Şu sıralar evde Sayın Leyla ERBİL’in “Mektup Aşkları” nı okuyorum. Ağzımız Aşk mektuplarına alışkın ama yaratıcıysan bu, mektup aşklarına dönüşüverir. Hele Sayın ERBİL gibi Nobel adaylığına gösterilen değerli bir yazarda her şey ters yüz olur…
Cumhuriyet kitap ekinin birinci sayfasını açınca gülümseyen güzel bir yüzle karşılaşırsınız. Sayın Asuman KAFAOĞLU BÜKE’ nin bu haftaki konuğu, “Üç Başlı Ejderha” ile Sayın Leyla ERBİL olmuş, Heyecanlandığım için yazının ardına gizlenen ben mektupları seçmiştim. Doğrusu kitabın adı da çok hoşuma gitmişti. Nitekim doğumlarda da herkes cinsiyet araştırması yaparken ben isim merakımı yenemem. Hele farklıysa mutlanırım da üstelik…
Sayın Leyla ERBİL ile ilgili bir sempozyuma katıldım; “Tuhaf Bir Yazar: Leyla Erbil’de Etik ve Estetik” Doğrusu en çok beğendiğim ve bana çok yararı olduğuna inandığım konuşmayı Sayın Cem MUMCU yaptı. Hemen internetten araştırdım. Zaten “google” en yakın arkadaşım. Sayın MUMCU’ nun ‘Desen mi, Demesem mi’ isimli kitabı çok ilgimi çekti. Kitap adlarını çok önemserim. Yazdığım yazıların ismini de çok düşünürüm. Öyle olmalı ki; yazının özeti, can damarı olsun. Sayın MUMCU önce ilginç bir şekilde yaratıcılığı tanımladı ve Sayın ERBİL’i bu tanımın tam ortasına oturttu.
“Sanat uğraşıcısı; Bilgi ve donanımlarla şarkı söyleyen, resim yapan… Asıl yaratıcı; bir ayağı var olan düzlemde, algıladığı yerde bulunuyor, bir ayağını da boşluğa koyuyor ve yeni bir alan yaratıyor. Yeni yaratılan alanla, alan genişler. Bir de belirli bir alanla, bir boşluk söz konusu… O boşluktakilere deli denebilir. Bir alan; Picasso’nun Guernica’sı…” C.MUMCU
Picasso sergisine gittim. Tanıtımı çok iyi ama sergi ne yazık ki o kadar doyurucu değil. O reklama daha fazla, daha iyi bir sergi beklemiştim. Ama konferanslarla zenginleştiriyorlar. Bir de filmler var. Yine Türkiye’ye gelmesi olumlu bir tavır, bir kültür olayı.
“Yaratıcılık;
• Apollien yaratıcılık; edebiyat ya da plastik sanatlar bilgisi, donanımı… Bu işin Apollonien kısmı. Yaratıcılığın var olması için gerekli, ama yeterli değil. Bilgiyi yineleyerek yeni şeyler yaratabilirsiniz.
• Dionisien yaratıcılık
Artistik alanda yaratılan yeni alan, yeni bir dil kurmak, kendine ait algı+bilgi+görü düzeyi bunları alıp – alıp öbür tarafa gittiğinde esas yaratıcılık budur. “Yeni alan”; tepelerdeki uyumsuz yerler…. Bu yeni alanı açmak için, yeni aletlere, yeni dile, yeni duygulara, yeni biçimlere gereksinim vardır. Bu, genel bilindik alanın dışındadır. Kenarındadır. Korkutucudur. Bunu aşanların anlaşılması zor olabilir.” C. MUMCU
Sempozyuma geç geldim erken ayrıldım. Çok kısa bir notum daha var sanırım Cem Beyden önce konuşandan almışım. “Yeni bir şey yaratmak, yeni bir biçim gerektirir… “Akan cümleler” denmiş. Bunun üzerine çok etkilendiğim ve önemsediğim bir şeyi not almışım, TÇ diyerek. “Sözcüklerin melodisi var.” Gerçekten ben buna çok dikkat ederim. Hatta İngilizce’de kulağım çok tırmalandıysa cümlenin yanlış olduğuna karar veririm. Ve bu doğru çıkar. Türkçe’ de de öyledir bence. Nitekim bu nedenle şiir çevirisi çok zor olsa gerek. Çünkü dillerin, dillerdeki sözcüklerin melodisi ayrıdır. Yan yana geldiklerinde oluşturdukları ezgi ayrıdır. Bu, dile göre değiştiğine göre, şiir çevirisi gerçekten çok zor olmalı. Nitekim, “çeviri yapan, şiiri yeniden yazar,” denir. Buna katılıyorum. “Yatağına sığınma” denmiş. Ben de uykuya sığınırım. Yatılı okulda adım uykucuya çıkmıştı. “Seni, ‘iyi geceler arkadaşlar’ sözünle anımsayacağız” derdi arkadaşlarım. Bir de, “vapur - İstanbul, vapur - isyan” notlarımın arasında… Hemen “vapurumuzu vermiyoruz” usuma girdi…
Erken ayrılışımın nedeni, Hocam Sayın Prof. Dr. Mehmet ÖZER Beyin oğlunun nikahına gidebilmek içindi. Eşi Leyla Hanımı görünce çok sevindi. Çok neşeli bir çocuktu. Benin ders içi yarışma jürilerini onların evinde yaparız hep. Her jüride bizi güldürürdü. Tebrik ederken bunu söyledim. “Jürilerde seni çok arayacağız,” diye. Hakikaten son jüri onsuz geçti. Bir de bilgisayar işlerine o bakıyordu. Neyse şimdi kızı almış yerini. Birkaç yıl önce de kızının nikahına gitmiştim. Hiç unutamıyorum. Nikaha gideceğim diye, kıyafetim ve makyajım ona göreydi. Evden böyle çıkmıştım, çünkü geri dönmeyecektim. Nikah akşam üzeriydi ve o gün dersim yoktu. Okuldan doğrudan nikaha gidecektim. O zaman Maslak’ta idim. Öğlene doğru Müdür Bey çağırdı. “İnşaat Programından bir arkadaşın babası vefat etmiş, sen bizleri temsilen cenazeye gideceksin,” dedi. Enteresandır o da aynı yerde ve nikahtan hemen önce… Üstelik arkadaşı da fazla görmedim, iyi tanımıyorum. Camide epey zorluk çekmiştim. Neyse o gelip beni bulmuştu. Evet aynı günde bir ölüm, bir evlilik ve arka arkaya… Unutmadığım günlerdendir.
***
Karikatürle aram çok iyidir. Karikatürü çok ciddiye alırım. “Dünya Çizerlerinden Nazım Hikmet Portreleri” Karikatür sergisine gittim. Orada Sayın Erdoğan KARAYEL ile karşılaştım. Ve başka dostlarla da… Sergi açılışlarına gitmeyi bu nedenle çok severim. İstanbul’da buluşma yeri oluyor.
http://www.donquichotte.at/frameset-tr.htm
Orada öğrendiğim, daha sonra Karikatür müzesinde açılan uluslararası olan “New Orleans” Karikatür sergisine gittik arkadaşla. Bu arada Karikatürcü arkadaşlara “yaratıcılık” semineri düzenlemeye karar verdik, dernek başkanı Sayın Raşit YAKALI ile.
***
Bir gittiğim sergi de Sayın Mümtaz YENER’ in. İstanbul’a yeni geldiğim yıllardı. O zamanlar yaptığım hiçbir şeyi unutamıyorum. İşte unutamadığım sergilerden biri de Sayın Mümtaz YENER’ in Taksim Sanat Galerisinde açılan sergisiydi… Aslında sergiyi gördüğümde düşündüklerimi unutamıyorum. Desenler çok iyiydi. İşçiler resmedilmişti. Ama makineleşmiş bir vaziyette. O sanki, döneme ve vücuda nüfus etmiş çarkları hiç unutamıyorum. Tabloların fiyatları oldukça pahalıydı. Şöyle düşünmüştüm; “Bu pahalı tabloları almaya işçilerin gücü yetmez. Patronlar da bu pahalılıkta olan işçi tablolarını satın almaz.”
Yıllar sonra ikinci sergisine gittiğimde aynı temanın işlendiğini gördüm. Bir de karıncalar eklenmiş bu sergiye. Ya da ben bu sergide karıncalara daha dikkat etmiş olabilirim. Çalışkanlıktan olsa gerek, işçilerin yanında karıncılar yakışmış. Üstelik lekeleri oldukça iyi tablolar. Sergi sonrası yazılarını okuduğum ve SAYED vesilesiyle tanıştığım Sayın Prof. Dr. Kaya ÖZSEZGİN’in, Mümtaz YENER’ i anlatacağı konferansa katıldım. Özet olarak aldığım notlar: ‘Yitik Bir Yaşamın Peşinde Koşmak’ Güzel bir yazı başlığı bir yazısında kullanmış Sayın ÖZSEZGİN.
“Mümtaz YENER değince akla ilk gelen ‘Yeniler Grubu’ oluyor. Başlarında Nuri İYEM var. 1940 da kurulmuş. ‘Yeniler Grubu’ bir tepki grubudur. Öncelikle Akademiye tepkidir. Bir amaçları, toplum yaşamını sanata getirmektir. Bu arada anımsatmalar var. Avrupa sosyal realizmi. Barbizon Okulu, Millet, Courbet, Daumier gibi sanatçılar… Sosyalist realizm, Rusya’daki Ekim devriminden sonradır, ama farklıdır. Yeniler grubu, sosyal realizme yakındır. Söylemleri, ‘Halkı tanıyalım, halka yabancı olmayalım. Çalışanların arasına, liman işçilerinin arasına karışalım.’ Her biri ayrı yöreye gider, halkla ilişkiye girer ve resim yaparlar. 1941 de sergi açarlar. 1951 de grup dağılmıştır. Mümtaz YENER’in resmi değişmemiştir. Gerçekçi mesaj vermektedir.
• Makine ve insan
• Karıncalar
Mesajı hep aynıdır, devamlılık gösterir. Figüre bağlıdır. Figürü yanlışsız, çok doğru çizmek, klasik ögeye bağlı olmak, doğa ve insanı işlemek yapısını gösterir, Sayın YENER.
Karıncılar 1960 da geliyor konularının arasına. İnsanın yerini karınca almış. Ama tema aynı. İşçinin yerini karınca almış, 1960 sonrası yaptığı dizide. Aslında burada da insanı anlatır.
“Makine ve insan ilişkisidir,” derdi. Makineyi yaratan ve yönlendiren insandır. Birbiriyle çelişmeyen iki form. İnsan makineyi buldu. Egemen olmak isterken tahakkümü altına girdi.
Bir de ‘Beyoğlu Resimleri’ vardır. Beyoğlu’nun kalabalığını anlatır.
‘Bütün insanlar mutlu olmalı.’ Mümtaz YENER. Sayın Kaya ÖZSEZGİN’e konferansından dolayı teşekkür ediyorum.
***
Fotoğrafla aram çok iyi. Sergilerini, entelektüel tarafını iyi takip ediyorum. Derslerime de aktarıyorum. Yağmurlu, çok kötü bir hava ama yine de önce İstanbul Fotoğraf Merkezinde açılan “Vapur İstanbul” sergisine gittim. Vapuru seviyorum. Karşıdan denizi, martıları izleyerek geçmek çok keyif veriyor. Bu nedenle vapurlarımızı vermek istemeyenlerdenim. Sergiye de özellikle o kötü havada bu nedenle gittim. Fotoğrafları ve bir iki tanıdığı görünce de gittiğime çok memnun oldum. Oradan Karşı Sanata geçtim. “World Press Photo” 2005 Sergisini görmek için. Herkese tavsiye ediyorum. Müthiş kareler var. Dünyada neler oluyor? Her fotoğraf bir öykü, bir makale ve birer şiir…
Bir de portrelerin ağırlıkta olduğu sayın Bekir ORMANCI’nın fotoğraf sergisine gittim. Ama önce fakülteye gidip çalıştıktan sonra. Sergide arkadaşımla buluştum. Çoktan görüşmemiştik. Sohbet ettik.
***
Cumartesi akşamı Can Kitaba gittim…“Amadeus Olmayan Mozart” başlığı altında gerçekleşecek etkinliğin konuşmacısı Sayın Aydın BÜKE idi. Türkçe yazılan ilk Mozart biyografisinin (Mozart – Bir Yaşamöyküsü) yazarı Aydın BÜKE’ yi ilk defa dinledim. Çok da yararlandım. Etkilendim. Eşi Asuman Hanımın geleceğini tahmin etmiştim. Görünce sevindim doğrusu. Mozart’la ilgili bir yazı hazırladım severek. Ama bazı şeyleri oraya yazmadım. Örneğin Aydın Bey, Mozart ailesinin mektuplarında ne kadar dedikoduyu sevdiklerinden bahsetmişti. “Falanca bayan baloda ne giymiş” e kadar Mozart tarafından soruluyor ve ablasından tam ayrıntılı yanıt alıyor. Ayrıca özellikle Nadir NADİ’ nin “Dostum Mozart” kitabında Mozart’ın bazı mektuplarının çok laubali olduğundan bahsediliyor. Tabii internette geniş bir araştırma yaptım. Bu fazlaca olan, laubaliliğe ulaşan mektupların, Mozart’ın çalışma, yaratma, üretme uğruna çocukluğunu da, gençliğini de doğru dürüst yaşamayışına, mektuplarda bu şekilde bir nevi kusuş da olduğuna dikkat çekiliyor. Bir de babanın çoğunlukla aşırıya kaçan yönlendirme uğruna yapılan baskısı dikkatimi çekti. Belli ki her çağ yapma ama daha ziyade satmayı bünyesinde taşıyor. Gerçi şimdiki zamanda “yapma ama sat” daha geçerliliğini koruyor.
***
Pazar akşamı da ilk defa Lozan Mübadilleri Vakfının 83.yıl yemeğine katıldım. İnanılmaz derecede eğlendik. Zaten Rumeli havalarını çok severim. Trakya şarkıları – türküleri beni çok etkiler. Akordeonu ile Sayın KETENÇOĞLU ve Korosu harikaydı. Hepimizi coşturdular. Arkadaşla bu yemeklere katılmaya karar verdik. Üstelik iki tesadüf yaşadım. Biri hiç tahmin edemediğim fotoğrafçı bir tanıdığın annesi de Selanik göçmeniymiş, babam gibi, orada öğrendim. Bir de yazıştığım biriyle karşılaştım, aynı masaya düştük. Çok eğlendik ama birlikte gittiğim arkadaşım Neriman Hanım kar ve buzlanma nedeniyle arabasını çıkartamadığı için istemeyerek erken kalkmak zorunda kaldık.
***
Arkadaşım Neriman Hanımın emekli olması hem kendine, hem de bana yaradı. Arabasıyla müze gezer olduk. Kendimize bir plan yaptık. Önce güzel bir havada Minia Türk’e gitmeye karar verdik. Gerçekten tüm eksikliğine karşın görülmesi gereken bir yer. O gün hava da çok güzeldi. Kışın ortasında yazdan kalma bir güneşle doya doya dolaştık. Zaten kötü bir havada asla gezilemez. Sanat eseri olabilecek nitelikte tanınmış yapıların minileri yapılmış. Maketler güzel, sevimli gerçekten. İstanbul turu yapıyorsunuz. Çok küçük bir Türkiye ve dünya turu da var. Özellikle her turist gezmeli. Neriman Hanımın dijital fotoğraf makinesi de çok güzel fotoğraflar çekmemizi sağladı. Bir de yapıtların açıklamaları var. Aldığınız bilet bunu sağlıyor. Ayrıca küçük tabelalar var, tanım yapan. Onlar Türkçe ve İngilizce olabilirdi. Olması gereken birkaç yapıt, bina, yontu atlanmış. Olmasa da olur bir iki yapı dışında iyiydi doğrusu. Akşamüzeri arkadaşın önerisi üzerine Piyerloti’ ye çıktık. Oraya yıllarca önce İFSAK tan arkadaşlarla yürüyerek çıkmıştık. O zamandan aklımda kalan yolda gördüğümüz yediveren gülleriydi. Bir de orada iç mekanda çekilen aynanın da bulunduğu bir fotoğraf usumda. Bu gidişimiz arabayla oldu tabii. Dışarıda oturduk. Manzara nefis. Soluk Aldığımı hissettim. Zaten yiğidim İstanbul’u değişik açılardan görmeyi çok severim. Bir çay içtik zehir gibi. İçine belli ki karbonatı doldurmuşlar. Açık renk istediğimiz halde acısı damağımızı zehir etti.
***
Soğuk bir günde de Koç Müzesine gittik. Park yerinin olması iyi. Dönüşte öğrencilerime sordum, “Koç Müzesine” gittiniz mi, diye. Özellikle Makine Mühendisliğinde okuyan öğrencilerin bu müzeyi görmesi gerekir. O kadar makine ve motor var ki. Hakikaten dolu dolu bir müze. Eski çağlardan günümüze kadar arabaları getirmişler - sergilemişler. Bu bana Bursa’da gördüğüm bir müzeyi anımsattı. Orada da tekerleğin buluşundan başlamışlar kağnılardan günümüze kadar, arabalar getirilmiş. Ağaçtan metale geçiş ve motorun tarihçesi çok güzel sunulmuş. Burada da böyle bir sergileme var ama burası çok daha geniş kapsamlı. Örneğin çocuk arabaları var yine tarihsel bir süreç çerçevesinde. Aynı şekilde bisiklet tarihsel gelişimi içinde gösterilmiş. Zaman zaman gördüklerimiz bizi güldürürken, zaman zaman da hayrete düşürdü… Sadece karadaki arabalar değil deniz de düşünülmüş. Gerçekten Makine Fakültesinde okuyan tüm öğrenciler gelmeli ve hocaları da tabii. Mutlaka giden vardır. Fakat yaygınlaştırmak gerekir. Ayrıca gökler de var serviste. Uçak da atlanmamış. Bir de denize dair yağlıboya tablolarla zenginleştirilmiş, deniz bölümü. Müzik aletleri de sergilenmiş. Gramofonu gördüğümde doğrusu ondan müzik yayını yapılmalı diye düşündüm ve söyledim. Orada kesin müzik yayını olmalı. Bazı aletler, tren maketleri yanına yaklaştığınızda çalışıyor. Bu hoş. Gerçekten gezilmesi gereken bir müze. Bir tek aşırı yorulduğumuz ve oturacak yerleri olmadığı Londra’daki müzeler gibi, acıktığımız için de kafeteryasına gittik ve çıktık. Niye mi? İnanılmaz pahalı… Biraz ileride neredeyse oradaki çay fiyatına ikişer tabak ve içecekle karnımızı doyurduk. Halbuki Sabancı Müzesinin kafeteryasında oturduk. Kapiçinolarımızı uygun bir fiyatla içtik. Orada da Picasso kitabı çok pahalıydı.
***
şu an sınavlarım – finaller bitti. Notları verdim. Ancak final öncesi dönem içi notlarını verip dönemi kapattığım için 2 hafta sonu cumartesi fakülteye gidip çalışmalara bakmak zorunda kaldım. Aslında bir asistana gereksinmem var. Bu dönem yine yoğun bir seminer programım var. Sanki çocuklar barajın kapağını açtı, seminer fışkırmaya başladı. Seminerlerden çok memnunum. Ben de zenginleşerek ayrılıyorum.
***
J.P. SARTRE’ye hayranım. Kendimi dünyaya karşı sorumlu hissediyorum. Siyaseti sevmiyorum. Ama sivil toplum örgütlerinin gücüne çok inanıyorum. İmza vermeyi – toplamayı çok çağdaş bir davranış olarak kabul ediyorum. Bir çok alandan, fikirden arkadaşım var. Fakat her alana sınırlı yaklaşıyorum. Yapıma uygunluk kadar yanaşıyorum. Karşı duruşu olanlara hayranım. Hele Nobel’i reddetmek gibi bir tavır gösteren SARTRE düşkünlüğüm bir başka boyutta gerçekten. Bir ara Sayın Yaşar KEMAL’in böyle bir beklentisi olduğunu, ancak daha sonra üzerinde durmadığını duymuştum. Ama birilerinin ödül alabilmek adına, insanları barış içinde bir arada yaşarken, karşı karşıya getirmesini şık bulmuyorum. Nobel’e bir iki…
05 – 02 -2006 / İSTANBUL
Not: Bu yazı sadece bu adreslerde yayınlanır.
http://www.tulaycellek.com
http:www.amatorceedebiyat.com
“TÜLDEN YANSIMALAR”
|