Tülay Çellek
  Mavi bir günaydın yolluyorum sabahına
Yüreğimin sıcaklığını da gününe...
 Sending a blue ‘bonjour’ to your morning,
And the warmth of my heart to your day…
 Tülay ÇELLEK


Ana Sayfa
Yazılar
Şiirler
Poems
Söyleşiler
Tül'den Yansımalar
Resimler
Art
Fotoğraflar
Photograph
Karikatür / Çizimler
Cartoon / Drawings
Tasarım
Design
Tipleme
Character
Barış
Peace
Gerze
Ders Notları
Lesson Notes
Özgeçmiş
Autobiography/cv
Belgeler
Duyurular
Değiniler
İletişim
Contact

Yayın Tarihi: 31.10.2005  

<b>TINAZ TİTİZ İLE “SORU SORMAK” VE “ARAMAK” ÜZERİNE</b>


TINAZ TİTİZ İLE “SORU SORMAK” VE “ARAMAK” ÜZERİNE


TINAZ TİTİZ İLE “SORU SORMAK” VE “ARAMAK” ÜZERİNE



Yazılarınızı okurken ve notlar alıp sorular çıkartırken yarıda kesip başa döndüm. Yani size. Bu yazıları yazan kim ve niçin yazıyor? Elektrik mühendisi ama yapmıyor. ABD’den “Dijital Bilgisayarların Mantık Tasarımları” üzerine eğitim almış.
Sorulara, “soru sormak” ve “soru konferansları” öncesinde, felsefeden başlamak gerekiyor sanırım. Sizin varolma felsefenizden… Neden elektrik mühendisliği ve neden şimdi bunlar, özellikle de sorular? Kitaplarınızın konuları çoğunlukla eğitimle ilgili… Ve yaptıklarınız; organizasyonlarla ilgili kocaman bir dünya… “Temel varlık nedeniniz nedir?" ile başlayan bir dünya.
TÇ – Söyleşi yapmak için yazışırken, “marketlerdeki pilleri anımsatın,” demiştiniz. İsterseniz, uygun görürseniz oradan başlayalım mı?
TT – Bu marketlerdeki pil örneğini, yaşamımızın önemli bölümünü harcadığımız toplantılarla ilgili olarak veriyorum. Akademik, ticari, siyasi, tüm kurumlarda insanların vakitlerini ne kadar, nereye harcadığına baktığımızda en büyük bölümü toplantılara harcanıyor. Bu toplantılara da genellikle konu ile ilgili olabileceği düşünülen kimler varsa onlar çağrılıyor. Uygun bir fiziki düzende yan yana oturtuluyorlar. Birbirlerine niçin yakın ve düzenli oturtuluyorlar? Çünkü beklenti, bu insanlar arasında etkileşim olmasıdır. Yoksa herkes kendi odasında kalabilir ya da dağınık oturabilirlerdi.
Marketlerdeki pillere dikkat ederseniz kutular içinde satılıyor. Örneğin 100 tanesi bir arada bulunuyor. Üstelik yan yana çok düzgün duruyorlar; her biri 1,5 Voltluk ; ama 100 tanesi bir arada durduğu için 150 volt etmiyorlar, yine her biri 1,5 volt. Birbirlerine çok yakın duruyorlar, hatta temas da ediyorlar, 24 saat beraberler. Fabrikadan çıktıklarından beri beraberler ama aralarında en ufak bir etkileşim yok.
Etkileşim isteniyorsa birilerinin onları uygun biçimde –birinin ucunu diğerinin arkasına gibi- bağlaması gerekiyor. Hatta uygun bağlamazsa birbirlerini gideriyor, birbirlerinin etkilerini azaltıyorlar. O halde etkilerinin artması isteniyorsa birinin artı ucu, diğerinin eksi ucuna gelecek şekilde peşpeşe bağlanmalılar.
Toplantılarda da benzer biçimde insanların birbirlerinden etkilenerek bir katma değer yaratmaları isteniyorsa, bunların yan yana, dirsekleri birbirine değecek şekilde oturtulmaları yetmiyor, kişiler arasında bir bağlantı yapılması gerekiyor.
O halde bir toplantıya ilgili olabileceğini düşündüğümüz insanları çağırıp uslu çocuklar gibi oturtmanın hiçbir anlamı yok. Bunlar arasında bir bağlantı yapmak lazım. Sır burada.
Peki bu bağlantı nasıl olacak? Yani insanları kablolarla, iplerlerle birbirine mi bağlayacağız? Nasıl yapacağız da birbirleriyle katma değer yaratıcı bir etkileşime girecekler? İşte problem burada.
Bunu bir yazımda işlemiştim. Vermek istediğim mesaj şuydu: İnsanların, birisinin ürettiği fikrin üzerine öbürünün bir şey koyması ve ondan çıkan fikrin bu birinci tarafından alınıp üzerine yeniden bir şey konması gibi bir ortak akıl üretme sürecine ve bu süreci sağlayabilecek bir sisteme gerek var. Bu yapılmadığı zaman, yani “onun konuşması bitsin de ondan sonra ben söz alayım” biçiminde düşünüldüğü takdirde ortak akıl üreyemeyecek, katılımcılar da aynen marketlerde yan yana duran piller gibi toplantılar boyunca yan yana duracaklar ve sık sık toplantılar yapacaklardır. Bizim bu denli sık ve de etkisiz toplantı yapmamızın altında yatan neden budur.
Bu tür toplantılarda herkes sadece kendi fikrini söylemiş, kendi fikrini savunmuş olur. Sonunda toplantılardan beklenen amaçlar da yerine gelmez ve genellikle de gelmiyor.
Toplantıların gerçekten yarar sağlanabilmesi, “ortak akıl üretme teknolojisi”nin gerçekten bir teknoloji olduğunun idrak edilmesine bağlı. Toplantı merakı güzel bir şey ama bunun nasıl yapılacağına da en az bu yanı kadar kafa yormak gerekir.

TÇ – O zaman iyi bir giriş yaptık. Hemen yaptığınız etkinliklerle bağlantı kuralım mı? Sosyal adalarda yaptığınız toplantılardan bahsetmiştiniz. Bu konuşmanız yazıya, söyleşiye güzel bir giriş oldu. Önce bu ada neyin nesidir?
TT – Buradaki “ada” sözcüğü bir deyim olarak kullanılıyor. Mutlaka çevresinin deniz olması gerekmeyen, ama gündelik koşuşturmalardan uzaklaşılabilen adalar. Ortak akıl toplantılarını sıklıkla Heybeliada’daki bir otelde yapıyoruz ama bunun fiziki bir ada olması gerekmiyor, daha çok “sosyal ada” deniliyor. Sosyal ada, her türlü resmiyetten uzaklaşılmış ortamları kastediyor. Bu bir otel olabilir. Şehrin biraz uzağında bir yer olabilir. Gerçekten bir ada da olabilir ama netice itibariyle iş yaşamıyla, gündelik kaygılardan uzaklaşılan bir yer olması esas önemli yanıdır.
TÇ – Yöntem ve içerik üzerinde durabilir miyiz, lütfen. Neler yapıyorsunuz, nasıl yapıyorsunuz?
TT – Bir kere “ortak akıl” yöntemi hangi konularda kullanılıyor. Evet sorun çözmekte kullanılıyor ama konu seçmek çok önemli. Önce bir kategorisine bakalım. Sonra sorun çözmekte kullanalım. Bir kimya, bir matematik, bir geometri problemini çözmek için acaba ortak akıl toplantısı kullanılabilir mi? Hayır. Pozitif bilimlerin problemlerini çözmek için ortak akıl toplantısına ihtiyaç yok, hatta çoğu zaman mümkün de değil.
Ortak akıl toplantıları, üzerinde çalışılacak konuda birden fazla çıkar sahibinin iddialarının bulunduğu ve her birinin de kendi açısından haklı olduğu ama ortak ve üzerinde uzlaşılmış bir tane hareket tarzının bulunması mecburiyetinin olduğu hallerde kullanılıyor. Örneğin bu bir toplu sözleşme olabilir. İşveren kesiminin çıkarları ayrıdır, işçi kesiminin çıkarları farklıdır. Devletin çıkarları ayrıdır, belki kamunun çıkarları daha da ayrıdır. Velhasıl tüm paydaşların çıkarları farklıdır. Ama bir tane uzlaşı kümesi bulmaya ihtiyaç var. İşte orada böyle bir ortak akla gereksinme vardır.
Bir diğer örnek olarak, akademik bir konuyu verebilirim. Bir akademik kurumun kendi mezunlarının daha çok aranılır olmasını sağlamak için nasıl bir ayırıcı özellik stratejisi tasarımlanması gerektiğinin arandığı ortak bir akıl toplantısı olabilir. Örneğin 82 tane üniversite var. Her birinin iddiası, “bizim mezunlarımız diğerlerinden daha iyidir” şeklindedir. Bu iddia bağlamında yapılması gerekenleri araştırırken öğretim üyelerinin, öğrencilerin, kamunun, YÖK’ün çıkarları farklıdır. Belki devletin başka kurumlarının başka çıkarları da daha farklı yöndedir. Dolayısıyla orada da bir uzlaşıya, bir ortak akla ihtiyaç vardır.
Veya ticari şirket satış stratejisini belirlemek istediği zaman patronun çıkarı, müşterinin çıkarı, bayiinin çıkarı, toptancının ve devletin çıkarları farklı yöndedir. Orada ne yapmak gerektiğini bulmak için yine bir ortak akla ihtiyaç vardır.
Bu bir devlet politikasının belirlenmesi konusu da olabilir.
Bu tür kurumsal çıkar çatışmalarının çözümünde olabildiği gibi daha küçük ölçekli konularda da kullanılabilir. Örneğin bir öğretim üyesi kendi öğrencileriyle ders işleme yöntemini belirlemek istediği zaman bu yöntemi kullanabilir. Öğrencilerin çıkarları, en az süre ve en az çaba sarf ederek söz konusu dersi öğrenmektir. Öğretim üyesinin çıkarı ise belki en az sayıda öğrenciyi başarısız kılarak, en az çabayı sarf ederek öğretmektir ki bunlar birbirine ters etki yapıyor. Okul idaresinin çıkarı ise mümkün olduğu kadar çok öğrencinin o dersi almasıdır. Okulun idari işlerini düzenleyenlerin çıkarları, sınıfların hafta sonlarında ve akşamları hiç işgal edilmemesini sağlamak olabilir. Okul bütçesinin çıkarları, bu konuda en az yatırım yapılmasını, en az masraf yapılmasını sağlamak yönünde olabilir. Toplumun çıkarları ise burada öğretilen şeylerin kendisine maksimum gelir getirmesi, toplum yaşamında gelişimi sağlayacak şekilde yansıması olabilir. Herkesin ayrı çıkarları vardır. Dolayısıyla burada da bir ortak akla ihtiyaç vardır.
Böylece çeşitli örnekler vermiş oluyoruz. Ortak akla ihtiyacımız olan her yerde bu tip çalışmalar kullanılabilir.
Ama bunların yanında, örneğin belirli bir üçgenin içine alanı belli bir ikinci üçgeni, köşeleri birinci üçgenin kenarları üzerinde olacak şekilde çizmek sorunu uzlaşı ile çözülemez. Bin kişi uzlaşsa dahi problem ancak geometri kurallarına göre çözülebilir.

TÇ – Evet ben sizin konularınıza da baktım, çoğunlukta şirketler var ve iki tane okul gördüm ama ilköğretim düzeyinde bunlar. Üniversite düzeyinde görmedim.
TT – Hiç farkı yok esasında, ilköğretim düzeyindekine dikkat ederseniz soru şuydu: "Bizi diğer okullardan ayıracak olan vizyonumuz, misyonumuz ne olsun?" Bunu Yıldız Teknik Üniversitesi içinde sorabiliriz, Amerika’daki M.I.T. için de.
TÇ – Bir de, bir iki tanesi de mezunlarla ilgiliydi.
TT – Şimdi ona geleyim, neler arandığı konusuna. Bunlara genel olarak “arama toplantıları” deniyor. Aranan bir “uzlaşı”dır. Konferans sözü de toplantı anlamında kullanılıyor. Yani bir kişinin oturup herkese bir şey anlattığı çalışma değil de, “toplu olarak yapılan çalışma” anlamına geliyor. Ama bu genel terminoloji. Bunun altında daha özgün teknikler var. Örneğin delphi çalışması da, Soru Konferansı da (http://www.tinaztitiz.com/hizmet.php4) bir arama çalışmasıdır.
TÇ – Okullarla ilgili olanı biraz açıklar mısınız? Ben geçenlerde bir seminere gitmiştim iki velinin birbirleri arasında konuştuğunu duydum. Ama okulun adını kaçırdım. Fakat şu cümleleri çok aklıma takıldı. Size de sormaya karar verdim. Okul şöyle karar almış: "Bundan sonra velilerimiz yüksek tahsilli olmalı. Yüksek tahsilli olmayan velileri almayalım ki, mezunlar konusunda başarılı olalım. Okulumuz çok iddialı. Kalitesi yükselsin."
TT – Şimdi bu “ortak akıl arama” genel kümesini dünyada herkes bir biçimde uyguluyor. Ben de bunu özgün bir şekilde uyguluyorum. Adına da Soru Konferansı diyorum. Çünkü şunu anladım ki hangi sorunu çözmek istiyorsanız, eğer o sorunu, doğru sorulara çeviremiyorsanız onun çevresinde doğru fikirler üretemiyorsunuz demektir.
Yanlış, eksik, buğulu, üstü örtülü, ne olduğu belli olmayan biçimde tanımlanmış sorunları ortaya koyup konuşuyorsunuz, konuşuyorsunuz… Herkesin söyledikleri doğru, fakat bir ortak noktaya varamıyorsunuz. Belirgin sorular haline dönüştürülmemiş sorun. İşte ben, önce sorunu sorulara çevirip sonra da o sorulara ortak akılla –yani uzlaşılarak- yanıtlar aranması toplantılarının adına, “soru konferansı” diyorum.

TÇ – Bizim diğer bir başlığımızda zaten “soru” sormaktı. Soru üzerineydi.
TT – Diyelim ki bir okul, bir takım sıkıntılar hissediyor, yaşıyor. Ya rakipleri var yahut öğrencileri iş bulmakta sıkıntı çekiyor veya öğrencilerinin sürekli olarak şikayetleri var; biz iyi yetişmiyoruz, iyi öğrenmiyoruz gibi… Öğretim üyelerinin, okul idaresinin bu çocukların akademik düzeyleriyle ilgili kuşkuları var; yani tam yetişmiyorlar diye. Bu amaçla benchmark denilen, yurt içi ve/ya dışındaki başka üniversitelerle mukayese ediyorlar, kendi öğrencilerini yeteri kadar iyi yetişmiş görmüyorlar. Dolayısıyla böyle kuşkular var.
Ama bu kuşkular aynı soğuk algınlığı gibi. Kendinizi kötü hissedersiniz. Ama birisi sorsa tam olarak nerenizin ağrıdığını tam söyleyemezsiniz. Ama kendinizi iyi hissetmediğiniz de bir gerçektir.
Bu “kendini iyi hissetmemek” gibi biraz belirsiz olan bir durumu, daha belirgin olan bir hale çevirmek için önce - problemi çözmeye kalkışmadan önce - bunu belirgin sorular haline çevirmemiz gerekiyor. Yani soğuk algınlığı denen şeyle ilgili… Bir insan böyle şikayet etmekte çok haklıdır ama bir doktorun bu soğuk algınlığı konusunda gerçekte işe yarar bir şeyler yapması için, çok net bazı sorulara ihtiyacı vardır. “Kanındaki hemoglobin düzeyi nedir?, “karaciğerimizdeki filan enzimin düzeyi nedir?, “tansiyonunuz kaçtır?”, “kalp çarpmanız dakikada ne kadardır?” gibi. Sizin öznel yakınmalarınızın nesnel (sayısal) bilgilere dönüştürülmesi gerekir ki sizin gerçekten sıkıntınızı, o kendinizi iyi hissetmeme dediğimiz şeyin ne olduğu konusunda daha net bir fikri olsun.
Dolayısıyla bu tip bir akademik kurum, “biz rakiplerimiz arasında kendimize daha iyi bir yer yapmak istiyoruz; öğrencilerimizin daha aranan, daha bilinen, sınavda – ve yaşam içinde önlerine çıkabilecek konularda - daha başarılı olmalarını istiyoruz” dediği anda, o zaman bir kere bu işin tarafları bir araya gelsinler diyoruz. Bu bir araya gelecek olanlara “paydaş” diyoruz. Bir akademik kurumda payı olanlar kimdir? Tabii ki başta öğrencilerdir.

TÇ – Bu toplantınızda okullarla ilgili olan bölüm, tabii beni daha çok ilgilendiriyor. Bunun açılımına girersek sevineceğim, o toplantıda kimler olmalı?
TT – Paydaş dediğimiz, sorundan etkilenen veya sorunu etkileyen kim varsa onlardır. Sorundan etkilenen ve sorunu etkileyen öğrenciler var. Eğer öğrenciler heterojen bir kütleyse, yani bir ilköğretim okulunu konuşuyorsak diyelim ki, birinci sınıf öğrencileri de var, ortaokul son sınıfta kız veya erkek öğrenciler de var. Dolayısıyla tek grupta toplanmamış. Her birinden birer tane temsilci olabilecek kişiye ihtiyaç var. Ama, birer kişiler her zaman risklidir. Tesadüfler olabilir, yani iyi fikirleri olan ya da tersine hiç fikri olmayan insanlar seçilmiş olabilir onun için birer kişi yerine en az ikişer, üçer kişinin alınması gerekir o grupları temsilen.
Ondan sonra öğretmenlere sıra geliyor. Öğretmenlerde de aynı risk var. Yani bir tane öğretmen seçmek yerine birden fazla öğretmen seçmek, mümkünse her yönde farklı nitelikleri taşıyabilecek öğretmenleri seçmek, cinsiyet açısından farklılıklar yaratmak, yaş açısından; genç öğretmenler, yaşlı öğretmenler, emekli öğretmenler varsa bunlar açısından seçmek. Akademik kariyeri olan, akademik kariyeri olamayan öğretmenler gibi onlardan da beş, altı tane örnek seçmek gerekiyor. İkinci taraf da bu.
Üçüncü taraf, kurum –ilköğretim kurumu ya da üniversite- idaresi. Bu, ilk iki taraftan da farklı, onların çıkarları daha değişik. Fiziki olarak imkanları yetiştirmeye çalışıyor, bütçeyi idare etmeye çalışıyor, bir taraftan öğretim üyesini memnun etmek, öbür taraftan öğrenciyi memnun etmek. Onları yine bir iki temsilci olacak şekilde çağırıyorsunuz.
Konuya göre okulda çalışan kesim vardır yani temizliğini yapan, yazısını yazan, laboratuarda teknisyenlik yapan personel olabilir. Ondan sonra veliler önemli bir kesimdir. Çünkü çocukların çoğunun eğitim giderlerini onlar karşılıyorlar. Onlar bir görülmez paydaş gibi görünüyorlar ama veli işi yüksek öğrenimde de önemli. Orta öğretimle, ilköğretimde daha da önemli. Yani tam olarak eğitilmesi gereken kısım orası oluyor.
Bugünün dünyasında eğitim kurumunu çevreleyen klimada medya da bulunuyor. Onlar çok etkiliyorlar ve etkileniyorlar. Onlardan da –en az birkaç- temsilci bulundurmak gerekiyor.
Okul aile birliği veya koruma derneği veya öğrenci örgütleri. Dolayısıyla onların da farklı olarak temsil edilmesi gereklidir.

TÇ – Hem öğrenci temsilcilikleri var hem de öğrenci kulüpleri var üniversitelerde. Çok güzel çalışıyorlar.
TT – Çok güzel değil mi? Onlar demokrasinin temelini oluşturuyorlar. Seçimler yapıyorlar. Şimdi böyle düşündüğünüz zaman, bir üniversitedeki tarafları düşünmeye çalışıyorum da başka kimler var, diye. Tabii bir üniversite söz konusu olduğu zaman yerel idareyle çok yakın ilişkileri var. Yani Beşiktaş Belediyesi veya Anakent Belediye başkanlığıyla mutlaka üniversitenin yakından bir takım ilişkileri olması lazım.
TÇ – Belki YÖK ile ilişkisi var.
TT – YÖK’le ilişkisi var tabii. Müfredat olsun, bazı kurallar vs. gibi. Böylelikle aşağı yukarı ideal sayı diye çok bir şey söylemek istemiyorum ama yaklaşık otuz beş, kırk beş arasında değişen bir katılımcı sayısı oluyor.
Bu sosyal ada dediğimiz yerde yapılan her toplantı, böyle resmiyetten uzaklaştırılmış bir şekilde yapılıyor. Tercihen iki tam gün sürüyor, çoğu zaman geceleri de sürüyor. Onun niye öyle olduğunu da söyleyeyim. Buraya katılanları, dikkat ederseniz çok farklı kesimlerden seçtik. Bu farklı kesimlerden gelen insanlar muhtemelen bu tekniğin uygulanmasına genellikle ilk defa katılmış oluyorlar. Beyin fırtınası vs. gibi teknikleri ilk defa görüyorlar. Bu kadar yoğun çalışmanın bir bölümü bu konularda bir ısınma amacını gerçekleştiriyor.

TÇ – Evet, ama haklılar. Ben ki çok fazla konferansa, panele giderim. Çok da severim. Eğer katılacaksam, katılabileceksem ki çok istiyorum biliyorsunuz, ilk defa böyle uygulamalı bir etkinliğe katılmış olacağım. Türkiye’de var mı? Çok nadir yapılıyor. Son yıllarda gittikçe artıyor ama... Bir iki tane basından duyduğum var. Örneğin, “özgün yazı” yazarları var ya da reklamcılar derneği onlar kendi içinde çok özel yapıyorlar. Dışarıya açık değil böyle şeyler. Halka yönelik değil.
TT – Onun da biraz eleştirisine girebiliriz. Beyin fırtınası denilen teknik genellikle insanların bir araya toplanıp rastgele fikirlerini söyledikleri etkinliklere deniyor. Beyin fırtınası ilkeleri ve kuralları olan yaratıcı fikir üretme yöntemidir.
İlkeleri (1) geciktirilmiş (askıya alınmış) değer yargıları, (2) çok sayıda fikir içinde işe yarayacakların daha çok olması olasılığıdır.
Kuralları ise şunlardır: (1) Fikirler eleştirilemez, ancak aksi fikri olan varsa o da ayrıca beyan eder, (2) Çok fikir istenilir, (3) Fikirlerin birbirine basamak yapması, yani çağrıştırması istenir ve (4) her türlü fikir özgürce dile getirilir.
Dolayısıyla ilk defa katılanların bu ilke ve kurallara uyum sağlamaları için yoğun çalışılması gerekiyor. İkincisi de katılımcıların paradigmalarının parçalanması gerekiyor. Yani oraya gelen insanlara kendilerinin değer yargılarının unutturulması –bir süreliğine askıya alınması- gerekiyor. Bunun için, bazı sunumlar yapıyoruz, örneğin film gösteriyoruz.

TÇ – Yani bu sunumlar nelerdir, bir öykü mü, nedir? Bilimsel bir şey mi, belgesel gibi bir şey mi? Kısa metrajlı filmler mi? Konusu nedir?
TT – Ortak akıl üretilmek istenilen konuya göre seçiyorum. Bu ilginç bir klip, bir metafor, bir yazı ya da film olabilir. Yeter ki dünyanın bizim gördüğümüzden farklı da görülebileceği konusunda katılımcıları etkileyebilsin. Diyebilirim ki her Soru Konferansı için ayrı tasarım yapmak gerekiyor, aynen ısmarlama elbise dikmek gibi.
TÇ – Yazdığım yazıları yayınlamadan önce 4 – 5 kez okurum. Yayınladığımda bakarım ki bir yanlış var. “Yaptım” diye okuduğumu “yaptı” yazmışım. Ama beynim onu “yaptım” okuyor. Çünkü öyle düşünüyorum. Böylece yazı eksik bile olsa bildiğim doğruyu okuyorum. Resim içinde bu söz konusudur. Göz alışır. Onun için bırakılır, göz, beyin başka şeylere yöneltilir. Belirli bir süre sonra resminize döndüğünüzde yeni bir gözle bakarsınız. Düzeltmeler o zaman olur işte.
TT – Biz onu “yaptım” diye okumak zorundayız. Doğrusu öyledir diyor, sizin paradigmanız o.
TÇ – Bir bakıyorum ki “yaptım” yapmış beynim onu… Sizin dediğinizi yaşadım bu şekilde çok yakında.
TT – Yakında internet’ten bir test geldi. Çok çarpıcı bir şeydi. Dört beş kelimelik bir şey. Diyor ki, aşağıdaki cümlelerde kaç tane “f “harfi geçiyor? Saydım. Aşağıda cevapları var. Eğer verdiğin cevap üç taneyse yanlış diyor. 6 tane var. Tekrar saydım üç. Bir daha, bir daha saydım üç tane var. Sonradan aldım karşıma baka baka. “Of” var ya onların “f” lerini okumuyorum. Onları kelimeden saymıyorum ben. Düşünebiliyor musunuz, diğer kelimelerin içlerindeki “f” leri sayıyorum. Onlar üç tane. Halbuki üç tanede “of” var. “..nın” anlamında olan “of”ların “f” lerini neden saymıyorum? Şimdi benim paradigmam; aranan sözler tam sözcüklerin içinde bulunur, bağlaçların içinde bulunmaz. Böyle bir paradigmam var. Bu paradigmanın yıkılması gerekiyor.
TÇ - Sunumlar, filmler bu nedenle gösteriliyor.
TT - Evet paradigmaları yıkmak gerekiyor ki orda hep bildiklerimizi tekrarlamayalım. Önyargılardan arındırmaktır önemli olan. Bazılarında böyle kısa hikayecikler var. İşte o meşhur bir gelincik hikayesi var ya. Orman civarında yaşayan eşi ölmüş bir kadın. Ve hamile. Çocuğu doğmuş ve kocası da ölmüş. Çocuğunu doğuruyor. Yalnız. Orman kenarında kapıya da ikide bir, bir gelincik musallat oluyor. O da evcil hale geliyor zaman içinde. Gelincik vahşi bir hayvan. Kadın hiç bir zaman çocuğunu yalnız bırakıp gitmiyor. Fakat bir gün mecbur oluyor, kısa bir süre evden ayrılmaya. Çocuk yalnız kalıyor. Geldiğinde bakıyor ki kapının önünde gelinciğin ağzı kan içinde. Kadın zaten korkuyor, “bu hayvan benim kıza bir şey yapar,” diye ve gelinciği tuttuğu gibi duvara vuruyor ve parçalıyor.
TÇ – Çocuğu görmeden.
TT – Çocuğu görmeden. Ondan sonra çocuğun ağlamasını duyuyor. Birden fırlıyor içeri bakıyor ki çocuğun yanında kocaman bir engerek yılanı yerde parçalanmış. Çocuğu korumuş gelincik. Ön yargılar ne kadar insanı kötüye yöneltiyor. Bu olay hayvansever olarak beni çok etkiledi. Buna benzer çok örnek var. İnsanı çok etkiliyor böyle bir şeyler. Bütün hep o alışkanlıklardan dışarı sıyrılabilmek önemli tabii. Bu çok kolay bir şey değil esasında. Bir film göstererek bir hikaye anlatarak kalıpların dışına çıkartmak pek mümkün değil. Birisine diyorsun ki, “sen şu andan itibaren bir kara böcek gibi düşüneceksin.” Öyle bir roman var. Adamın biri kara böceğin gözünden bütün yaşamını yazıyor. Müthiş bir şey tabii. Çok büyük bir beceri bu. Ne olursa olsun yine bir insan gibi bakıyordur ama. Yani ne kadar ondan sıyrılıp bakabiliyor. Şimdi oraya katılanlardan, öğrencilerden belki kendini rektörün yerine koyup konuşmasını, öğretmenin yerine koyup konuşmasını, öğretmenin öğrencinin yerine koyup konuşmasını istiyoruz.
TÇ – Şu bayramlarda oluyor. Milli Eğitim Bakanı olan çocuklar...
TT – Bu alıştırma safhası en az bir yarım günü alıyor. Onun için bir tam gün yerine iki tam gün gerekiyor. Bir de tabii bu işin akşamı var hatta geceleri de kullanıyoruz genellikle. Yemekten sonra da oturuyor, konuşuyoruz.
TÇ – Bu sosyal ada denilen yerde kalınıyor öyle mi?
TT - Evet
TÇ - Yani evime dönemeyeceğim.
TT – Dönemiyorsunuz. Yani iki günse eğer. Bir günlük olanlarda dönüyorsunuz tabii.
TÇ – Yok, ben iki günlüğü kastettim.
TT – İki günlük olanlarda isterlerse dönebilir insanlar.
TÇ – Ama orda kalınıyor ve orda bir şey yapılıyor değil mi? Aklım orada kalır, neler yapılıyor, diye.
TT – Bir kere bu süreklilik, iş için kullanılıyor. İnsanlar arasındaki buzu eritmek için kullanılıyor. Kıyafet, unvan vs. hepsini sıfırlıyoruz. Hiç kimseden erkekse kravat, kadınsa çok resmi bir şey giymemesini istiyoruz. Çünkü kravatlı birisine hitabınızla, kravatsız birisine hitabınız bile birbirinden farklıdır. Birisine, “Sayın ÇELLEK” dediğiniz zaman başka bir anlam taşıyor. “Tülay hanım” dediğiniz zaman başka bir anlam taşıyor. “Tülay” dediğiniz zaman daha başka bir anlam taşıyor. Orada bütün bu unvan vs. hepsini unutuyoruz. İnsanların bir bölümü çok zorluk çekiyorlar. Ve amir memur ilişkileri varsa… Diyelim rektör geldi yanınızda duruyor. Ertesi gün Sayın Rektör bey veya bir şey demek eğilimindesiniz orada biraz zorlanıyorsunuz veya filan başkanı diye hitap ediyorsunuz. Şimdi Ahmet, Ayşe diye hitap etmek gerekiyor. İnsanlar çok istemiyorlar ama zorlayarak da olsa yapıyorsunuz. Herkesin göğsüne küçük ismini yazıyoruz. Bende onlara öyle hitap ediyorum Onlarda bana küçük adımla hitap ediyorlar. “Tınaz” diye. Buna önce bir yarım saat kadar, efendim soyadınızla hitap etsek , sayın desek, hocam desek… Hayır.
Dolayısıyla bu paradigmayı yıkmak, bariyeri yıkmak, kendini rahat hissettirmek iki güne yayıldığı zaman daha rahat oluyor. Yemek yerken herkes birbiriyle konuşuyor.

TÇ – Öğlene kadar bu şeyler… Buzları kırmak – eritmek vs .
TT – Birde tanışma olayı var. İnsanlar birbirlerini tanımıyorlar. Tanışma için çeşitli yöntemler uygulanıyor. Çok çeşitli teknikler var. O konuda yöntem bir tane değil. Her moderatörün ayrı tekniği olabiliyor. Örneğin ben bazı sorular soruyorum. Birazda soru sormaya alışsın diye, “şu kapının dışında 1000 yaşında ve ak sakallı bilge birisi olsa ve her şeyi bilse ve bir tane soru sorma hakkınız olsa, ama böyle fal baktırmak gibi değil. Ben zengin olacak mıyım, yarınki sınavdan geçebilecek miyim değil de, merak ettiğiniz neyi sorarsınız?” Bundan şunu gördüm ki insanların çoğunda gerçekten merak ettikleri şeyler ya yok ya da hiç düşünmemişler. İnsanın merak ettiği bir şey olabilir. Mesela ne bileyim kara delikler nasıl yutuyor olabilir, ben örneğin şunu çok merak ederim; “bu öğrenme işi nasıldır?” Bunun tekniğini öğrenebilsem yarın hemen oturur örneğin İspanyolca ya da aikido öğrenmeye başlarım.
TÇ – Yaratıcılığı bilimsel olarak çok daha ayrıntılı öğrenmek isterdim doğrusu. Bir de çocukluk anılarımı ayrıntılı anımsamayı arzu ediyorum. Ve onları bu deneyimlerimle ele alıp yazmak…
TT – Siz bunu merak ediyorsunuz. Herkesin vardır böyle merak ettiği şey ya da olması lazımdır, diye insan düşünüyor. Bu bir tanışma yöntemi. Önce katılımcıların kendisini tanıtmasını istiyorsunuz. Arkasından da bu soruyu soruyorsunuz. Buna “buz kırma” deniyor. İnsanları birbirine kaynaştırıyorsunuz. Hem o resmi taraftan, çatık kaş, tok ses işinden kurtarıp biraz daha gündelik hayatın içine sokuyorsunuz. Bunlar bittikten sonra, bütün sistem ortak akıl yürütme işi ve doğru soru üretme üzerine kurulu. Dolayısıyla İnsanlar soru soruyorlar ama, doğru soru sormak farklı bir şey.
TÇ – Soru sorma konusunda belirli bir konu var mı? O konu üzerine mi soru üretiyorsunuz?
TT – Hayır, doğru sormak genel bir teknik. Hani nasıl güzel yazı yazmak veya resimdeki temel çizgileri temel elementleri öğrenmek nasıl jenerik bir şeyse onun gibi.
TÇ – Tekniği anladık. Peki ondan sonra özel bir konu üzerinde örnekleme yaşatıyor musunuz?
TT – Orada bir örnek veriyorum. Bir sunum var o sunumun içinde örnekler de var. Yani doğru bir soru, eğri bir soru nasıl olur? Tabii birdenbire insanlara bunu söylediniz diye o üslubunu terk edip de hemen doğru sorular sormaya başlamıyor. Bu uzaydan gelen, tanrıdan gelen bir şey, bir vahiy gibi aniden olmuyor. Ama en azından ağzından çıkmaya başladığı andan itibaren hangi sorular doğrudur, hangi sorular doğru değildir, bunları yavaş yavaş anlamaya başlıyor. Yani üç tane özelliği var doğru bir sorunun.
TÇ – Evet tekil olacak, belirli olacak, net olacak.
TT – Doğru. Örneğin şimdi diyelim ki, bir soru konferansı yapıyoruz. Öğrencilerimiz var, öğretim üyelerimiz var vs... Ortada çözmek istediğimiz sorun şu olsun; ezbere dayalı ders işleme yöntemi yerine daha yaratıcı, öğrencinin katılımına dayanan acaba ne gibi yöntemler olabilir ve bunu nasıl uygulayabiliriz?
Bu sorunu çözebilmek için önce bu sorunu sorulara çevirmemiz lazım. Hangi sorular üretilebilir? Bir katılımcı böyle bir soru üretse, dese ki, ders içinde öğretmeni fazla yormayan öğrenciyi de fazla hırpalamayan, müfredata uygun yaratıcı ve aynı zamanda belleğe çok fazla dayanmayan soru sorma yöntemi ne olabilir? Bu makbul bir soru yöntemi değil. Niye? Çünkü sorunun içinde birkaç tane soru birleşmiş durumda. Daha küçük parçalarla ayırıp tek tek sorular sorulmasını istiyoruz. Örneğin Ezbersiz ders işlemek nasıl olabilir? Ders işleme ve yaratıcılık ne demektir? Takrir metodunun alternatifleri var mıdır? Varsa nelerdir? gibi. Bunlar tekil soru, tek, tek konuya uygun sorulmuş sorular. Böyle birbirine birleştirilmiş (ve), (ile) gibi bağlaçlarla eklemlenmiş soruların birden fazla cevapları olabilir ve o cevaplar birbirine karşı da olabilir; bunun için tekil olmasını istiyoruz.
Bu noktada bir hatırlatma yapayım. Soruları tekil olarak sorma zorunluğu kişilerin soru sorma, üretme haklarını kısıtlamıyor. Çünkü bir kişinin belli bir hakkı yok, istediği kadar söz alıp istediği kadar soruyu sorabilir. Hatta daha da soruyoruz, “söyleyecekleriniz bitti mi, son söyleyeceğiniz var mı?” diye. Hiçbir zaman da, “şimdi artık bu konu kapanmıştır, bundan sonra onunla ilgili bir şey söyleyemezsiniz” gibi bir şey yok. Özgürlük ve yaratıcılığı teşvik var orada.

TÇ – Soruyoruz dediniz. O zaman siz yalnız değilsiniz. Başkaları da mı var orada?
TT – Hayır, moderatör bir kişi , ona kolaylaştırıcı da diyoruz. En iyi moderatör, mümkün olduğu kadar görünmeyen, en az karışan, insanları etkilemeyen olması lazım. Bu bir ideal tanım, gene de bir miktar karışma oluyor.
TÇ – Bir şeye takıldım. Çok güzel konu hakikaten beni bu konuya yönlendirdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Hep panellere gidiyorum, böyle şeyler olmuyor demiştim ama, şimdi daha barizleşti bende olay. Böyle şeyler oluyor ama şirketler kendi aralarında yapıyor. Sizde katılımcılar için o kadar titiz seçim yapıyorsunuz ki. Benim gittiklerim hep halka açık olan, basından duyduklarım. Bunlarda, bu tür bir uygulama yok. Şimdi benim yaptığım seminerler de aslında halka – herkese açık. Bu tür, belki benzeri bir uygulamayı daha farklı boyutta yapıyorum. Çok şaşırıyor katılımcılar. Ama ilginç geliyor yaşadıklarında. Gösterdiğim saydamlar üzerinden fikir ürettiriyor ya da öykü kurduruyorum. Gördükleri ile yaşam arasında ilişkilendirme yapmalarını istiyorum. Anlatmak yerine yaşatmak söz konusu… daha kalıcı oluyor.
TT – Zannediyorum, siz çok etkilenirsiniz böyle bir şeye katıldığınız zaman. Mesela genellikle ilk defa katılan insanlar bir konuda uzman ise herkesin kendisini dinlemesini istiyor. Yani “siz bir dakika durun,” diyor. “Ben size işin doğrusunu bir anlatayım.” Burada buna izin vermiyoruz. Sonsuz sayıda konuşma hakkınız var ama, mesela herkese konferans verme hakkınız yok orada. Yani bir kişi esir alıyor herkesi, kendini dinletiyor. Ona izin vermiyoruz, hatta diyoruz ki, “mümkünse on, en çok da onbeş kelimeyle sınırlı şekilde sorularınızı sorun.” Ayrıca kimseye hakaret edecek, kimseyi aşağılayacak sorular soramazsınız. Yani orda birisini gösterip, örneğin bir kurumu işaret edip , “böyle bir rezil kurum olur mu?” Bu bir soru formatında ama esasında hakaret ediyor. Böyle şeylere izin yok orada. Burada bir beyin fırtınası yapıyorsunuz. Hiçbir sınır yok beyin fırtınasında kurallardan bir tanesi hiçbir sınırlama yok, sorulabilecek sorularla ilgili. Sayı konusunda da hiçbir sınırlama yok. İstediği kadar soru adayı üretilebilir.
isteklerimizden bir tanesi de kimseye hiçbir yolla, kırıcı, caydırıcı bir işaret vermeyecek yani gülmek, alay etmek yok. Çünkü bazı insanlar yırtıktır hiç aldırmayabilir. Bazıları ise başkasının imalı bakışından dahi susar ve orada pasif olarak kalır.

TÇ– Öğrencilerde bu çok var. Eğitim sisteminde çoğu kez öyle yetiştiriliyor. Ya alay edilerek ya aşağılanarak. Sonra da kendine güveni sarsılıyor.
TT – Çok vardır tabii. Bir şey söylersem ya alay ederlerse, ne olabilir, diye. Birisi yaptığı takdirde de, bir daha yapmaması için uyarıyoruz. Tabii orada artık deneyim sahibi olduğum için herhangi birisi az konuşuyorsa onu konuşturmak için mutlaka gayret ederim. Birisi de egemen olmaya çalışıyorsa moderatöre, bu hegemonyayı önlemek katılımı sağlamak düşüyor. Bazen konuşmayanlardan da çok ilginç şeyler çıkıyor.
TÇ – Yaratıcılar çoğu kez içe kapalı mı oluyor?
TT – Evet. Hatta bazen katılımcıların arasına bir de sokaktaki insanı temsil eden birkaç kişi katmış oluyorsunuz. Onlar genellikle kendilerini bu işten uzak tutuyorlar. “Bunlar akademik şeyler konuşuyorlar, ben anlamam ki” diye. Kalabalığın içine saklanma eğilimi oluyor. Onları da deşip bir şeyler alıyorsunuz. Böylelikle yarım saat veya 100 soru -hangisi önce gerçekleşirse- devam ediliyor. Başka aklınıza gelen sorabileceğiniz bir şey var mı? Herkes saçma sapan, zırva ne varsa sorabilir.
Yine deminki örneğimize –derslerin ezbersiz işlenmesi- dönersek, dersin yaratıcı ezbersiz biçimde işlenemeyişi sorununu en iyi ifade edebilecek sorular neler olabilir? Konusunda soru üretilmesini istiyorsunuz. Paydaşlar çeşitli sorular üretiyorlar.
Yüz soru, yüzeli soru, bazen iki yüz iki yüz soru üretiyorlar. Bunları da bir taraftan bir sekreterya anında yazıyor. Herkes sorusunu çok düzgün bir biçimde –özellikle de başlangıçta- dile getiremeyebiliyor. Tam söylerken düşünüyor, yarım kesiyor, geriye dönüyor, duralıyor ya da anlamsız nidalar ekliyor; hatta araya uzun açıklamalar koymak eğiliminde olabiliyor.
Onun için herkese ufak bir bloknot veriyor ve “aklınıza gelenleri ne olursa olsun şöyle bir not alın ve böylece bir defada çabucak söyleyin ki başkasının zamanı kayıp olmasın; çünkü, siz buyurun söyleyin dediğimiz zaman, saat çalışmaya başlıyor. Siz başkasının zamanını kullanıyorsunuz.”

TÇ – Derslerimde de dediğiniz gibi, bir öğrenci fikir ürettiğinde başka bir öğrenci diyor ki, “hocam aslında böyle düşünmemiştim ama biraz önce konuşan arkadaşımdan çıkışla bende şöyle düşündüm, bir fikir geldi aklıma.” Bunu derslerimde sıkça yaşıyoruz. Buna fikrin dallanıp, budaklanması, çiçek açması diyorum. Bu çok hoşuma gidiyor.
TT – Onu çok teşvik ediyoruz. Merdiven biçiminde fikir üretmek. Hatırlarsanız biraz evvel beyin fırtınasının kurallarını söylerken bir tanesinin de çağrıştırma olduğuna değinmiştim. Bu sizin orijinal fikriniz değil ama birisinden etkilenerek söylüyorsunuz. Bunu çok istiyoruz.
İşte bu şekilde biraz tökezleyerek başlanan beyin fırtınası kısa bir süre sonra akmaya başlıyor ve bu akım insanların çok ihtiyacı olan “kendini özgürce ifade edebilmek” ihtiyacına karşılık geldiği için çok da hoşa gidiyor.
Bu arada uçuk sorular da olabiliyor ve biz bunları özendiriyoruz. Çünkü uçuk ya da uçuk gibi görünen sorular birkaç çağrışımdan sonra çok yol açıcı sorulara dönüşebiliyor. Örneğin birisi diyor ki, “efendim balon yapalım, balonun altına sepet olsun, sepette dersleri yapalım”. Buna hiç kimsenin–istihza, küçümseme bağlamında- gülmesine izin vermiyoruz. Belki buradan hareketle derslerin açık havada yapılması ve bunun da beynin oksijen kullanım verimini artırabileceği gibi bir fikir doğabilir. Nitekim eski Yunan’da açık hava akademilerinin belki de nedeni buydu.

TÇ – Evet uçmak lazım. Oradan başka yerlere çağrışımlar olabilir.
TT – Oradan başka yerlere çağrışım yapabilir, saçma olabilir ama bu saçma görünüşlü fikir daha az saçma ya da çok akıllıca başka şeylere yol açabilir. Böylelikle yüzün üzerinde fikir üretiliyor. Ondan sonra bu iş bittiği anda, tamam dedikleri anda sekreterya bunların hepsini bir kağıda hemen dökmüş oluyor zaten. Bas dediğimiz anda fotokopiyle çoğaltılıyor. Orada fotokopi makinesi de yanımızda oluyor. İnsan sayısı kadar çoğaltıp veriyoruz.
Ondan sonra ikinci evre başlıyor. Diyorsunuz ki şimdi sizi gruplara ayırıyoruz. Yaklaşık sekiz, on gruba ayırıyoruz. Bu numara sayarak oluyor ama gruplaşma rasgele ayırılıyor. 1, 2, 3, 4...11, ......1, 2, 3, 4...11. Birerli grup ikişerli üçerli grup olabilir. Her grup kendine bir isim veriyor. Kediler, ayılar, kelebekler, çirkinler, güzeller gibi…
Ondan sonra o salondan çıkıyorlar. Kendilerine ayrı yerler belirliyorlar, özgürce. Bunlar beş altı kişilik gruplar halinde. Her birine bu üretilmiş olan fikirleri veriyoruz. Ve kendilerinden şunu istiyoruz. Diyoruz ki; “şimdi bu 100, 150 kaç tane fikir varsa bunların arasından sizce en işe yarayan, ortada tartıştığımız sorunu en iyi betimleyeceğinize inandığınız –örneğin- beş soruyu seçin. Yalnız bu arada lütfen mümkünse oylama yapmayın”.
Çünkü oylama çok demokratik görünmesine rağmen kolaycı ve tartışmayı yok eden bir yöntem. Oyladığınız zaman birinci soruyu kim istiyor, herkes elini kaldırıyor, ikinci soru için eller kalkıyor iki dakikada bitiyor olay. Halbuki öbür türlü tartışıyorsunuz. Yarım saat veya yirmi dakika süre veriyorsunuz. İçlerinden birisinin de grup lideri olmasını istiyorsunuz. Onlar kendileri seçiyorlar. Grup liderinin emredici bir görevi yok. İki görevi var: birisi zamana sahip olmak. Örneğin yarım saatse, tam yarım saatte bitirmek. İkincisi de herkesin katılımını sağlayıp, olası egemenliklere engel olmak. Birisi lafı eline alıp -ki bunlar genellikle uzmanlar oluyor-, “içerde izin vermediniz şimdi arkadaşlar, ben bu işi biliyorum” diyerek herkesi susturuyor. Diğerleri de zaten ihale etmeye çok eğilimli. “Hocam sen biliyorsun bu işleri hadi şimdi sen hallediver...” gibisinden tartışmayı, dolayısıyla da ortak akıl üretimini bir kenara bırakıyorlar. Bu yüzden oylamaya pek sıcak bakmıyoruz.

TÇ – Yani “biz arkandan geliriz”, değil mi?
TT – Evet, “biz arkandan geliriz”. Biz buna kesinlikle izin vermiyoruz. Böylece tartışmalar sonunda ortak akıl bir kristal netliğinde orada ortaya çıkmaya başlıyor. Ve sorunu en iyi ifade edebilecek beş soru üretilmiş oluyor. Gerçekten her defasında bunu gördüm ki, ne kadar uçuk sorular da olsa, sonunda çok akıllıca sorular ortaya çıkmış oluyor. Şimdi bir sorunun, net olmayan, buğulu bir sorunun çok net sorulmuş belirli, tekil, net hale getirilmiş bir beş tane soru haline getirilmesi son derece kolay oluyor. Beşe indiriliyor. Esasta burada sorunu, soruya çevirmiş oluyorsunuz. Ezbersiz yaratıcılığa dayalı bir eğitimi nasıl yaparız, diye böyle karışık bir şey beş tane soruya dönüştürülmüş oluyor.
TÇ – Sonra yanıt arıyorsunuz.
TT – Ondan sonra yine grupları görevlendiriyorsunuz. Bu sefer beş soruyu yanıtlamalarını istiyorsunuz. Katılımcılar beş sorunun hepsine cevap veriyorlar. Ondan sonra sekreterya hemen bu yanıtları çoğaltıyor fotokopiyle. Birinci sorunun 5 ayrı cevabını birinci gruba, ikici sorunun 5 cevabını ikinci gruba,…böylece tüm cevaplar artık birer ihtisas grubunda toplanıyor.
Her gruptan, ellerindeki beşer cevabı konsolide edip teke indirmeleri isteniliyor.Yani beş tane cevaptan, bir tane cevap üretin. Her birinin iyi taraflarını, işinize yarayan taraflarını alın böylece zenginleşmeye başlıyor, konsantre ediyorsunuz cevapları. Tabii ben çok özetle anlatıyorum. İkinci günün sonunda sorunu sorulara çevirmiş ve her birinin cevaplarını ortak akılla vermiş oluyorsunuz. Ondan sonra beyin fırtınasıyla son bir soru daha soruyorsunuz. Peki diyelim ki cumartesi, pazar günü yaptınız bu işi pazartesi sabahleyin ne yapardınız? Bunu eylem planına döküyorsunuz. İlk adımda neleri atacağız? Yani doğru bir şey bulduk ama , ne yapalım neresinden başlayalım, diye. Diyorlar ki çalışma grubu kuralım ve benzeri öneriler… Epey cevap üretiyorlar. Bu cevaplar çok sertse gene süzüyorsunuz. Yok değilse aynen bırakıyorsunuz. Soru konferansı dediğimiz sürecin uzunca özeti böyle. Ve ortak akıl yürütme işi bu.
Buna şuradan geldik; marketteki piller yan yana durduğu sürece veya insanları yan yana oturttuğunuz sürece katma değeri yüksek bir cevap alamazsınız. Onda da böyle bir teknik uyguladıktan sonra; birinin eksisini diğerinin artısına kablolarla bağlamak gibi… Kabloyla bağladığınız takdirde katma değeri yüksek değerlikli düşünce elde edebilirsiniz. Yoksa ben fikrimi söylerim, siz fikrinizi söylersiniz. Ama daha yüksek bir şeye varamayız. Ama sizin söylediğinizden benim etkilenmem, sonra da benim size bir katkıda bulunmam için bir teknik uygulanması lazım, Soru Konferansı işte bu işe yarıyor. Etkileşebilme kabiliyeti gelişimin gerçek anahtarıdır (http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=18).

TÇ – Siz konuşurken düşündüm. Sizinle böyle bir çalışma yapabilir miyiz? Üniversitelerde böyle bir çalışma yok. Çok muazzam bir şey bu.
TT –Ayhan Alkış Bey rektör iken üniversiteler arası kurul başkanıydı. Ve o zaman YÖK’le hükümet kurulu arasında birtakım nizalar vardı. Bizzat benden böyle bir şey istedi. Yani bir “ortak akıl” çalışması istedi ve çok da çalışarak bir tasarım yaptık. Sonradan ne olduysa, istemediler öyle bir şey. Kendileri karar verdiler bunun arkası gelmedi. Biz ön çalışmaları yapmakla kaldık. Uygulamadık yani. İstemediler böyle bir şey. Hala çok yanarım ki şimdi size bir örnekte vereceğim. Benim bu konuda bir de yazım var.
Bakın size bir örnek vereceğim. Adresi, faks numarası, telefonu, mail adresi makalemde vardır. Adı da, “Sosyal İcatlar Enstitüsü ve Ağlayan Bakan”idi. Merkezi Londra da “Sosyal İcatlar Merkezi” diye bir enstitü var. Ama bu enstitü sanal bir kurum, Binası, personeli filan yok. Sadece bir oluşum. 7 - 16 yaşındaki çocukların oluşturduğu bir kurum. Amacı da çocuklar arasında yaratıcılığı teşvik etmek, toplumun hem sosyal sorumluluğunu hem de yaratıcılığı teşvik etmek. Çocukların toplumda rastladıkları sorunlarla ilgili bir şeyler yapmalarını sağlamak.

TÇ – Burada adresi var mı? Onu alabilir miyim?
TT – Tabii, bana bir mail atarsanız (tinaz@tinaztitiz.com) yollarım. 7 - 16 yaş arasındaki çocukların sorun çözme pratiklerini geliştirmeleri için oluşturulmuş bir enstitü. 7 yaşındaki çocuklar oturmuşlar kendi aralarında hangi sorunlar için çözüm arayalım diye beyin fırtınası yapmışlar. Ve bu beyin fırtınasının sonunda ortaya çeşitli fikirler atılmış. Bu fikirlerden sokaktaki köpek pisliklerinin en önemli sorun olduğu konusunda uzlaşılmış. Çünkü bunlar ufak çocuk oldukları için bastıkları yere pek dikkat etmiyorlar ve o pisliklere basıyorlar. Dolayısıyla evde sorun oluyormuş böyle bir şey. Anneleri kızıyorlar. Bunu sorun olarak seçmişler.
Ondan sonra çözüm safhasına gelelim. Bu sorunu birilerinin, belediyenin dikkatini çekebilmek için bir yöntem aramışlar. Bunu da beyin fırtınasıyla; A4 kağıtlara, “biz köpek pisliklerinden nefret ediyoruz” diye yazıp, notu motosikletli kuryelerin sırtlarına yapıştırmışlar. Ve bu belediye meclisi üyelerinden birinin dikkatini çekmiş. 7 yaşındaki çocukları toplantıya çağırıyorlar. Dolayısıyla toplantı adabı nedir, çocuklar onları öğreniyorlar. Gitmeden evvel toplantıya nasıl gidilir? Diyorlar. Fikirlerinizi bir kağıda yazın oraya götürün. Dolayısıyla çıkarken kağıt üstünde yazılı bir şey bırakın diye gidiyorlar. Belediye Meclisi makul görüyor bunların önerilerini. Bunlara £25 kadar bir ödenek veriyorlar, çalışmalarının verimini artırmak için belediye özendiriyor yani.
Ve sonunda her parkta köpekler için ayrılmış köşeler yapılıyor. Bir sosyal sorunu çözebilmek için çocuklar katkıda bulunmuş oluyor.
Bunu da şuna bağlamışım. Bir orman yangını olmuştu, orman idaremizin üst düzey yetkililerinden birisi çalı vurarak orman yangınını söndürmeye çalışıyorken zehirlendi, bir bakan da bundan etkilenerek ağlamıştı.
Ben de şöyle yazmıştım: “beyin fırtınası yaparak sorun çözebilen çocuklara saygı duyuyorum, şapka çıkarıyorum önlerinde; orman yangınını çalı vurarak söndürmeye çalışanlara ve onlara ağlamaktan başka yapabilecek bir şeyi olmayanlara ise saygı duymuyorum”.
Onun için tabii ki çocuklarımızın bu tip tekniklerle yetişmiş olması çok önemli. Bence her öğretim üyesinin, her öğretmenin sınıfında lüzumlu veya lüzumsuz çeşitli konularda ortak akılla bulunacak şeyleri bu tip beyin fırtınalarıyla yapmasında çok yarar var. Çok da basit bir yöntem, herkes yapabilir. Parayla pulla vesaire ile yapılan bir yöntem değil. Evet beyin fırtınası, ortak akıl meselesini galiba iyice işledik. Rastgele insanları yanyana her gün her yerde görüyoruz. Oturuyorlar toplantı yapıyorlar. Bunların hiçbir öneminin olmadığını vurgulamak için söylüyorum. Bunlar bir ortak akıl üretmiyorlar. Sadece içlerinden zamanın geçmesini diliyorlar. Başka da bir şey yok. Bunu herkes bir düşünsün. Bir katma değer üretilmediğini düşünsün.

TÇ – “Zaman” konusuna gelelim o halde.
TT – Zaman konusunda tabii çok şey söylenebilir. Ama ben bir iki şey söylemek istiyorum. Bir tanesi biraz uçuk kaçık bir örnek gibi gelebilir. Ama ben birisini arıyorum, özel bir saat yaptırmak istiyorum. “Örgüt saati” diye bir düşüncem var. Bunu açmak istiyorum müsaadenizle.
Örgüt saatinden şunu kastediyorum. Bileğinizdeki veya duvarınızdaki saatler dünyanın kendi etrafındaki dönüşünün bir kesrine göre ayarlanmış. Saat akrebi iki defa tam döndüğü zaman, dünya etrafında bir kere dönmüş oluyor. Ve kadran saatlere, dakikalara, saniyelere bölümlendirilmiş. Bunun benim gündelik işlerimle, yaşamımla nasıl bir alakası olduğunu doğrusu çok anlayamıyorum.
Her örgüt kendi zamanını ayrıca bir aletle ölçmeli. Diyelim ki, burası bir iş yeridir. Buranın duvarına buna benzer dünyanın kendi etrafında dönmesiyle ilgili, ölçen bir alet koyduk. Burada duvardaki saat onu gösteriyor. Dünya ne kadar döndü, burada görüyoruz. Halbuki ben 24 saat denen sürenin yaklaşık üçte birinde zaten evdeyim ve uyuyorum. Geri kalan üçte birinde örneğin, kedimle oynuyorum, spor yapıyorum, geziyorum yemek yiyorum, istirahat ediyorum vs. Onun dışında bir başka sekiz saat kalıyor. Ona çalışma saati diyorlar. Buraya geliyoruz ama gelirken zamanı biraz yolda sarf ediyoruz, akşam giderken sarf ediyoruz, öğlen yemekleri için biraz sarf ediyoruz. Sabahleyin gelince biraz mahmurluktan ayılmak için sarfediyoruz. Artık yorgunluk dolayısıyla biraz saate bakıyoruz. Karnımız acıktığı için yemekten önce biraz ara verip, yemekten sonrada biraz rehavet bastığı için. Arada sırada çay, kahve vesaire gibi, ahbap arkadaş onlar arıyor, dolayısıyla bu 8 saat içinde bir dört saatte böyle geçiyor. O zaman bu yirmi dört saatin içinde 4 saat etkin olarak çalışıyoruz. Bu ne demektir?
Duvardaki saati eğer mümkün olsa da bir yöntemle 24/4, yani 6 kat hızlı çevirebilsem o saat benim gerçek çalışma süremi ölçüyor demektir. Çünkü mevcut durumdaki saat, benim bütün zamanı eşit olarak değerlendirdiğim varsayımına göre işaretli.
Halbuki ben o 24 saatin ancak 4 saatini kullanabiliyorum. Ve dolayısıyla demek ki 24/4 yani 6 misli hızlı dönmesi lazım ki zaman akışını bana doğru göstersin.
Tabii o zaman, 4’e bölünmüş bir saat yapacağız. Yeni bir saat birimi ortaya çıkacak; buna “örgüt saati” diyorum. Ve araları da “örgüt dakikaları”na ve onların da araları “örgüt saniyeleri”ne bölünecek. Ve diğer saatin tam 6 misli hızla dönecek. O zaman ne kadar çabuk zaman tüketeceğinizin farkında mısınız? Duvar saatine nazaran çok daha hızlı dönecek. Bir dakikanın 6’da birinde bir tur yapacak o. Bir geleneksel saat yerine 1/6 saatte bir örgüt saati geçecek. Böylelikle insanlar zamanı daha hızlı kullanmasını öğrenecekler. Daha anlamlı konuşma, yazma, toplanma, çalışma pratikleri gelişecek.
Bugün ise bileklerimizde ya da duvarlarımızda takvim gibi –kısa süreleri ölçme işimize yaramayan- araçlar taşıyoruz.
Her örgütün saati farklı hızlarda dönmeli. Bir saat üreticisi çıkıp her örgüte göre ayarlanabilir saat yapsa çok da doğru ve karlı bir iş yapmış olur.

TÇ – Bir de saatlerde renk değişik olsa.
TT – Evet değişik olsa çok ilginç, yaratıcı bir saat tasarımı ortaya çıkar. Hele elektronik olarak bu işleri yapmak çok daha kolay. Hem de belki renk kodlarıyla belki başka boyutları ifade etmek kolaylaşırdı. Örneğin müdürün renk kodu ile güvenlik görevlisinin kodu farklı olurdu.
TÇ – Zemin değişse; çalışırken aldığı renkle dinlenirken aldığı renk farklı olsa.
TT – Bu zaman işi hep konuşulur bizde, Türk insanı zamana çok önem vermiyor diye. Halbuki dilimizde “vakit nakittir” diye tercüme bir laf var ama bizim lafımız değil esasında. O yabancı dilden aktarılan bir şey. Peki niye böyle? İnsan düşünüyor; Tanrı herkes için zamanı eşit olarak verdiğine göre niye biz bunu iyi kullanamıyoruz da başkaları iyi kullanıyor? Ben çok düşündüm bunu.
TÇ – Planlama yetersizliği olabilir mi? Planlamayı pek bilmiyoruz galiba.
TT – Acaba ondan mı pek emin değilim. Örneğin ne yapmak istediğini bilen ama hiç eğitimi olmayan insanlar bile o kadar güzel planlıyor, yöntemler buluyorlar ki hayret edersiniz. Ama ne yapmak istediğinizi bilmiyorsanız, ne yapmak istediğiniz konusunda net değilseniz o zaman sağa sola savrulmaya başlıyorsunuz. Bu sağa sola savrulma, sonunda zamanın kötü kullanımı biçiminde ortaya çıkıyor.
TÇ – O zaman amaç.
TT – Evet amaç konusunda, ne yapmak istediği konusunda bir sorun var. Ben misyon yani öz-niyet konusu üzerinde çok duruyorum. Şirketler niçin vardır, insanlar niçin vardır? Biraz sonra belki o konuya geleceğiz. sanırım bana öyle bir soru yöneltecektiniz. Yani sen niye varsın? gibi.
TÇ – Evet siz başkalarına soruyorsunuz, ben şimdi size soracağım. Siz neye varsınız?
TT – Evet çok doğru. Bu soruyu cevaplamam demiyorum, ama ben şunun için varım doğrusu da budur, siz de bunu bir varlık nedeni olarak benimseyin demek çok iddialı bir şey olur.
Ama bu soruyu insanlar kendisine sormalı… Bu soruyla çok oynanmalı. Çünkü bu sorunun cevabını vermeye çalışmadan, hiçbir taşı yerine oturtmanın imkanı yok. Öyle bir şey düşünün ki niye varolduğu belli olmayan bir şey, nereye koyarsınız onun rengini alıyor.
Bir kitap düşünün, hangi kategoriye ait olduğu belli değil. Kütüphanenin neresine konur böyle bir şey?
Bir insan düşününki niye yaşadığı belli değil. Zamanla ne yaparak hareket eder, kumar oynayarak mı vakit geçirir, yemek yiyerek mi geçirir, sinemaya mı gider, sohbet mi eder ne yapar? Nasıl geçirir zamanını?
O zaman vakit geçirmek denen kavram gündeme geliyor. Böyle bir deyim var. Vaktini nasıl geçiriyorsun, diyorlar birbirlerine. Vaktini nasıl geçiriyorsun, diye bir tabir olabilir mi? Bizim bir şey yapmamıza gerek yok ki vakit geçirmek için, vakit kendiliğinden geçiyor. Sen vaktini hangi yöntemle dolduruyorsun ve hangi amaca göre kullanıyorsun bunu? Sorusu daha doğru soru olabilir.
Bu açılardan herkesi amaçları farklı olabilir ve hepsi de doğrudur. Benim amacım “anlamak” ya da daha doğru tanımlamayla “anlamaya çalışmak”. Neler niçin ve nasıl oluyor?

TÇ – Evet geriye “koruma” kaldı. Şu kendini koruma… Bu korumayı; kişiliği, varlığını korumak, öğrencinin özellikle… Eğitimle bağlayabilir miyiz? Ben testlerinizi açamadım, ama onunla da bağlantılı olarak.
TT – Bu yaşam alanı (http://www.tinaztitiz.com/dosyalar/yasam_alani.pps.zip) dediğimiz bir kavramla çok bağlantılı. Yaşam alanı ve öğrenmekle çok bağlantılı. Gençler için Beyaz Nokta® Gelişim Vakfında düzenlediğimiz bir program var, Kişisel Gelişim Platformu adında (http://www.kigep.org.tr.tc) . Orada uyguladığımız yöntem esasında çok basit, sade bir yöntem.
Kişinin etrafında, onu çevreleyen çok boyutlu bir ortam olduğu varsayımından yola çıkıyoruz. Önce diyoruz ki, kişinin fiziksel yeterlilikleri ve yetmezlilikleri var. Her kişi bir dizi yeterlik ve yetmezlikten oluşuyor. Yani sınırlardan oluşuyor. Diyelim ki atlayabileceği yüksekliğin bir sınırı var. Bazı insan 10 cm yükseklik atlayabiliyor, bazısı 50 cm, bazısı 1 metre bazısı şampiyon olacak kadar 2 metre bir yerden atlıyor. Koşularla ilgili sınırı var; bazı insan hiçi koşamıyor bazı insan bir atlet gibi koşabiliyor. Ağırlık kaldırmayla ilgili sınırlar var. Bunlar fiziki sınırlar.

TÇ – Bir de farklılıklar var . İlgi farklılıkları, kişisel farklılıklar var.
TT – Oraya geleceğim. Fiziki yeterlilikler ve yetmezlikler. Buna yeterlilik ve yetmezlik yerine sınır diyelim. Herkesin sınırları faklı yerde. Sizinle ben farklıyım. Sizinle başka birisi farklı. Ondan sonra zihinsel sınırlara geliyor. Ne kadar sözcüğü belleğinizde tutabiliyorsunuz, aynı anda kaç tane farklı düşünceyi zihninizde çevirebiliyorsunuz; geçmişe ait şeyleri ne kadar net hatırlayabiliyorsunuz? Ne kadar hızlı okuyabiliyorsunuz? Ne kadar hızlı dinleyebiliyorsunuz? Bütün bunlarda demek ki zihinsel sınırlardır. Ondan sonra belki işte ruhsal sınırlarımız var. Takıntılarınız, korkularınız, fobileriniz; kiminin yüksekten korkusu, kiminin ipin üstünde 1000 metrede bile normal sokakta yürürmüş gibi yürüyebilme yetisi. Onun sınırı daha yüksekte. Kimisinin kapalı yerde kalma korkusu, kiminin öyle bir şeyi yok.
Kiminin hayvan korkusu var, kiminin yok. Böyle takıntıları, korkuları, fiziksel sınırları, ruhsal sınırları, zihinsel sınırları gibi bir takım sınırlardan ibaret bir yaşam alanı içinde yaşıyoruz. Buna konfor alanı da deniyor. Şimdi birinci olarak insanın şunu idrak etmesi gerekiyor ki, her şey ama bütün refah ve mutluluk ürünleri bu alanın içindeki tarladan üretilen ürünlerdir. Eğer bunlardan mutlu değilseniz, bunlardan bir şikayetiniz, bir yakınmanız varsa bu sınırların darlığıyla, sınırlarınızla ilgilidir. Tabii genişletmemiz lazım. Bunu genişletmek içinde önce farkında olmamız gerekiyor. Yani hangi sınırınızın ne olduğunu bilmeniz gerekiyor. Yükseklik korkunuzun olduğunu bilmiyorsanız böyle bir şeyi düzeltmek, bunun üstüne gitmek gibi bir amacınız olamaz. Veya dakikada 300 kelimenin bir sınır olduğunun farkındaysanız bunu arttırmak dakikada 600 - 700 kelimeye çıkartmak için bir gayretiniz olabilir. Bildiğiniz sözcük sayısının önemi sizin kendinizi ifade etmenizde çok önemli bir parametre olduğunu fark ettiğiniz anda yeni sözcükler öğrenmeye gidebilirsiniz veya bildiğiniz sözcüklerin kökenlerini bildiğiniz anda daha iyi bir empati kurabildiğinizi anlamaya başlarsınız.Yani kendinizi bildiğiniz anda mutluluk sınırlarını zorlamaya başlıyorsunuz.

TÇ – Ama sadece kendimizin bilmesi değil, başkalarının da bilmesi önemli. Yani öğretmenimizin, annemizin, babamızın. Örneğin her çocuk küçüklüğünde öncelikle doktor oluyor biliyorsunuz, sonra mühendis. Karşımızdakinin de bilmesi lazım bunu.
TT – Tabii dediğiniz çok doğru. Galiba insanlar kendini bilmeye başladıktan sonra empati dolayısıyla karşınızdaki insanın da kendisi hakkındaki düşüncelerini anlamaya başlıyorsunuz. Yani onun da farklı birisi olduğunu, siz olmadığınızı, sizin eğiliminizden, sizin özlemlerinizden farklı özlemleri olabileceğini anlamaya başlıyorsunuz. Dolayısıyla ben şunu anladım, ben doktor olamadım, bari çocuğum doktor olsun gibi hastalıklardan vazgeçiyorsunuz. Dolayısıyla bu yaşam alanının değeri böyle.
Ondan sonra bu yaşam alanıyla ilgili ikinci aşamaya sıra geliyor. Peki bunları nasıl genişleteceğim? Bu duvarlardan hepsi değil ama bir bölümü çok dar, beni sıkıştıran benim üstüme baskı yapan bazı alanlar var. Diyelim ki yükseklik korkumuz varsa veya kapalı bir yerde kalma korkunuz varsa, belli işleri reddediyorlar. İşe ihtiyacı var, çalışamaya ihtiyacı var ama mesela bulduğu işler hep yüksek katlarda hep kapalı yerlerde. Ofisler kapalı, orada çalışmayı reddediyor. Dolayısıyla bir anda zaten dar olan bir yaşam alanını kendi kendine daha da daraltmış oluyor. İş buluyor ve önce onu soruyor, “kaçıncı katta işyeriniz,” diyor, örneğin “5. katta,” “ben burada çalışmam,” diyor. Halbuki bakın kendi hayatını zorlaştırmış oluyor. Peki ondan sonra nasıl olacak?
Bunun farkına vardınız. Böyle şeyleriniz olduğunun, yaşam alanınızı ondan sonra, onu geliştireceksiniz. Genişletmek için en iyi enstrümanlardan bir tanesi, insanoğlunun sahip olduğu en önemli şeylerden bir tanesi öğrenmek. Hatta öğrenme konusundan şöyle bir iddiaya geliyorum artık, işi bağlıyorum. Yaşam öğrenmekten ibarettir. Nelerin öğrenilmesi, işte kendini koruma işi buradan geliyor. Kendimizi nelerden koruyacağız? Kendinizi fiziksel koruyacaksınız. Mesela trafik kazalarından koruyacaksınız. Yayaysanız yolda çukurlara düşüp ayağınızı oranızı buranızı zedelemekten koruyacaksınız. Sokakta yemek yiyorsanız, yediğinizden içtiğinizden hastalığa yakalanmamak için kendinizi koruyacaksınız. Etrafınızdaki nezle grip olan insanlardan size bir şey bulaşmamasını sağlamak bunu öğreneceksiniz. Çocuksanız annenizden babanızdan dayak yememeyi öğreneceksiniz. Erişkinseniz öğretmeninizden hakaret görmemeyi öğreneceksiniz. Öğretmenseniz çocuklarınızla, öğrencilerinizle empati kurmayı öğreneceksiniz. Ezber yaptırmadan dersinizi işlemeyi öğreneceksiniz. Ezberlemeden derste başarılı olmayı öğreneceksiniz vb. gibi yüzlerce yöntemle kendinizi korumanız gerekiyor. Yani başkasının saldırısından kendinizi korumanız, başkasına karşı sinirlenip kendinizi cezalandırmamayı öğrenmeniz gibi insanın kendini binlerce yoldan kendini korumayı öğrenmeniz gerekiyor. Yani bir insanın zannediyorum ki öğrenebilme spektrumu içinde en çok rastlayacağı şey kendini korumayı öğrenmek, sağlığını korumayı öğrenmek, bedenini korumayı öğrenmek, ruhsal sağlığını korumayı öğrenmek, zamanını kullanmayı öğrenmek. Zaman harcayıcı insanlardan korunmayı öğrenmek. Uzun yazarak, uzun konuşarak, mükerrer sözcükler kullanarak, bakın bu mükerrer sözcük kullanma işi ne kadar yaygınlaşıyor. Kullandığınız yazılan, çizilen gazete, medya, oradaki buradaki şeylere dikkat edin birbirlerinin eş anlamlısı olan şeyler birbirinin yerine kullanılıyor. Bunların her biri için zaman kullanıyorsunuz, mürekkep kullanıyorsunuz. Okuyan insanın zamanını kullanıyorsunuz. Karınızdakinin kuşkusunu kullanıyorsunuz. İki kelimeyi yan yana gördüğümde ben ciddi olarak kuşku duyup zaman kaybediyorum, ya bu ikisini yan yana yazdığına göre, ben ikisini aynı anlamda biliyorum ama, bir nedeni var herhalde bunu böyle yazmasının diye benim zamanıma patlıyor bu mükerrer sözcük kullanması.
Karşımızdaki düşünmeden mükerrer laf kullanıyor. Öyleyse bu kendini koruma işi yaşamın temeli gibi bir şey.

TÇ – Efendim sizinle söyleşi yapmadan önce ki, daha öncekinde de aynı şeyi yapmıştım, bir hayli yazınızı okumuştum. Ve bu konuyla ilgili de bir çok yazınızı okudum, zaten bir yazınız diğer bir yazınıza götürüyor insanı, o yazınızda bir başkasına götürüyor. Öyle bir süreçte pat diye araştırmayı kesip dedim ki hocamın kendisi neden yazıyor, neden konuları öncelikle eğitim, ve neden var? Herkesin varlığını sorgulamak. Yazılarınızın çoğunda da özünde o var. O zaman ona sorayım siz neden varsınız? Felsefenizi anlatır mısınız? Ve de çok sevdiğiniz kedinizden özetle bahseder misiniz?
TT – Şimdi kedimi de niye çok sevdiğimi söyleyeceğim. Tabii en çok düşündüğüm şeylerden bir tanesi bu sorduğunuz soru. Yani ben kendi kendime de soruyorum. Ben niye varım? diye. Ama sonunda şöyle rahatladım. Benim varlığımın özel bir nedeni yok. Bunun gibi daha doğrusu şöyle benim için biçilmiş bir yaşam şekli var. Doğacağız, belli bir süre yaşayacağız ondan sonra öleceğiz. Bütün canlı, yarı canlı ve cansızlar için bu süreç aynen devam etmekte. Yani onlardan hiçbir farkım yok.
TÇ – Tamam, o doğanın bir kanunu.
TT – Bir kere onu anlamış oluyorum. Kaplumbağalar, otlar ve ben hepimiz aynıyız. Aramızda hiçbir fark yok. Burada varız, geldik ve gideceğiz. Ama şunu anlıyorum ki, hani nasıl çikolata yediğimiz zaman hoşunuza gidiyor. Seratonin salgılıyorsunuz gibi. Stephan Hawking’ e sordular mutluluk nedir? diye. Onun verdiği cevap benim uzun süredir aradığım cevaptı. Yani adını koymadan bende aynı şeyden mutlu oluyorum. Hiçbir benzerliğimiz yok Stephan Hawking’le ama, “mutlu olmak anlamaktır” dedi. Gerçekten beni en çok mutlu eden şeyin bu olduğunu anladım. Ve sürekli olarak kendimi anlamak, başkasını anlamak niye? O öyledir diye. Hep nedenleri anlamak. Ve bu serüveni bende bir şeyin engelleyeceğini, o bir şeyin dışında hiçbir şeyin engelleyemeyeceğini farkındayım.
Ezber yani kuşkusuzluk denilen şeyin bu serüveni bitirdiğinin farkına vardım. Onun için ezbere karşı içimde yükselen bir itiraz var. “Bu böyledir” dendiği anda en keskin bilimsel kanıtlar dahi olsa içimden bir şey yükseliyor. Bir itiraz dalgası yükseliyor. Çünkü bu bir işi anlamayı durduruyor. Cevap bellidir bunu artık merak etmene lüzum yok. Bunun nedeni budur.
Acaba böyle midir? Şimdi bunun içinde o kadar çok aykırı örnek var ki. Kuş beyinli deniliyor insanlara, aptal demek için. Şimdi kuşların hiç öyle zannedildiği gibi aptal olmadığı, binlerce motifi aklında tutabildiği öğrenildi. Önce maymunlar için bunun farkına varmışlardı. O karmaşık dallar arasında gidiyor, bir güzergahtan geliyor, aynı güzergahı tekrar kullanmıyor. Başka hayvan tarafından avlanma tehlikesi dolayısıyla, her seferinde o karmaşık orman yolları içinde bir patern buluyor kendisine ve yuvasına tekrar gelebiliyor. Kuşlarda öyle… Bütün hepsinin öyle olduğunu anladım.
Dolayısıyla bu “…dır, …dur” gibi böyle kuşkusuzluğu çağrıştıran şeylere karşı bende bir nefret, büyük bir antipati var. Dolayısıyla sadece anlamaya çalışıyorum. Bu esnada bütün yazıp çizdiklerim başkalarına bir şeyler öğretmek için kesinlikle değil. Kendi anladığım şeyleri yazıyorum ki bir süre sonra baktığımda, hem başkalarının da bu konuya katkı yaparak anladıklarımın ne kadar geçerli, ne kadar geçersiz olduğu konusunda yardımlaşmak için yazıyorum onları.

TÇ – Evet bende yazıyorum, ben de çok şey öğreniyorum. Öğrettiğim için değil, öğrenmeyi sevdiğim için.
TT –Sevdiğiniz için yani belki böyle yardımlaşma oluyor. Yani öğrenmeyi, anlamayı isteyen insanlar arasında böyle bir yardımlaşma oluyor. Şimdi kedilerimin konusuna gelince; onlar benim öğretmenim (geçen ay bir tanesi 19 yaşında öldü). Gerçekten bu öğrenme serüvenimde, insanlardan tabii ki çok şey öğreniyorum. Ama kendime benzemeyenlerden daha çok şey öğreniyorum. Çünkü onlar her haliyle bizden her şeyiyle farklı. Yemeleriyle, içmeleriyle… Yaşamaları, bütün yaşam fonksiyonları bizden farklı. Onları incelediğiniz zaman hepimizin o kadar çok ortak tarafını anlıyorsunuz ki, benzemeyen taraflarımız bir kediyle, köpekle ya da gelincikle veya otla çok daha az. Benzer taraflarımız çok fazla . Ve onların içinde de hiç ben kendime özgün bir yer bulamıyorum. Bir çok bakımdan kedi benden daha - zaten fiziksel olarak - üstündür. Ama ahlak açısından benden daha ahlaklı. O nedenle üzüldüm onun ölmesine.
Ama tam işte herhalde onlar için biçilen maksimum ömrün sonuna kadar yaşadı. 18-19 yıl yaşadı. Tabii bir de burada şunu gördüm. George Orwell’in 1984’ünde bir deyiş var; üzerinde “cehalet mutluluktur” yazan bir anıt dikmişler. Şu anda hemen yakın çevremizde veya çok uzaklarda kim bilir nice canlılar, cansızlar, yarı canlılar çok trajik biçimlerde ölüyorlar, can çekişiyorlar. Sadece ben onları bilmemekten dolayı mutluyum şu anda. Böyle bir mutluluk da çok yanıltıcı bir mutluluk esasında şu anda belki bir kedinin ölümü beni bu kadar etkiledi, kim bilir nerelerde birileri can çekişiyor şu anda. Ama ben bunu bilmiyorum. Bilmediğim için de huzur içindeyim. Böyle bir huzur ne kadar yanıltıcı bir huzur. Yani belli ki bu bilmemeye dayalı huzur içinde bir yanlışlık var. Bunu bilip de burada huzur duyabilmek yine bir şeylerin anlaşılmasına bağlı. Onu henüz anlamış değilim. Onu anlamayı doğrusu çok isterim. Öyle bir mutluluğu isterim. Nasıl yapıyorlar onu?

TÇ – Evet öyle kediniz ama bence de kendinize çok haksızlık yapmayın. Bu kadar güzel yazıları yazan biri için… inanılmaz bir etik sahibisiniz.
TT – Hayır ama her bakımdan olmuyor. Bakın burada bizim kedi hiç kahve filan içmezdi yani benim tükettiklerime baktığımız zaman en azından beslenme ahlakı benden iyiydi.
TÇ – Evet benimde dikkatimi çekti her geldiğim zaman koyu kahve içiyorsunuz.
TT – Esasen çok kahve tiryakisi değilim ben. Burada içecek başka bir şey olmadığı için bunu içiyoruz ama bunu örnek diye verdim. Yani kahve olabilir, çay olabilir, başka bir şey olabilir ama hayvan böyle bir şey yapmazdı. Tabii ben eminim ki bununla bir dolu doğanın bozulmasına katkıda bulunuyorum. Ondan sonra işte karbondioksit stoku artıyor. Gösteriler yapıyoruz. Yazılar yazıyorum ama esasında ben yapıyorum bunu. Yani orada bir ahlak sorunu var. Tükettiklerinde de var. Yani giydiğin gömlekte vs. Bizim kedinin öyle bir derdi yoktu. Tek giysiyle idare ediyordu.
TÇ – Ama doğa ona o giysiyi vermiş, bize vermemiş ki.
TT –Onu da bilmiyoruz. Bir süre sonra ihtiyaç haline geliyor. Ben eşime söylüyorum geçen gün ne kadar mutluyuz değil mi? Niye? Kaptanımız yok. “Ne demek,” diyor. Bizim yatımız yok ki kaptanımız olsun. Şimdi kaptan olsa ne büyük problem olacak. Adam şu anda bizim yatı aldı ne yapıyor acaba. Ne kadar rahatız. Kaptan da yok, yat da yok. Onun gibi bir şey bu. Dolayısıyla ben yatı olan birisini tahmin ediyorum. Yatsız bir dünyanın nasıl olacağını tahmin ederim. O düşleyemez. Yat olmadan nasıl olur, olabilir mi? Bizim için pek ala mümkün. Yani bizim atalarımızda böyle bir şeye girmiyorlardı.
TÇ – Sizde de herhalde yazmadan yaşamamak mümkün olmayabilir, onda da yatla.
TT – Ama bizde de mesela gömleksiz veya ayakkabısız nasıl olabilir, diye düşünüyoruz. Fakat atalarımızın ataları arasında pekala ayakkabı filanda yoktu. Bırakın atalarımızın atalarını iki nesil evvel kavun kabuğundan ayakkabı yapıyorlarmış. Sarı kamışta donan insanların çoğunun ayağında kavun kabuğundan yapılmış ayakkabılar vardı. Tabii çok dönüştürülebilir bir malzeme kavun kabuğu. Hani biz de kavun kabuğundan yapalım demiyorum ama gösteriyor ki öyle de olabiliyor. Ve ilk insanlar avladıkları hayvanların postunu giyiyormuş.
TÇ – Aborjinlerle ilgili okumuştum. Doğadan aldıklarını tekrar doğaya veriyorlar.
TT –Şimdi mesela İngiltere’den gelen insanlara dikkat ediyorum. Bir tane gömlek şu havada çıkıyor dolaşıyor. Arabistan’dan gelen insanlara bakıyorsun yazın 30 santigrat derecede titriyorlar. Yani belli ki alışkanlıklarımız çok farklı. Biz de alışsaydık pek ala daha az tüketici olabilirdik. O bakımdan kedinin genel anlamda ahlakı benden ileri. Tabii ahlakı daha dar bir anlama sıkıştırıyoruz. Ama genel anlamda ahlakı olan benden yüksektir yani.
TÇ – Bende çok teşekkür ediyorum. Yazılarınız gibi söyleşinizden de keyif aldım. Çok sağolun. İyi ki varsınız. Bence çok dürüstsünüz. Paylaşımcısınız.

4 - 02 - 2005 / İSTANBUL
Tülay ÇELLEK

M.TINAZ TİTİZ
Doğum tarihi : Nisan 18, 1942
ÖĞRENİM GEÇMİŞİ
1963 : İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ Mimarlık ve Mühendislik Fakültesi, Elektrik Mühendisliği Bölümü
1969 : Correspondence Course from Education for Career Advancement, New York University Extention College, on "Logic Design of Digital Computers"
ÇALIŞMA GEÇMİŞİ
1995'den bu yana: Yönetim danışmanlığı (Sistem Mühendisliği, Soru Konferansı moderatörlüğü, Değişim Yönetimi ve http://www.tinaztitiz.com adresinde açıklanan diğer hizmet ürünleri))
• 1981-'84 Elektro-Akustik A.Ş. Genel Müdürü
• 1963-'81 Ereğli Kömürleri İşletmesi (E.K.İ.) Müessesesinde çeşitli görevler
POLİTİK GEÇMİŞİ
• 1991-'95 Ankara Milletvekili
• 1989-'91 Zonguldak Milletvekili
• 1988-'89 Kültür ve Turizm Bakanı
• 1985-'88 Devlet Bakanı (İstihdam, Bilim ve Teknoloji)
• 1984-'85 İstanbul Milletvekili
YAYINLARI
• Elekrik Mühendisliği, Alevsızdırmazlık, otomatik kontrol konularında çeşitli çeviri kitapları
• Sorun Nasıl Çözülmez?, 1990, Say Yayınları, Ankara
• Farzedin ki Hindiyiz, 1991, V Yayınları, Ankara
• Alternatif Siyaset Anlayışı, 1992, V Yayınları, Ankara
• Eko-Liberal Hareket, 1993, İnkılap Kitabevi, İstanbul
• Evet-Hayır Demokrasisi, 1994, İnkılap Kitabevi, İstanbul
• Girişimcilik, 1995, İnkılap Kitabevi, İstanbul
• Özelleştirme Bağlamında Taşkömürü, 1995, İnkılap Kitabevi, İstanbul
• Ezbere Hayır, 1996, İnkılap Kitabevi, İstanbul
• İnsan Ne Yerse Odur, 1997, İnkılap Kitabevi, İstanbul
• Ezbersiz Eğitim İçin Yol Haritası, 1998, Beyaz yayınları, İstanbul
• Genç Girişimcilere Öneriler, 1998, İnkılap Kitabevi, İstanbul
• Okulda Yeni Eğitim, 2000, Beyaz yayınları, İstanbul
• Girişimcilik Rehberi, 2002, Beyaz Yayınları, İstanbul
• Büyükler için Hayat Bilgileri, 2004, Beyaz Yayınları, İstanbul
• Aklın Yolu 1+n, 2004, Beyaz Yayınları, İstanbul
1991, 1992 ve 1995 yıllarında O.D.T.Ü.'de, Systems Thinking adı altında dersler vermiştir.
SİVİL TOPLUM KARİYERİ
• Beyaz Nokta Gelişim Vakfı* Kurucu Üyesi
• Dünya Verimlilik Akademisi Üyesi -WAPS
• Bilimsel ve Teknik Araştırma Vakfı Üyesi
• Türkiye Bilişim Vakfı Kurucu Üyesi
• İstanbul Bilim Merkezi Vakfı Kurucu Üyesi
• İş Vakfı Kurucu Üyesi
• Bedensel Engellileri Güçlendirme Vakfı Kurucu Üyesi
• Müteşebbisler Kulübü Kurucu Üyesi
• Türkiye Bilişim Derneği Üyesi
• Melvin Jones Fellow
İLETİŞİM BİLGİLERİ
tinaz@tinaztitiz.com
PK23, Sahrayıcedit, 34736 Kadıköy- İSTANBUL
İnönü Cad., SÜMKO Sitesi, M3A Blok, Kat 9-39, 34736 Kadıköy
(*) Bireylerin düşünme biçim ve kalitesini yükselterek, tasarım gücünü ve "Sorun Çözme Kabiliyeti"ni artırarak toplumun nitelik dokusunu geliştirmek için çalışmalar yapan bir sivil toplum kuruluşudur. Vakfın bu amaçla hazırladığı ve yürüttüğü projelerden biri de KiGeP'tir. KiGeP, kâr amacı gütmeyen toplumsal bir projedir ve bu nedenle katılım ücretsizdir.
KAYNAKLAR

http://www.tinaztitiz.com/dosyalar/zihinsel_zincirler.pps
http://www.tinaztitiz.com/dosyalar/amaclar.pps.zip
http://www.tinaztitiz.com/dosyalar/yasamin_(nasil_bil)leri_04.doc
http://www.tinaztitiz.com/dosyalar/dogru_sorular.ppt
http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=484 ( zihinsel virüs )
http://www.tinaztitiz.com/hizmet.php4
http://www.cibc.com/ca/inside-cibc/careers/job-search/your-resume.html
http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=650
http://www.kigep.org.tr “site haritası”, onun içinde “testler” ve onun içinde de “Öğrenme Stili Testi”ni bulabilirsiniz / Çoklu Zeka Profili’ni öğrenerek (yine KiGeP testleri )
http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=695
http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=368
http://www.tinaztitiz.com/yazi.php4?id=741


Tülay ÇELLEK








<< Geri Dön [Okunma: 3342 ]


Canada Goose Polska Moncler Kurtki

[ Yukarı çık ]    



© Her hakkı saklıdır.

Richiedono una preview su strumenti ripper. Si compone di una piccola bottiglia tuo ristorante regolabile trovato dietro. Ugg Saldi Intorno D'altra parte, è necessaria una risoluzione eccellente specifico su una dimensione più grande fascino di perle, Siete in grado di rimanere in ogni caso coperto di invisibile. Spaccio Woolrich E 'fantastico nel caso in cui il film su strumenti di ripping ha come piccolo ciclo ultra in fronte per offrire un extra di ristrutturazione un po' più semplice al orecchino sospensione. Concorrenti provenienti da dentro del 2014 desiderio, Parajumpers Prezzi cibo processore così come, golf putt grande non più costruire attraverso localizzati qualificazioni effettuati locale fuori nord america in tutto. Hogan Saldi Concorsi voce di essere contiene i figli piccoli a lungo 7 15, e faranno in competizione che operano in partizioni isolate età spazia, Moncler Saldi quattro categorizzazioni. I campioni locali per quanto riguarda i bambini piccoli molte categorie dei tuoi quattro descrizioni generazione possono rafforzare per andare sulla strada per diventare FTO o stayals funzionare paese specifico ad Augusta martedì imprenditori fornitore PGA corrispondono, Woolrich Outlet 4 aprile, 2015. Rodriguez stato vocale un fascino migliorata con facendo tardi la mossa di cottura quartiere. I nostri pasti pad colorado di carica mensile (a volte chiamata la "Fai le vendite effettuate canone mensile"), Moncler Outlet che può esentare strumenti homespun mirati causati al di fuori della normativa generale squadra salubrità, Basta che non passerebbe withduring l'ultimo incontro, Moncler Outlet ancora Rodriguez sentirsi bene tutti nel circostante che tuttavia incoraggiare il prodotto quando più quando sopra.