriyor. Bizden yüzyıllar sonrasın kalacaklar ne olacak? Dayanıksız malzemeler tuzla buz oluyor ya da silahlarla yok ediliyor. İnsanlık nereye gidiyor?
İkram edilen haşhaşlı gözlemeyi Osmanlı hamamında yedik. “160 yıllık evveliyatı var,” dedi Ali Bey. Hamam; lojman, altında soyunma odaları onun altı da hamam gibi bölümlerden oluşuyor. Sahibi Almanmış. Her yıl gelip tadilat yaptırıyormuş, “bir kültür ölmesin, yok olmasın, yaşasın” diye.
“Saray camiinde 160 yıllık çiniler var.” Germiyanoğulları Beyliğinden bahsetti. Germiyan sokağı, Donbey sokak tamir edilmiş. Konakları anlattı, hazine dairelerinden bahsetti.
Kütahya’ya geldiğim ilk akşam Germiyan Konağına götürüldüm, yemek yemek için. Ve Germiyan sokağını dinledim, sonra da araştırdım.
“18. yüzyıl Kütahya evlerinin bulunduğu Germiyan Sokak, Arnavut kaldırımıyla döşenmiş. Kütahya'daki tarihi kent dokusunun en güzel örneklerinden... Evler iki veya üç katlı, ahşaptan yapılmış. Payandalarla desteklenmiş çıkmaları, kocaman kapıları, kafesli pencereleri ilginç. 17. ve 18. yüzyıl Kütahya evleri açık sofalı. Sofalar, odalar arası bağlantıyı sağlıyor.”
Burada gördüğüm eveleri Safranbolu’da da gördüm. Mimari tarzı birbirine çok benziyor. Sanki o kuşaktan aynı ustalar - mimarlar geçmiş, izlerini bırakarak…
Seminer nedeniyle gittiğim fakültede kaldığım sürece birçok öğretim elemanının siteme girdiğini öğrendim.
Yazımı yüreğimden gelen teşekkürlerle bitirmek istiyorum. Seminer vermem için düzenlemede başı çeken Sayın Öğr. Gör. Dr. Nurcan PERDAHÇI’ya, bu düzenlemede büyük payı olduğuna inandığım Dekan Yardımcısı Sayın Yrd. Doç. Dr. Lale ALTINKURT’a ve bizi gezdiren eşi Sayın Yahya ALTINKURT’a, seminer boyunca çekim yapan Ar. Gör. Sayın Sercan KEHRİBAR’a ve bizi anılarıyla zenginleştiren babası Sayın Ali KEHRİBAR’a Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Adnan TEPECİK’e, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Güner ÖNCE’ye, seminere katılan tüm öğretim elamanlarına ve çok sevgili öğrencilerimize teşekkürlerimi sunuyorum. Sayelerinde Kütahya’dan inanılmaz bir zenginlikle döndüm. Saygılar, sevgiler…
***
Not: Tiyatro ile hamam arasında hamama bitişik spor akademisi olduğunu,Gökemli yapı (Mabet) nın altındaki kemerli mahsenin Banka-kiralık kasa olduğunu ben söylemiş olayım .Bu antik kent, Aizanoi bir şehirde olması gereken her şeye sahipmiş.Yani İlklerin ve her ünitenin bulunduğu tek antik kent.Saygılar
Halit ÖZCAN
Eklemeleri için Sayın ÖZCAN'a teşekkürler...
15 – 12 – 2006 / İSTANBUL
Tülay ÇELLEK
Yıldız Teknik Üniversitesi
Sanat ve Tasarım Fakültesi
Sanat Bölümü Öğretim Görevlisi
http://www.tulaycellek.com
tcellek@yildiz.edu.tr
|