“Her kentin bir kalesi olmalı” sözleri dökülüverdi ağzımdan tepeye çıkıp kocaman ovayı görüverince olanca görkemiyle…
Konser, konferans, gösteri gibi etkinliklerde de en arkada oturmayı severim. Çünkü salonu, gösteriyi dar bir perspektiften değil oldukça geniş bir açıdan görmek daha bir muhteşemdir.
Kütahya Dumlupınar Üniversitesinde seminer vermeye davet edilmiştim. Her seminere gidişimde çok önem verdiğim için mi, yapımın gereği mi, aşırı heyecanımdan mı bir yerlerime bir şeyler oluyor. Kütahya’ya gideceğim gece de çok uykucu olmama karşın neredeyse sabaha kadar uyuyamamış sabah migren ilacımı kullanırken kendi kendime söylenmeye başlamıştım. Tabii bu saatten sonra vazgeçemezdim. Ancak Kütahya ile karşılaşınca ve orada gördüklerimden, yaşadıklarımdan sonra iyi ki de vazgeçmemişim, diye o kadar sevindim ki. Böyle olacağını bildiğim için zaten kendimle çetin bir mücadeleye girmiştim.
Doğal olarak otogarda salt Nurcan Hanımı bekliyordum. Yanılmışım Bir de Dekan yardımcıları Lale Hanım ve eşi karşıladılar. Eşinin arabasıyla önce Germiyan Konağına gittik, karnımızı doyurmaya. Ahşap binalar nedense bana sıcaklık hissi verir. Beton binalar soğukluk. Yukarıya karşılıklı iki merdivenle çıkılıyor. Herhalde eskiden kadınlarla erkeklerin merdivenleri de ayrılmış, diye düşündük ister istemez. Üst katta salonun dışında odalara da masa kurmuşlar. Samimi ve rahat olsun diye bir odaya geçtik. Son yıllarda farklı tatlara merak sardım. Bir de haklı olarak gittiğim yörenin yemeklerini yemeği tercih ediyorum. Etle aram iyi değil ama onu da yöresel bir farklılıkla sunulursa yiyorum. Neyse pratik olması için ve de güzel olduğu önerisi üzerine mantı yedim. Hakikaten güzeldi. Zeytinyağlı dolma istemeyi de ihmal etmedim. Tabii tatlıyı da unutmadım. Ne yazık ki vazgeçemediklerimdendir… Tatlıyı sunuşlarına hayran kaldım. Tadı kadar görünümü, görünümü kadar tadı da harikaydı. Uyku vakti geldi… Git git bitmiyor. Üniversite yerleşkesi kentin epey dışında çünkü. Ama muazzam bir arazide, rahat rahat yayılırlar.
Ne demişler; “ev alma komşu al.” Benimkisi de öyle oldu. Nurcan Hanımın komşusu oldum. Daha doğrusu onlar öyle planlamışlar. Ve çok da iyi yapmışlar. Onunla İstanbul Güzel Sanatlar Lisesinde birlikte çalışmıştık. Sonra o, İzmir’e gitti. Oradan da buraya geçti. Gittikçe yükselen bir çizgisi var. Onunla biraz sohbet edip çok sevdiğim meyvelerimizi yedikten sonra odalarımıza çekildik.
Ertesi günü aynı mekanın giriş katında kahvaltı yaptık. Açık büfe, temel kahvaltı yiyecekleri var. Naylon bardaktan içmekten hiç hoşlanmadığım için bir kupa ayarladılar sağolsunlar. Duvarda büyükçe bir televizyon var. Öğrenciler hem izliyor, hem sohbet ediyor, hem de kahvaltı yapıyorlar.
Kahvaltıdan sonra Nurcan Hanımla biraz yerleşkeyi dolaştık. İnanılmaz güzel bir gölet gösterdi. Tepeden bakmak çok güzel, içinde ördekler var. Hatta tam ortasında küçük bir ördek evi de var. İlerisinde Profesörlerin oturduğu lojmanlar bulunuyor. Ormanlığın içinde, temiz hava, bol oksijen… Bir de deve kuşlarıyla, ceylanları varmış. Hatta bir idareci “şu kadar Ar. Gör, şu kadar Prof. vs den sonra şu kadar deve kuşu, bu kadar ceylanımız var” demiş, tabii sayılarla. Çok güldüm.
Ve olağanüstü görüntüdeki manzaranın ağaçları tablolardan fırlamış gibi. Nurcan Hanımla hafifçe bir sanat tarihi gezisi yapıverdik bu gördüklerimiz karşısında.
Kente indik. Ben geldiğimden beri Çini Müzesini görmek istiyorum diye sayıklıyordum ve çini mürekkebi dedim, müze yerine durmadan. Ama ben gelmeden önce Nurcan Hanım sondajını yapmış. Bir yıldır tüm müzeler tadilat nedeniyle kapalıymış. Duyunca o kadar üzüldüm ki. Kütahya’ya gel ve Çini Müzesini görmeden dön. Kahrımdan öldüm dersem yalan olmaz.
Tarihi Ulu Camiine girdik. Girer girmez tarihi dokuya ters bir görüntüyle karşılaştık. Aslında saate çok düşkün olan ben caminin doğal özelliğini ve güzelliğini bozduğu için hemen görülmesi amacıyla kapıdan içeri adam atar atmaz göreceğiniz bir yere yerleştirilmiş dijital bir zaman göstergeciden oldukça rahatsız oldum. Tabii ayrıca duvarlarda da normal bildiğimiz saatler asılı. Buranın imamı da ben gibi saate mi düşkün nedir? Minberi yekpare ve geometrik bezemeli, abanoz ağacından.
Caminin içi harika. Özellikle kufi yazılara hayran kaldım adeta birer sanat şaheseri. Boşuna dememişler, “Kuran Arabistan’a indi İstanbul’da yazıldı” diye. Kubbeler de görkemli, oldukça ilginç ve insanı etkisinde bırakıyor. Arapça ve geometrik desenlerle bezenmiş. Bir dikkatimi çeken de sallanan çiniden yuvarlak toplar oldu. “Işık için mi,” dedim. Değilmiş. Üzerileri Arapça yazılı ve Türk motifleriyle bezeli. Nurcan Hanım da özellikle gösterdi onları… Üst katı bayanlar için.
Dışarı çıktığımızda duyduğum, “nereye gidiyon gari” sözleri gülümsetti. Caminin hemen yanında olan Arkeoloji Müzesinin kapısını açık görünce apar topar içeri dalmak istedik ama hemen geri çevrildik, “tadilat var,” diye.
Tabii ben yine durmadan çini mürekkebi yani Çini Müzesi sayıkladım.
Bir yerde Lale Hanımlarla buluştuk. Sağolsun eşi bizi epey gezdirdi. Önce Nurcan Hanımın önerisiyle Macar Evine gittik. Aksilik bu ya o da kapalıydı, etrafında döndük durduk… Sokakları daracık. Zaman zaman Safranbolu evlerini anımsatan evlere rastladım. Bir dikkatimi çeken de sokak levhaları oldu. Metalik griyi çok severim. Kabartmalı ve metalden.
Yolda “Dönenler” Camiini gördük. Sema yapılıyormuş…
Bir sonraki durağımız Hisar oldu. Tepeden bakmak bir başka güzel Kütahya’ya. Kocaman bir ovanın ortasına yerleşmiş ve taşlaşmaya başlamış… Orada bir binaya daha doğrusu lokantaya çıktık. Oval bir yapı. Balkonunda dönerek her açıdan baktık hem aşağılara hem yukarılara… Hatta içerisi de döner sahne gibiymiş. Yemek yerken dönüyormuş. İlginç geldi.
Oradan ver elini Aizanoi. Önce 40 km dediklerinde uzaklığı düşünememiştim. Çünkü tarihi eserlerden, kalıntılardan bahsedilince, hemen gidelim” demiştim. Ama yola düşünce öneri onlardan gelmiş olsa bile bu kadar yola onları zahmete soktum, diye üzülmeye başladım. Fakat oraya varınca gördüklerim her şeyi unutturdu doğrusu.
Açlığa dayanamadığım, hemen elim ayağım titrediği için, “gezmeden yemek yiyelim,” dedim. Öneri kabul edildi. Bir kahve gördük ve girdik. Yaşlıca beyler oturmuş. Soba yanıyor. Bir masaya da biz geçtik. Ben sedire oturdum, çocukluğumda gittiğim anneannemin köyündeki sediri anımsayarak…
Lale Hanımın eşi Yahya Bey iki yerde durmuş ikisinde de elinde paketle gelmişti. Birinde fırının yanında durmuştu. Dedik ki, “fırından mis gibi pide kokusu geldi.” Fırının yanından ayrıldığımız halde koku devam etmiş ama anlayamamıştık. Kahvede paketi açınca anladık ve kahkahayı bastık. Pide tahinli ve haşhaşlıydı. Ayrı bir pakette sadece haşhaşlı bir de peynirli, patatesli olan pideler vardı. Tahini hiç sevmediğim için diğer paketteki haşhaşlı gözlemeye – pideye gözü dikmiştim. Çünkü oraya hastı ve İstanbul’da uzunca süre yememiştim. Öğretmen okulda iken Ladik’ ten gelen zayıf, manken gibi, çok hoş bir arkadaşımız bize haşhaşlı çörek getirirdi, kapışırdık. O zaman kadar hiç yememiştim çünkü. Haklı olarak dedik ki, “amcalara da verelim.” Ama ısrarla “onlara peynirli verelim,” diyordum. Fakat arkadaş nasılsa diğeri de var diyerek haşhaşlı olanı olduğu gibi vermiş. Bir canım sıkıldı ki. İstanbul’da peynirli, patatesli yiyoruz, tahinliyi sevmedim.
Ama ne dileseymişim ertesi akşam seminer bitiminde Sercan Bey bizi harika bir Çini Müzesine getirip arkadan da babasının dükkanında haberimiz olmadan bir sürpriz yaşaratarak koca bir tepsi haşhaşlı pideyle doyurmasın mı? Doyurdu tabii. Hem de fazlasıyla. Bir de aslında mantarla çok çok aram iyi olmadığı halde sobanın üstüne bir sürü konmuş. Gözümü onlardan alamıyorum. Çünkü kaynadıkça içleri kendi suları ile doluyor. O da sabun köpüğü gibi ilginç doku oluşturuyor. Bir kaçını almadan edemedim. Ama alırken elim yanınca ve daha beteri yerken ağzım tutuşunca Sercan Bey yöntemi öğretti. “Önce alıp bir başkasının üzerine koyacaksınız, dinlenecek,” dedi. Yöntem iyiymiş gerçekten.
Köyde karnımızı doyurup harika tarihe kendimizi atıverdik. Önce kahvede daha önceki bekçisinden dinledik tarihçesini sonra yola koyulduk. Ulu ulu iyonik sütunlar doğaya meydan okuyor. Tapınağa adım atmadan sizi harika bir portre karşılıyor. Yanından tapınağa adımınızı atıyorsunuz. İki kat. Daha önce ağaç olan merdivenleri demir yapılmış. Beni buz gibi demirler çok itti. Alt kat karanlık ve fazla bir şey yok. Üste tapınağın etrafında dolandık. Ellerimizi değdirdik duvarlarına kahkahalarla… Biraz alt tarafında çok küçük bir tiyatro alanı gördük. Meğer meclis üyeleri içinmiş. O zamanın meclis üyelerine bakınız kültürün içindeler ve bu onları yüceltmiştir eminim. Ya şimdiki meclis üyeleri neyin içinde?
Hemen bu kalıntıların yanında köy evleri var. Sıradan. Sanata, kültüre elini değdirmemişler sanki. Biraz ilerledikten sonra dünyanın ilk borsa alanına geldik. Orada küçük çocuklar oyun oynuyorlardı. Dayanamadım sordum, kalıntıları göstererek; “bunlar nedir?” “Bilmiyoruz,” diye yanıtladır bir ağızdan. “Peki, merak edip annelerinize, babalarınıza, ninelerinize, dedelerinize sormadınız mı?” Yanıtları, “Hayır” oldu. İşte bu meraksızlık yarattırmıyor. Oracıkta üzülüverdim.
Hava kararmadan yolun öbür tarafına geçip muazzam büyüklükteki tiyatroya koşturduk. Resim Bölümünde okurken Antalya’ya götürmüşlerdi. Aspendos tiyatrosunda en tepeye çıkmıştık, hocamız sahneye madeni para atmıştı ve ses olduğu gibi tepeye gelmişti. Arkadaşlara bunu anlattım. Depremde epey zarar görmüş, taş bloklar sağa sola serpilmiş ama tiyatro görkeminden hiçbir şey kaybetmemiş. O zaman şuna hayran kalıyorum doğayı mimari açıdan çok güzel değerlendirmişler. Şimdi niye böyle tiyatrolar inşa etmiyorlar?
Karanlıkta döndük. Gelirken yol uzun ben onlara zahmet verdim diye bir ara yüreğim sıkışmıştı ama dönerken o kadar çok teşekkür ettim ki. Doymak budur işte.
Arkadaşlara bir anımı anlattım. “Anjelika’nın Külleri” diye bir filme gitmiştim. Bir sahnesini hiç unutamıyorum. Tam sefalet sahnesi. Anne ve çocukları yırtık pırtık giysilerle oldukça fakir, düşkün bir mekandalar. Anne büyük çocuğa para uzatıyor, “sinemaya git bu parayla” diyor. Yanımdaki arkadaş çıldırmıştı adeta. “Bu kadar fakirlikte, açlıkta sinema için para vereceğine ekmek al demeliydi” demişti. Ona yanıtım şu olmuştu; “önce beyni doyurursan, karnı da doyurmanın bir yolunu bulursun. Ama önce karnı doyurmaya kalkarsan beyni de, hiçbir yeri de doyuramazsın. İşte fark burada…”
Akşam Kütahya porselende yemek yedik ama bana orası da Cini Müzesini unutturamadı. Yemeği maç ve tezahüratlar eşliğinde yediğimiz için pek rahat olmadı. Fakat yuvarlak değil de kare tabaklardaki sunum dikkatimi çekti. Nitekim seminer sonu verilen plaket de diğer üniversitelerden aldığım gibi yuvarlak değildi kareydi ve içinde lale deseni vardı.
Ertesi günü sabah ve öğleden sonra seminer verdim. Güzeldi. Sabah seminerinden sonra sosyal tesislerine gidip yemek yedik. Orada çok çalışkan olduğunu söyledikleri Rektör Beyle ve Rektör yardımcısıyla tanıştırıldım.
Akşam sürekli sayıkladığım Çini müzesine götürüldüm. Tabii bir şahsa ait müzeye. Sayın “Avukat Sadık Atakan Çini Evi” Öyle değerli insanlar olmasaydı hiç müze göremeden dönecektim az kalsın İstanbul’a. Defterlerine yazarken bir de taş plaktan sevdiğim bir şarkı dinlettiler o gün ancak bu kadar güzel noktalanır derken Animasyon mezunu Sayın Sercan KEHRİBAR, babasının dükkanına götürdü bizi. Ruhumuz doymuştu birde karnımız doydu orada. Kestane, mantar ve haşhaşlı çöreklerle. Ama o kadar mı? Orada babasının konuşmaları başka bir doygunluk nedeniydi. Canlı bir tarih konuşuyordu adeta. Gözleri dolarak anlattığı, “kitaplarda yok bunlar,” dediği bir öyküyü paylaşmak istiyorum.
Bir köyden bahsetti, şu an adını anımsayamadım. Aslında konuşurken notlar aldım ama hızlı konuşulduğu için yetişemedim tabii. O köye gittiğinizde sadece tarih konuşulurmuş ve onunla ilintili savaş tabii. Bir gencin üç kızı varmış. Bir cepheden gelmiş eşi ve çocuklarına “merhaba” deyip diğer cepheye gitmiş ve ardından ölüm haberi gelmiş.
Geçen senelerde o köye İstanbul’dan büyük olasılıkla Erenköy Kız Lisesinden bir grup öğrenci, öğretmen gelmiş. Daha doğrusu gezileri nedeniyle uğramışlar. O zamanlar bez afiş yok ya da olanakları yok. Bu nedenle otobüslerinin önüne okullarının ismini yazan kağıt afiş koymuşlar: Tabii kağıt yolda hırpalanmış, yırtılmış. O köyde mola vermişler. Bir bayan öğretmen de masaya afişleri sermiş bantla yırtıkları yapıştırıyor, tamir ediyormuş. Konuşulan konu “savaş.” Yaşlılar anlatıyor. Ve diyorlar ki, “biraz ilerimizde savaşta ölenler yatıyor.” Ve bu üç kızı içeren bir öykü olması nedeniyle afişi tamir eden öğretmen oldukça heyecanlı bir şekilde “beni o mezarlığa götürün,” diye çığlık çığlığa fırlıyor. “Durun yemek yiyelim, yorgunsunuz, dinlenin elbette götürürüz,” dedikleri halde yemek falan yemeden soluğu mezarlıkta alıyor. Çünkü orada babası yatıyor.
Bu öykünün sonunda artık Sercan Beyin babasının gözleri yaşlarla dolmuş kıpkırmızı olmuştu. Yüreğim bir tuhaf oldu. Savaştan nefret ediyorum. Şu anda dünyada neden savaş var? Bundan hiç hoşlanmıyorum. Ülkelere demokrasi Irak’ta olduğu gibi savaşla getirilemez… Getirse getirse her iki tarafa ölüm getirir. Nefreti filizler, kini körükler… Ve çocuklara dünyayı zindan eder.
Sercan Beyin babası 500 yıllık taşlardan oluşan bir kolye hediye etti hepimize. Otlar sıkışarak taş olmuş, hakikaten camın içinde ot fosilleri gözüküyor. Aslında benim takıyla aram iyi değildir. Saatin dışında pek kullanmıyorum. Ama böyle bir incelik nedeniyle hemen orada taktım. Hala boynumda. Üstelik dün yeşil giymiştim, rengi uydu.
Bu günü hem beynim, hem midem, hem de ruhum doyarak yaşadım. İyi ki davet edilmişim ve iyi ki gelmişim. Bana bu güzellikleri, bu anlamı yaşatan herkese yürekten teşekkürler.
Seminer nedeniyle gittiğim fakültede kaldığım sürece birçok öğretim elemanının siteme girdiğini öğrendim.
Son gün geldi çattı. Kahvaltıdan sonra son kez Fakülteye gittik. Nurcan Hanım derse girerken ben de masasında internete girdim. Çok yavaş çalışıyor ama neyse yanımda Nietzsche’nin bir kitabını getirmiştim, sahneler yavaş açılırken arada kitap okudum.
Üniversiteden ayrılmadan önce çok çalışkan dedikleri Dekan Beyle tanıştırıldım. Ankara’dan yeni gelmiş. Kendileri SAYED’e üye olmak istediklerini söylediler. Başkanımıza ileteceğim.
Lale Hanımla, Nurcan Hanım beni otogara götürdüler. Orada yemek yedik ve Nurcan Hanım koca bir paket haşhaşlı gözleme getirdi. İstanbul’da da yiyebileceğim, yolda yemekle bitmedi çünkü. Tekrar tekrar teşekkürler…
13 -12 -2006 / İSTANBUL
Tülay ÇELLEK
Yıldız Teknik Üniversitesi
Sanat ve Tasarım Fakültesi
Sanat Bölümü Öğretim Görevlisi
http://www.tulaycellek.com
tcellek@yildiz.edu.tr
Bu yazı salt
www.amatorceedebiyat.com
ve
www.tulaycellek.com
Sitelerinde yayınlanır
|