Midyat’a gülümseyerek girdim, kahkahalarla çıktım.
“Görmüyor musun, sigaramı sarıyorum, bekle…”
Bu sözler, yolun ortasında durduğu için arabasının klaksonunu çalanlara… Tabii oraların şivesiyle… Sanatçılarımıza hayran kaldım, bu yörelerin şivesini harika taklit ediyorlar hatta yaşıyorlar, yaşatıyorlar, taklitten çok öte çünkü…
Havaalanına karşılamaya gelen arkadaşlar yolda bunu anlattılar… Bir köyden geçerken de köyün ne denli uyanık olduğundan örnek verdiler. Yöneticilerden bir şeyler alabilmek için ahalisinin nasıl kalabalık gösterdiklerini anlattılar.
Yerleşim yerlerinin özellikleri olmalı, her insanın özelliğinin olması gibi… Buraların en büyük özelliklerinden biri de çok kültürlüğünün yanında misafirperverlikleri. Kalktım içirdiler. Oturdum yedirdiler. İstedim ki İstanbul’da yemediklerimi, yöresel olanları yiyeyim burada. Benim beslenme; meyve, yeşillik ve nihayetinde beyaz et üzerine. Orada her şeyde kırmızı et var. Ama örneğin İstanbul’daki içli köfte ile buradaki içli köfte arasında dünyalar kadar fark var. Tabii buradaki harika. Son gün bir lokantada İskender yedirdiler. Aslında ben açlığa dayanamayan ve çabuk acıkan biri olmama karşın, burada acıkmaya fırsat kalmadan yemek sunuyorlar. Lokantada, “iskender yarım porsiyon olabilir mi, lütfen.” Dedim. “Olur” dediler. Yemek geldiğinde yanlışlık yaptılar zannederek itiraz ettim, “bana da tam porsiyon getirmişsiniz,” diye. Yanıt; “azdır”. Neresi az, anlayamadım. Ama bu arada annem, ”adamın teki tok karnına bir kuzu yemiş” derdi durmadan, ona uygun bir şekilde tabağımdaki her şeyi bitirdim.
Yatılı okudum. Bayramlarda memleketleri uzak olan arkadaşları evimize getirirdim. Annem yemek yemeleri konusunda çok titizdi. “yapma teyzeciğim, rejimdeyiz” laflarına kulakları tıkalıydı hep. Burada da öyle. Yemeği bir yerde, tatlıyı başka yerde yiyor kahve ve kapicinoları da bir başka yerde içiyorduk. Kahve ve kapicinolar “Gümüş Kafeterya” da içildi hep. Adına uygun, her şey gümüş rengiydi, hayran kaldığım saatlerine kadar. Kitaba ve saate zaafım çok. Tabii yediklerimin ve içtiklerimin lezzetine diyeceğim yok. Hayatımın en güzel künefesini orada yedim. Üstüne harika dondurmasıyla birlikte.
İlk defa oralara gidiyordum. Korkmadım, endişelenmedim dersem yalan olur. Ama orada çocuklar, gençler vardı ve ben onlar için gidiyordum. Riske atılmalıydım. Kendime de yakıştıramazdım Sayın Ferhat ŞENATALAR’a hemen verdiğim sözden dönmeyi. Uçağa bindiğimde migrenim hat safhadaydı. Bir de pilot ve bazı hosteslerin Türkçe bilmediğini öğrendiğimde artık kafam zonklamaya başlamıştı. İngiltere’de, Almanya’da ya da Fransa’da sizce, kendi dillerini yani Fransa’da Fransızca bilmeyen hostes ve pilotları işe alırlar mıydı, Fransa’nın iç hatlarında kullandırılır mıydı, Almanya’nın semalarında uçururlar mıydı? Yanıtı kesinlikle, “hayır”. Peki biz neden hiç Türkçe bilmeyen pilot ve hostes’i alıyoruz? Bu hiçbir anlamda doğru değil. Ben İngiltere de yaşayacak ve çalışacaksam İngilizce bilmek zorundayım. Onlar da Türkçe’yi bilmeliler burada.
Havaalanında Müdüre Hanım, Ünal Bey ve “Benim Kartım” ın sahibi Edip Bey karşıladılar. Yolda migrenimin geçtiğini fark ettim. Çünkü yerini kahkahalar almıştı. Orayı, özellikle de Hasankeyf’i gördükten, pırıl pırıl öğrencilerle karşılaştıktan, harika konukseverlikten sonra, “iyi ki korkumla savaşmışım,” dedim, durdum devamlı. Gerçekten riske atılmasaydım, böylesine harika bir düş yaşamayacaktım.
Başta Sayın Ferhat ŞENATALAR olmak üzere, Midyat Kız Meslek Lisesi Müdüresi Sayın Hicran SAYILKAN ve Lisenin değerli öğretmenlerine, Müdüre hanımın akrabasına, Karadenizli – Ordulu olduğunu öğrendiğim Ecz. Sayın Ünal GÜNEL’e, Sayın Edip EDİS’e ve değerli eşlerine, KML Çocuk Bölümü tüm öğrencilerine, personeline, bizi gezdiren ve Diyarbakır’a getiren değerli şoföre, yemeklerini, dondurmasını, kapicinosunu, ayranını içtiğim herkese yürekten teşekkürler…
Gördüm ki birey olamaya hazır, ozan ruhlu, duyarlı, zeki, saygılı öğrenciler var. Gördüm ki, çok değerli idareciler ve eğitimciler var. Oraya bilgi getirmek gerekiyor. Orayı, oradakileri sevmek, saygı duymak gerekiyor. İlgiye gereksinmeleri var. Anneme ve babama binlerce teşekkürler. Beni sorumluluk sahibi yetiştirdikleri için. Bu arada annesi rahatsızlaşan öğretmenime tekrar tekrar geçmiş olsun dileklerimi yineliyorum. Umarım iyileşmiştir.
Rahat ettiğim bir otelde kaldım. Ama oraya kadar, önce Kasımiye Medresesi gezdirildi. Uçsuz bucaksız bir ovanın ortasında. Sonra Artuklu kervansarayına gittik. Çay içildi. Zaten burada bir yere gidiyorsunuz. Oturmak için arkanızı dönüyorsunuz, oturduğunuzda size çay ikram edildiğini görüyorsunuz. Daha hatır sormadan, “nasılsınız,” demeden çay geliyor. Bu bana idareciliğimin ilk günlerini anımsattı. Gelene, gidene çay söylüyordum, sıcak, samimi, ilgili bir ortam yaratmak için. Tabii nezaket gereği ben de çaya eşlik ediyordum. Ama çayı sadece kahvaltılarda kullanan ben, zariflik olsun diye perişan olmuş, çay içime konusunda eşlik etmeye ara vermiştim. Burada da bir değil, iki değil, baktım olacak gibi değil, “çayı içemeyeceğimi” söyledim. O zamanda durmadan kahve ikram edildi… Midyat Devlet Konukevi de bizi çayla karşıladı. Her yer öyle. Gerçekten şu yazıyı yazarken bile gülümsüyorum.
Pazartesi sabah ve öğleden sonra olmak üzere 2 seminer verdim. Tüm okula seminer vermiş oldum böylece. Müdüre hanım ve öğretmenler de katıldılar seminere. İstanbul’da birkaç okula gitmiştim. Öğretmenler katılmamıştı. İşte buradaki farkı herkese göstermek istiyorum. Üstelik seminerime gelen herkesi katarım. Öğretmen arkadaşlar oldukça yaratıcı fikirler üretip, öğrencilere örnek oldular. Öğrencileri de beğendim. Oldukça neşeli geçirdik semineri. Gerçekten ben de zenginleşerek döndüm İstanbul’a.
Seminerden sonra bir kafeteryaya götürdüler. Gece canlı müzik yapılıyor. Bakraçlar ters asılarak ışıklara abajur yapılmış. İlginç tastan, ilginç küçük bir kepçe ile ayran içtik. Malum, tatlı yedik. Sanırım burası daha önce hayvan barınağıymış. Sonra bir Süryani Kilisesi gezdik. Sonra da yemeğe. Daha acıkmamıştım. Tandır mı, kuzu kızartması mı kocaman bir iç pilavla et yığını kondu tabağıma. Sonra künefe yemeğe Edip Beyin komşusuna gittik ve ver elini Ünal Beyin Gümüş Kafeteryası… Edip Bey telefonuna çok komik şeyler doldurmuş. Bir muhtarla yapılan söyleşi ve kandırılan bir Midyat’lının konuşmaları. Gülmekten kırılıyorsunuz…Ünal Bey, Başkanı olduğu MİDER’i ( Midyat Kültür Sanat Yardımlaşma Turizm ve Çevre Derneği) anlattı.
“Bir taşta siz koyun” Çocukların geleceği için. Okul bulunmayan köy ve mezralara okul yaptırmak görev edinimlerinden biri.
Bağış için; TC Ziraat Bankası: 434 285 98, Halk Bankası: 160 000 18, İş Bankası: 246 272, Döviz Hesabı - EURO hesabı; Türkiye İş Bankası Midyat Şubesi, Hesap No: 6530 0050211
Dernek Tel: 0 482 464 00 46
Midyat’a gelip de kuyumcuları gezmemek olur mu? Bir kuyumcuda oturduk. Çay geldi hemen. Olağanüstü incelikte gümüş takılara hayran kaldım. Çiçekler burada gümüş olmuş ya da gümüşler birer çiçek olmuş, diyelim. Gümüş hediyelere teşekkür ediyorum. Midyat’ın güzel bir anısı olarak saklayacağım. Oraya giderken Vakfımızdan, Üniversitem adına Liseye kitap hediye getirmiştim. Ve ayrıca ben de ufak tefek, cam sakızı çoban armağanı misali hediyeler verdim.
Salı günü bol bol gezdirdiler. Önce otelimden alındım, Lisede menemenli kahvaltı yaptık. Hayatımda ilk defa böyle bir kahvaltı yaptım. Sonra Mor ( Aziz ) Gabriel Manastırına götürdüler. Yerleşim yerinden uzakta kurulmuş. Çünkü burada yaşayan dini görevli olanlar evlenmezmiş. Oldukça büyük ve güzel taş işlemeciliğine sahip duvarları. 70 kişi yaşıyormuş. Süryani Ortadoks Manastırı. 14 rahibe, 1 rahipleri var şu an.
Yollarda bol bol keçilere rastladık. Bir de taş oyma atölyesine getirdiler. Genç işçiler çalışıyor.
Öğle yemeğinden sonra 1. derece sit alanı olan Hasankeyf’e gittik. Gördüm ve büyülendim. Tepelere çıktık. Taşları kaygan. Aslında her sene taşlar ters yüz edilirmiş. Çok ziyaret nedeniyle kayganlaşıyormuş. Küçük oyuklar var. Hava delikleriymiş. Tarla sürmeye yarayan eski tip aletler gördük. Oldukça verimli topraklara sahip. Höyük, ören yerleri, anıtlar, mağaralar ve kubbeler var…
Hasankeyf, Mezopotamya’da insanlığın yerleşik hayata geçtiğinin belirgin örneği. Dağların tabiiliğinde mağaralara sahip. Kalenin tarihi dokusu olağanüstü. İbadethaneleri var; Zeynel bey Türbesi vb... Daha nice tarihi eser, kazı çalışmalarıyla ortaya çıkmayı bekliyor. Ancak orada rastladığım ekip kazı değil, kurtarma çalışmaları yaptıklarını söylediler. En az 700 yıllık bir geçmişi olan Hasankeyf’te.
Dicle, gümüş gibi pırıldıyor. Kenarları zaman zaman çardaklarla doluyormuş, ziyarete gelenleri ağırlamak için. Gerçekten burası, buradaki yaşam, buranın tarihselliği, kültürel birikimi sulara gömülmemeli… Yaratıcılık, tek çözüme dayalı bir olay değildir. Çözüm bulunur mutlaka. Yeter ki insana dair etiğe, sevgiye, saygıya sahip olalım.
Diyarbakır’ı dolaşmaya vakit kalmadı. Ama son bir kez tatlı yemeğe vakit ayırdık. Tatlı yedik, tatlı konuştuk. Tekrar tekrar teşekkürler, güzel insanlar…
17-04-2006 / İSTANBUL
Not: Bu yazı sadece,
www.amatorceedebiyat.com
Ve
www.tulaycellek.com
da yayınlanır. Teşekkürler…
|