Tüm dünyayı Londra’ya taşımışlar adeta ve gözleri gibi bakıyorlar. Her yapıt sanki yüzyıllar önceye değil de düne aitmiş gibi tertemiz, yepyeni görünüyor…
İngilizce konuşmaya gitmiştim ama kaldığım sürece yıllardır sanat tarihi derslerinde gördüğüm yapıtların gerçeğini karşımda görünce, onlarla sessizce konuşmaya başladım her dilden… Yoğun iç konuşmalarım olmuştu gördüğüm tüm yapıtlarla… Orada kaldığım, gezdiğim sürece hemen hemen hiç İngilizce konuşmamış ama ülkeme dönerken tüm dünya dilleriyle zenginleşmiştim. Bu, o kadar etkili olmuştu ki öğrenciler ve veliler tekrar yurtdışına çıkarsam onlar da benimle gelmek istemişlerdi. Veliler, “çocuklarımızı da götür,” diye aramışlardı uzun süre.
İngiliz öğrencileri gördükçe, öğrencilerimizi düşünmüştüm sürekli. Zekası, yaratıcılığı yerinde olan ama ezber eğitimde nasıl yok edildiklerini aklımdan çıkartamıyordum bir türlü sevgili gençlerimizi, çocuklarımızı… Türkiye’ye dönünce daha bir sarılmalıydım çalışmaya, nasılsa çalışmayı seviyordum. Londra’da sorumluluk duygum adeta şaha kalkmıştı. Özellikle müzelerde gördüklerim ve oradaki kalabalıklar beni çok etkilemişti. Kucağında bir aylık çocuğu ile gelen annelerle, bastonuyla zoraki yürüyen yaşlılar ve genç kuşak dikkatimi çekmişti. Ülkemde bunlara çok sıklıkla rastlamak mümkün değildi o zamanlar. Ama şimdi arka arkaya açılan ve reklamı bol yapılan müzeler biraz hareketlilik sağladı Türkiye’de. Nihayet bazı kuruluşlar bu yolla reklam yapmayı düşünür oldular. Eğitim bağlamında da son dönemlerdeki daha doğrusu yıllardır önerilen, yapılması düşünülen iyiletimler var ama yine de tüm bunların yaşam bulması için zaman gerekecek.
Londra’da yaşayan hocam Sayın İsmail SARAY’ ın hazırladığı ve elinde tek kalan kitap olan “Türkçe Londra Rehberi” epey işime yaradı. Orada aldığım en güzel hediye oldu. Gerçekten çok ayrıntılı, iyi hazırlanmış bir rehber. Elimden hiç düşürmemiştim, Londra’da kaldığım sürece… Gezdiğim yerleri not almışım, çok etkilenerek… Bir kere de birlikte dolaşalım Londra’yı…
Her şeyden etkilenmiştim ama en çok etkilendiğim, sanat müzelerinin yanında, Bilim, jeoloji, Doğa Tarihi Müzesi oldu…
Bilim Müzesi; ( Science Museum ) 1856 yılında kurulmuş. Tarihini özellikle yazıyorum. Bilimi müzeye taşıyıp kalıcı ve görücü yapmak önemlidir. Bu düşünceye o tarihte sahip olmak daha da önemlidir. Eski çağlardan güne uzanan zaman diliminde 100 ün üstünde konuya ev sahipliği yapıyor ilginç binası… Yazıya Sayın SARAY ’ın kitabından devam edeyim. Giriş katı; makinelerin tarihi, 1. kat; Mısırlılara ait su saati, 2. kat; model gemiler, 3. kat; uçaklar ve motorları, 4. kat; tıp tarihi koleksiyonu, 5. kat; ilkel tedavi ve büyü, Mısır mumyaları… Görmeye değer.
Jeoloji Müzesi; ( Geological Museum ) Sergilenen değerli taşlar… Elmas, safir, kristal, zümrüt, yakut… 3800 milyon yıllık dünyanın en eski taşı, Apollo 11 in aydan getirdiği taş… Maden taşları… Yeryüzünün tarihi taşlarla yazılmış bu müzede… Aklıma, ruhuma işleyen neredeyse binlerce taş, korundukları yerden göz kırpıyorlar. Birer birer parıltılarıyla ve ilginç renkleriyle kilometrelerce uzuyorlar yaşamımızda.
Doğa Tarihi Müzesi ( Natural History Museum ): Bitki, hayvan, kuş, sürüngen, deniz canlıları, böcekler, mineral taşlar, meteor taşı çeşitleri… Kapıdan girer girmez kocaman bir dinozor karşılıyor gelenleri. Büyü orada başlıyor. Ve acayip sesler hemen yan tarafa sürüklüyor, neler oluyor, diye… İlk çağ görüntüleri, doğası ve hayvanları ile karşılıyorsunuz… Çıkarttıkları sese kadar düşünülmüş. Bu görsellik nedeniyle hiç unutamadığım bir müze olarak kaldı yaşantımda.
Bizde de İTÜ bünyesinde Taksim’deki Taşkışla binasının – Mimarlık Fakültesinin bahçesinde birkaç yıl önce açılan ve anımsadığım kadarıyla Sayın Orhan BURSALI’ nın emeğinin çok geçtiği Bilim müzesinin açılışına katılmış, daha sonra da bir kaç kez gitmiştim. Londra’daki müzenin küçük bir yavrusuydu. Böyle bir şeyi başlatmak önemliydi, zamanla büyürdü… Oraya katkısı olan herkesi kutluyor ve teşekkür ediyorum. Bir görülmesini önereceğim de, İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi bünyesinde açılan, “Tıp Tarihi Müzesi” Gerçekten görülmeye değer. Resimlerle başlıyor tedavi yöntemleri, tıp alanında kullanılmaya başlayan aletlerle devam ediyor. Hemen hastanenin girişinde birkaç kattan oluşuyor müze. Binanın her katında görülmeye değer bir tıp tarihi sergileniyor. Ayrıca doktorlar tarafından hediye edilen önemli sanatçılarımızın tabloları da var. Edirne gezisinde gördüğüm, müzikle tedavi yapılan binalarda bu gün gibi usumda. Müzik ve sağlık ne çok birbiriyle ilintili…
Ve Kew Gardens… Londra’da unutamadıklarımın başında geliyor. Botanik bahçesi olması, bilimsellik taşıması, diğer bahçelere göre tercih nedenim oldu. Ayrıca kurutulmuş çiçeklerden oluşan muazzam bir koleksiyonu var. Görüntü olarak ilginç ve daha bir estetik bekliyordum. Ama öğretici yönü beni oraya çekmişti… Farklı bitkiler, çiçekler görmek çok heyecan verici oldu. Ayrıca içinde kütüphane ve müze bulunmaktadır.
Bizde henüz görmediğim ama duyduğum Orman Fakültesindeki bahçe ve görüp beğendiğim İstanbul Üniversitesi bünyesindeki bahçe, güzel girişimler… Görmek gerek.
Köprüleri ayrı bir görsel şölen… Kaldığım sürece metroyu ve treni kullandım. Trafik sorunu diye bir şey yok, bu yüzden. Sadece son gün, iki katlı otobüslere binip, Londra’yı dolaştım. Bir sürü Türkçe tabela ve Türk gördüm.
Kitap satan mağazaları da unutamadıklarım arasında. Birkaç kitap aldım. Dillon Art Books, London Art Book Shop isimli kitap - kırtasiye türü satış yapan mağazalardan…
Hocam bir akşam, önce kitaplığı olan bir kafeteryaya oradan da yazar olan bir arkadaşına götürmüştü beni. Satın aldığım, “Glossary of Art Architecture Design – Since 1945 Third Edition” isimli sözlük türü kitabın yazarı Sayın John A. Walker’ a, “thank you very much” dediğimde, hocamın İngiliz eşi itiraz ederek, “thank you, Sir demelisin,” dedi. Ben de ayağa kalkıp, hafifçe eğilerek cümleyi yineledim. O kadar hoşlarına gitti ki, bana bir kitabını hediye etti. “Art Since Pop”
Hocam ve eşiyle notlarımda yazan Middlesex University olarak geçen Güzel Sanatlar eğitimi veren bir okulun yıl sonu sergisine gittik. Orası unutamadıklarımdandır. Her öğrenciye bir mekan vermişler. Küçük odacıklar şeklinde. Öğrenci o alanı istediği gibi değerlendirmiş. İsteyen duvarlarına resimlerini, fotoğraflarını asmış, isteyen mekanı olduğu gibi kullanmış, farklı yerleştirmelerle… Çoğundan çalışmalarını bastıkları kartları toplamıştım. Bir de “Van Gogh” u anlatan bir skeç sergilemişlerdi… Harikaydı.
Sergi nedeniyle gittiğim 2 okul daha vardı. Biri; Royal Academy of Art. Burada koridorlarını sürekli bekleyen görkemli yontular aklımda kalanlardan ve bir de sergi izlemiştim. Diğeri Royal College of Art. Burada da yıl sonu öğrenci çalışmalarını görmüştüm. Endüstri tasarımından örnekler tutunda, üç boyutlu bir çok soyut çalışma vardı… Araba tasarımları ve abajurlar aklımda kalanlardan.
Her şeyden bir örnek görmeliyim amacını taşıdığım için bir de sokakta kurulan bir pazara, “Camden Lock” adlı bir yere gidip kitap almıştım. Otobüste yaşlıca bir İngiliz hanım uyarmıştı. “ Pazarda çantana dikkat et” diye.
Bir de parlamentolarını merak etmiştim. ( Houses of Parliament ) Çok soğuk bir günde alabildiğine uzayan insan kuyruğunda beklemiş, hasta olmayı da göze alarak meclislerine girmiştim. Arka sıralarda oturup bir süre dinlemiştim… Filmlerdeki perukalar gözlerimin önünden geçip giderek…
Müzelere geçmeden önce beni çok etkileyen sanatçı, bilim insanlarının müzeye çevrilen ve ziyarete açılan evlerinden bahsedeceğim; ünlülerin evleri. ( Mavi Plaketli Evler ) Kapılarının kenarında tabela var o evde kim yaşamış, onu gösteriyor. O evde yaşayan kişinin adı, yaşadığı tarih ve alanı yazılı. Mutlaka birine gitmeliydim. Bir örnek gerekliydi. Tabii İngiltere değince hemen usuma gelen TURNER oldu. Bir öğleden sonramı ona ayırdım. Yapıtlarına hayrandım. O zamanın İngiltere’sinin sisli havasını olağanüstü bir şekilde aktarmıştı tuvallerine. Bana öylesine gizem duygusu yaşatıyordu ki… Orayı, sisin arkasındakileri merak ettiriyordu. Belki de ilk yurtdışı gezisini İngiltere’ye yapmama neden olmuştu o yapıtlar. Sisi sevmem ama onun sisi, tablolarda bir başka görsellikle içine çeker olmuştu beni.
Londra’daki tek hüsranımı o gün yaşadım. Bahçeyi görür görmez terkedilmişlik duygusu yaşıyorsunuz hemen. Nitekim kapısını o kadar çaldım ki TURNER’in. Kendisinin açamayacağı kesindi ama bir açan bulunurdu da, “beni TURNER’in geride kalan, yaşamaya devam eden yapıtlarıyla, ve dokunduklarıyla karşılaştırırdı,” diye bekledim durdum uzun süre. Gün gitmişti. Çünkü uzak bir yerdeydi. Yorgunluk ve hayal kırıklığı ile eve dönmüştüm. Halbuki orada kalacağım günler sayılıydı ve ben inanılmaz planlarla her saniyemi değerlendiriyordum. Yine hocamın kitabından bir anımsatma; 1775 – 1851 arası yaşamış ressam. Temmuz 1993 de böyle görmüştüm o bahçeyi ve kapısı açılmayan evi. Umarım şimdi öyle değildir.
Gittiğim bir kaç katedralden bahsetmeliyim. Westminster Katedrali; mimarı J. Francis Bentley. Çok değişik renklerde mermer kullanılmış. İçindeki yontuları yapan sanatçı Eric Gill, İsa' nın acılarını anlatmış. Bu katedral, Londra’daki Roma Katolik Kilisesinin ana katedralidir. Bizans stilindedir.
Westminster Abbey; Burası katedrallerden sonra en büyük dini yapıdır. Burada bazı ünlülerin anıtları ve gömütleri var. C. Darwin, İ. Newton, C. Dickens, T.S.Eliot, Handel ve pek çok alanında ünlü kişi burada yatmaktadır. 1065 den beri de kral ve kraliçeler buraya gömülür.
St. Paul Katedrali; Oldukça büyük bir yapı. Kubbedeki freskler 1715 de J. Thornhill tarafından yapılmış. Katedralin salt bir yerinde vitray bulunur. Diğerleri düz camdır. Van Dyck, Turner ve birçok ünlünün gömütü burada bulunuyor.
Her gün dolaştığım sanata dair müzelere gelince… Özellikle beni 3 büyük müze - galeri çok etkiledi; Ulusal Galeri ( National Gallery ), British Museum ve Tate Gallery…
Ulusal Galeri ( National Gallery ) : İnanılmaz büyük, görkemli bir galeri… Özellikle yapıtlardaki kumaşların cinsini çok iyi algılayabiliyorsunuz. Kadifeye, taftaya, ipeğe, dantellere dokunabilirsiniz hissiyle dolaştım durdum o çağın insanları arasında… Yıllar öncesinin Londra’sında ve dünyasında gezindim uzun süre… Sokaklarına, evlerine misafir oldum adeta… 1824 e kadar gerilere gittim, zaman tünelinde.
13., 15. yy arası İtalya’sına gittim. İtalyan ressam aileden Bellini, Rönesans resim anlayışında, kadın figürlerindeki incelikli ve lirik anlatımıyla tanınan Botticelli, Ressam olduğu kadar bilim insanı da olan, sanatın çokluğunda bir sanatçı Leonardo da Vinci, Gotik anlayışında, süslemeci ve gerçekçi anlayışı resimlerinde birleştirmiş Ucello ve diğerleri beni bulunduğum andan kopardılar… 16yy İtalya’sı; yontucu, ressam, mimar ve ozan Michelangelo, ressam ve mimar Raffaello, maniyerizme ulaşmış ressam Tintoretto, Titian ve diğerleri bir başka görsel zenginlik yaşatanlardandı.
Hollanda’ya yolculuk da harikaydı. Flaman Van Eyck, portreleriyle tanınan Hals, Barok dönemi manzara ressamlarından Hobbema, derslerimde, seminerlerimde ışığın konusu olan ve Barok akımın en güçlü temsilcilerinden Rembrandt, Türk resmi örnekleriyle tanınan Vermeer, diğerleri ve Flaman resminin devlerinden Rubens karşılıyor burada…
Sanat tarihi derslerimizde çok iyi öğrendiğimiz sanatçılar bana bakıyorlardı tablolardan. Halbuki yıllardır ben onlara bakmıştım kitaplardan. 19. yy Fransa; rengin ustası, kübizmin babası Cezanne, kıvraklığın, dansçıların ressamı Degas, Tahiti yollarına düşen Gauguin, Işığın, eriyen renklerin sanatçıları Manet, Monet, tüm dönemlerin sanatçısı Picasso, izlenimci akımın önderlerinden Renoir, sarının ressamı, “Theo’ya Mektuplar – Ada yay.” kitabını okumanızı önereceğim Van Gogh ve diğerleri… İspanya; Ressam ve baskı sanatçısı doğalcı ve dışavurumcu tarzının nefis örneği Goya… İstanbul’da izlediğim “Goya” filmini de unutamam. Britanya’dan; manzara ressamı Constable, manzaranın romantizmini tuvallerine taşıyan Turner ve bir çok sanatçı…
İstanbul’daki İslam Eserleri Müzesinde ilk çağlara kadar uzandığım zaman, çömleklerin, sürahilerin biçimlerini gördüğümde düşündüklerim, capcanlı duruyor yaşamımda. İhtiyaç gereği oluşturulan biçim, o zamandan bulunmuş. Su vs. nin bulunacağı alan; geniş, elin kavrayabilmesi için yapılan biçim, form; dar… Zamanımıza bunları renklemek, üzerini desenlemek ve biçimde ufak tefek değişiklikler yapmak kalmış.
Tate Galeri: Ulusal Galeride tarih içinde gezinirken Tate galeride daha günümüze yakın modern sanatla karşılaşıyorsunuz. 1897 de Sir H. Tate tarafından kurulmuş. Yapı, neo-klasik üsluptadır. Burada Turner’ e hayranlığım göklere ulaştı. ( Clore Galeri ) Şu an derslerimde de yapıtlarını gösteriyorum. Britanya Koleksiyonundan bazı isimler; Constable, ressam ve oymabaskı sanatçısı Hogart ve bir çok sanatçı. Yontu; çok sevdiğim, insanı farklı yorumlarıyla ve farklı gereçlerle yontulaştıran Henry Moore, ve filmini gördüğümden beri bir başka etkilendiğim, Fransız romantizminin güçlü ismi Rodin yontularının yanında Picasso, Matisse’nin de yontularını görme olanağını buldum. Kübistler ve Empresyonistlere doyuyorsunuz, renklerin arasında dolaşırken… Yapıtlardaki Işık sizi içlerine çağırıyor. Siz de davetlerini kıramayıp tablolarda gezintiye çıkıyorsunuz.
Gerçeküstücülerle düşlere doğru bir yolculuk gerçekleştiriyorsunuz. Ressam ve yontucu Dada akımının önderlerinden M. Ernst, İspanyol ressam, gerçeküstü akımının en önemli isimlerinden Dali, yine Gerçeküstücülerin önemli isimlerinden, bu anlamdaki figüratif yapıtlarıyla tanınan R. Magritte, Rus kökenli Fransız ressam Chagall, kitaplarını okuduğum İsviçreli ressam Klee ( Çağdaş Sanat Kuramı, Dost kitabevi yay. ), Pop Art; P. Hamilton, A. Warhol gördüklerim arasında…
İstanbul Resim Heykel müzesi, en zengin müzelerimizden. Gerek toplanan yapıtlarla, gerekse zaman zaman önemli sergilere ev sahipliği yapmasıyla önemli bir yeri var sanat dünyamızda… Güzel bir sanat tarihi gezisine götürebiliyor. Bu çok önemli…
Yine eksikliğini zaman içinde tamamlayacağını umduğum, İstanbul Modern de böyle kısa bir yolculuk yaşıyorsunuz. Kurucularından Sayın Şakir Eczacıbaşı’nın fotoğraf çekmesi, müzeye fotoğrafın da ciddi şekilde girmesini sağlamış. Bence bu çok önemli. Sayın Kıraç’ların açtığı müze taze bir soluk. Ve bu günlerde Picasso’yu ülkemize taşıyan Sabancı Müzesi ile ayrıca Arkeoloji Müzesi, Koç Müzesi, Sadberk Hanım Müzesi sayacaklarım arasında. Tabii Türkiye de daha çok değerli müzeler var. Ama bu başka bir yazının konusu…
British Museum: Orada gördüklerimi asla unutamam. O büyüyü hala üzerimde taşıyorum. Bir kere, tüm dünya sanki buraya taşınmış. O yontular, kabartmalar unutulur gibi değil. Bir yere giriyorsunuz çok sevdiğim Mısır sanatı, bir başka yere giriyorsunuz Türkiye, başka yerde Kıbrıs… Saymakla bitmez. En iyisi mi ben yine hocam Sayın SARAY’ ın kitabından yararlanayım. 1753 yılında kurulmuş. Okuma odası ve dünyanın yararlandığı muazzam bir kütüphanesi var. Erken Bronz Çağı, Eski Yunan ve Roma yapıtları, Elgin mermerleri, Batı Asya Koleksiyonları, Mısır Koleksiyonları, Türkiye ve Kıbrıs’tan getirilen bir çok eser… Neo – Hitit, Eski Kıbrıs, Halikarnas Mozeleum ( Dünyanın 7 harikasından biri )…
“Memleketimize ilk sinemayı ben getirdim,” diyen babam, yaz tatillerinde her gece bizi sinemaya götürürdü. Çocukluğumun yazlık sinemalarını unutamam. Bu nedenle Londra’da ilk tercihlerimden biri de, Sinema ve Televizyon Müzesi oldu…
(Museum of Moving İmage) Çok keyif alarak dolaştım. 1988 yılında açılmış. İÖ 2500’lerdeki Çin gölge oyunlarından en son uydu görüntülerine kadar tüm hareketli görüntü sanatları ve tekniklerinin sergilendiği oldukça ilginç bir müze.
Tasarım Müzesi ( Design Museum ) : Yine hocamın önerisiyle gittiğim ve çok beğendiğim müzelerden biri oldu. Buranın özelliklerinden biri usumda kaldığı kadarıyla değişebilir bir sergilenme olması. 1989 yılında açılmış. Çok ilginç, farklı, unutamadığım mobilya, araba tasarımları, elektrikli malzemeler, parfüm paketleri, her türlü seri üretilmiş eşyanın tarihinden günümüze uzanan yolculuğu çok ilginç bir şekilde sergileniyor. Bir çok reklam aracı da sergilenmektedir; afiş, film, ses kayıtları gibi. Branşımın Grafik Tasarım olması nedeniyle beni çok doyuran müzelerden biri oldu. Bu alanda çalışma yapanların mutlaka görmesi gereken bir müze.
Bana Bursa’da son yıllarda dolaştığım araba müzesini anımsattı şu an. Tekerleğin bulunuşundan günümüze kadar gelen değişimle, arabanın tarihi çok güzel sunulmuş orada.
Etnografya Müzesi ( Museum of Mankind ) : Çok etkilendiğim ve renklendiğim müzelerden biridir. Müzede; Nijerya bronz işleri, Easter adalarından getirilmiş yontular, Afrika ve Pasifik ahşap oyma işleri. Aztek mozaikleri; Eskimo, Aşanti yaşamına ait örnekler var. O renklilik, o çocuksuluk, o naiflik, o samimiyet görülmeye değer doğrusu. Duvarlar bir başka bezenmiş… Oyulan yerler bir başka formlara ev sahipliği yapmış… “Büyü dünyasına hoş geldiniz,” diyor her şey.
Victorya and Albert Museum: 1852 Yılında Sir H. Cole tarafından kurulmuş. Britanya resmi; Turner, Reynolds ve diğer sanatçılar. Rodin Koleksiyonu. 1600 – 1900 Arası Kıta Avrupası Sanatı. Mobilya, yontu, gümüş, porselen ve resim. İtalyan Rönesans’ı. Kuzey Rönesans’ı ve İspanya Sanatı. Giysi Koleksiyonu. Müzik aletleri, Asya Sanatı; Çin seramikleri, Hint Sanatı, 1540 da dokunmuş İran halısı. Rafeollo Çizimleri, Britanya Yontuları, 1500 sonrası Britanya Sanatı, Mücevherler; İÖ 2000 den günümüze… İnanılmaz çeşide ve zenginliğe sahip bir müze… Tabii seçimlerimi bunlar da etkiledi. Farklılıkların çok olduğu ve bir arada bulunduğu yerler önceliğimdeydi.
Sir John Soane Müzesi: Sir John Soane, bir mimar ve tasarımcı. Evin kendisi görülmeye değer, sergilenenlerden öte. Kapıları, vitrayları, aynalarıyla bir görsel şölen. Mısır Kralı I. Seti’nin Lahiti, Antikalar, mobilyalar, Turner ve başka sanatçıların resimleri sergileniyor.
Wallece koleksiyonu: Resim ve Minyatürler; Titian, Canaletto, Rembrandt, Hals, Rubens, Velazquez, Romantizmin güçlü temsilcilerinden Delacroix, Watteau, portre ressamı olarak öne çıkan Murillo, Poussin; sanatçılardan birkaçı. Fransız mobilyası, Porselenleri, Ortaçağ ve Rönesans Sanat Eserleri izlenebilir. Kenwood House’de zengin bir koleksiyona sahip.
Courtauld Enstitüsü Galerileri: Galeriye eklenen Courtauld Sanat Enstitüsü 1931 yılında kurulmuş ve Londra Üniversitesine bağlanmıştır. 15-16.yy Rönesans Sanatı, 16-17.yy İtalyan Sanatı ve Rubens. 18.yy İtalyan Sanatı, Empresyonistler ve Post Empresyonistler. 18.yy Dekoratif Sanatları ve Portreler, 20.yy Resim ve Yontusu, 14.,15. ve 16.yy İtalyan ve Hollanda Resmi bulunuyor. Görülmeye değer, dolu dolu bir galeri.
Portrelere düşkünlüğüm nedeniyle Portre Galerisine ( National Portrait Gallery ) de gittim. 1856 da oluşturulmuş. Oldukça zengin bir koleksiyon. Resimler çok sık asılmış. Tabii büstler de var.
Riverside Studios: Burada, tiyatro, dans, film, görsel sanatlar, müzik ve kursları konferanslar ve sergiler gerçekleştiriliyor… Ayrıca lokanta ve barı da var.
Notlarımda gittiğim birkaç yer daha var. Whitechapel Gallery. Island Arts; serigrafi, fotoğraf, seramik vb. çalışmaların yapıldığı bir mekan. Orada epey kaldım ve fotoğraflar çektim. Hatta serigrafi uygulaması yaptık bir seferinde. Fotoğrafım da var. London Graphic Senter… Art at the Edge ( The Edge Gallery); Sergiler var.
Barbican Centre; tüm katlarını gezdim. Çok amaçlı bir bina. Sergiden, sinemaya, tiyatroya, konser salonlarına ve alışverişin her türlüsünü yapabileceğiniz mağazalara, kafeteryalarına kadar her şey var. Kendi içinde bir kent gibi. Yılda yaklaşık iki bin etkinlik düzenleniyor. Kütüphane ve lokanta vs. de var.
Bir de ona yakın büyüklükte Victoria istasyonundaki mağazayı dolaşmıştım birkaç kez…
Yazımı unutamadığım bir kaç anımla bitireyim. İlk gün, oldukça uzak bir yerde olan kaldığım evden, daha önce birkaç yıl orada kalmış olan genç ev arkadaşım beni Victoria istasyonuna çok yakın olan dil okuluna bıraktı. “Dönüşü sen yapacaksın,” dediler. Bu benim ilk yurt dışına çıkışımdı. Dil okulu tam gün olduğu halde yarım gün gittim. Hatta önce zorluk çıkardılar, “öğleden sonra gelmelisin,” diye ama sabahta ısrar ettim. Çünkü öğleden sonra, müzeleri gezmeyi planlamıştım. Akşam olunca istasyona döndüm. Hiç Türkçe sözcük kullanmadan gideceğim semte, trenin hangi perondan, saat kaçta kalkacağını sordum, üniformalı bir beye. Yanıt, Türkçe olarak verildi. Kıbrıslıymış. Eşi İstanbul’danmış. Bir sıkıntım olursa kendisine gelmemi ve yardım edeceğini, söylemişti. Şivemden Türk olduğumu anlamıştı belli ki. Ama onu ilk ve son görüşüm oldu, sürekli orayı kullandığım halde.
Victoria istasyonunda, Ulusal Galeri ve British Müzesinde İstanbul’dan tanıdıklarıma rastladım. Bunlardan biri Prof. Dr. Ayla Ersoy hanımdı.
Herkes ilk gün kaybolur. Ama ben son gün kayboldum. Bir İngiliz centilmeni, yolu harika bir nezaketle gösterdi.
Londra’daki ilk günümün akşamı Hocam İsmail SARAY’ı aradım. Ulaşamadığım için Türkiye’ye dönme kararı aldım. Ve ev sahibim hocamı arayıp buldu. Hocam çok şaşırdı. “Onlar böyle şeyleri pek yapmazlar, telefonlarını pek kullandırmazlar,” diye. Bu nedenle hemen telefonu kapattırıp, kendi açmıştı. Haklıydı, telefonu ilk ve son kullanmam olmuştu.
Bir de hocam akşamları mutlaka İngilizce film izlememi önermişti ama müze dolaşmaktan o kadar bitap düşüyordum ki tek film hariç, hepsinde uyuyakaldım. Unutamadığım o film de, gece canavarlaşan bir kadını anlatıyordu, çocuklarını bile parçalamaya kalkan.
Bir gün yine sergi dolaşmaktan eve geç gitmiştim. Yemekte bana ayrılan kısmı, diğer yurtdışından gelen genç bitirmişti. Sevdiğim meyveli bir tatlıydı. Çok kızdım. Türkçe söylenmeye başladım. Onlarla konuşurken çok heyecanlanır ve hep cümlelerimin başında, “bir dakika – one minute,” derdim. Kızgınlık sözcüklerime alınmış belli ki, onun ilk defa, üstelik de Türkçe öyle “bir dakika” değişine şahit oldum ki, yüz ifadesi her şeyi anlatıyordu. “Sen bana bu sözcükleri söyleyemezsin,” diye. Salt ayrı olan, diller… İnsanlar hep aynı… Duyguları açısından… Ev sahibim meyveli tatlıyı sevdiğimden benim için bir kaç defa daha yapmıştı. Ona teşekkür ediyorum.
Annem giderken orada aç kalacağımı sanarak çok üzülmüştü. Ama yiyeceklerini çok sevdim. Orada sütlü çayı öğrendim. Bir değişiklik de mısıra tereyağı koyarak yemeleriydi.
Londra’daki evler, Gerze’nin evlerine çok benziyordu. İlk gördüğümde çok şaşırmıştım. Sonra Gerze evlerini araştırdığımda yangından sonra yeniden yapılan evlerin planının Almanya’dan getirildiğini öğrendim. Bizim evlerimiz de 2 katlı, önünde ve arkasında bahçesi var. Gömme dolapları var.
Türk Konsolosluğundan yardım alarak İngiliz Müfettişleriyle – danışmanlarıyla tanıştım. Onlara, “çocukları üniversiteye, koleje hazırlarken ne yaptıklarını,” sordum. Onlarda özel olarak hazırlıyorlarmış öğrencileri. Ama bizim gibi, Resim, Müzik derslerine dokunmadan - kaldırmadan. Müfettiş beyler kitap hediye ettiler. Beni onlara götüren bey çok şaşırmıştı. “ Bunlar pek hediye vermez, kitap bile olsa,” demişti.
Hocama veda ederken, “birçok şey eksik kaldı. Bitiremedim. Seneye geleyim de devam edeyim,” dedim. Yanıtı, “seneye gelsen de bitiremezsin, yine yarım kalacak şeyler bulunacaktır.” Olmuştu. Haklıydı…
Hocamın önermemesi nedeniyle Madam Tussaud Müzesine gitmedim. Türkiye’ye döndüğümde ilk sorulan, bu müzeyi görüp görmediğimdi.
Sevgili Öğretmenim İsmail SARAY Beye hem Londra’da kaldığım sürece yaptığı yardımlar hem de bu yazıyı hazırlarken oldukça yararlandığım kitabı için çok teşekkür ediyorum. Kendisi Resim Bölümünde okurken dersimize giriyordu. Unutamadığım eğitimcilerdendir… Londra’yı da unutulmaz kılmama büyük katkısı oldu.
Son olarak da babama ve anneme teşekkür etmek istiyorum, beni İngiltere’ye gönderdikleri için… Gerçekten muazzam bir zenginlikle döndüm.
11-01-06 / İSTANBUL
Tülay ÇELLEK
Kaynaklar
• Türkçe Londra Rehberi – İsmail SARAY
• Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi
• Sanatın Öyküsü – E.H. GOMBRİCH / Remzi Kitabevi
• Modern Sanatın Öyküsü – N. LYNTON / Remzi Kitabevi
• Resim Sanatının Tarihi – Sezer TANSUĞ / Remzi Kitabevi
• Felsefenin Işığında Modern Resim – İsmail TUNALI / Remzi Kitabevi
• The Book of Art
|