İlk defa seminerimi küçüklere verdim…
İnanılmaz bir yaratıcılık, bir farklılık… Büyüklerden daha değişik şeyler söylediler. Gözlemciler. Güzel öykü kuruyorlar. İlk defa fotoğraftaki insan, doğrudan konuşturuldu. Hep dışardan öykü kuruluyordu.
Bana önerilen, anımsadığım kadarıyla bir sınıftı. Ders saatlerinde yapılacaktı. Nedense onu zaman olarak ikiye katlamışım. Ama gerçeği; İlköğretim 2, 4, 5 ler. Ve süre sadece yarım saat. Üstelik “saydamları görmeleri yeterli,” dendi. Görsel zenginlik de önemlidir. Ama benim yapıma, yazdıklarıma, amaçlarıma, yöntemlerime uygun değil. O zaman öğrenciyi, zamana göre özet bir şekilde katmalıydım. İtiraf edeyim bu çok zor oldu. Neredeyse tüm parmaklar havada “öğretmenim” diye söz almak için bağırıyorlar. Sesim çatallaştı ve her seminerde döktüğüm terin 100 mislini döktüm. Vücudum bir kora dönüşmüştü adeta… Vedalaşma sahnesi geliverdi hemen… Beni merak etmişlerdi. Kimdim ben? Sevmişlerdi. Ama onların da, benim de tadı damağımda kalmıştı çok kısa süren seminer uygulaması. Önde oturan sevimli bir kız öğrenci elini uzatıp “çak” yapmıştı. Bu memnuniyetinin bir göstergesiydi. Önce şaşırmış, sonra hemen toparlanıp karşılık vermiştim. Bir de YTÜ den bir öğrencim geldi ve hemen onu asistan yaptık. Geldiğine de çok mutlu oldum. Şimdi Ankara’ya gideceğim seminer vermeye. AFSAD düzenledi. Eminim çok zenginleşerek döneceğim İstanbul’a. Bir değişikliğe de gereksinmem vardı. İyi olacak böyle bir yolculuk. Nasılsa dersler bitti, sınavlar bitti. Notları da verdim. O zamana kadar bilgisayara da geçiririm.
Yine beni duygulandıran öğrenci yaşantılarına değinmeden edemeyeceğim. Tek bir ders gelemeyenler daha sonra odama gelip son dersin saydamlarını izlediler. Ve ders yönetimini İlker yaptı, yepyeni sorularla. Gerçekten bu çok hoşuma gitti. Gerçi geçen senelerde bunu hep yaptık. Odam da çoğu kez atölye gibi kullanılmıştır.
Önceleri elimi kullanırdım, konuşurken. Bir yerde duyduğum ya da okuduğum bir nedenle konuşurken ellerimi kullanmamaya özen gösterir olmuştum bir ara. Elleri konuşurken kullanmanın olumsuzluğundan bahsediliyordu. Hatta gelişmişlik düzeyiyle ölçümlendirilmişti. Fakat zaman içinde, kendimde bu duyumumun etkisini silmiştim. Doğru kullanıldığında etkileyici bile olabiliyordu. Aşırıya gidilmiyorsa eğer. Hatta bunu yapanlardan hoşluk anlamında etkilenir bile olmuştum. Anlatırken ellerini çok güzel kullananlardan biri de Alper, asistanlığımı da hiç aksatmayan öğrencim. Elleri de sanatçı eli. Ve iyi bir mimar olmaya aday. Her şeye güzel güzel karşı çıkan Anday’ da iyi mimar olacaklardan… Tabii aslında ismini sayarsam sayfalar alacak bir sürü öğrencim var, kendisinden çok güzel bahsedeceğim. Adı gibi değişik işler yapacağına inandığım Kumru; İlker, Beste, Şenel, Natalie, Mustafa, Doğa…Nabi, Neslihan, Pınar…
Ben, “herkes değerlidir” ilkesinden hareket ediyorum. Evet öğrencinin kişilik özelliğine hitap ederseniz herkes değerli, başarılı gerçekten. Tabii çok iyi mühendis olacak arkadaşlarım da var. Caner mühendisliğinin yanında umarım öykü de yazar. Bilgisayarı çok iyi kullanan mühendislik okuyan öğrencilerim tasarımlarına devam eder dileğindeyim. Özgür gibi… Ya karikatür çizen mühendis adayı çocuklarım onlar da kendilerine haksızlık etmezler de, çizmeye devam ederler arzusundayım. Üstelik çekeceğimiz kısa film! İçin Eser kendi rolünü bir yazmış ki hayran kaldım. Site tasarlayan Reşat, Hamdi, Gürsel, Olgay, Merih, Kemal, Kürşat, Bilim, Murat, Alkan, Hakan, Barış…
Bizim çocuklar harika… Galiba tek eksik, kendileri ve biz gereği kadar bunun farkında değiliz.
Can Kitapevindeki, “Eleştirmenler ve Edebiyat Dünyası” toplantısına gidemedim. Tercihimi fotoğraftan yana kullandım. Zaman zaman güzel programlar çakışıyor. Bazen tercih kararını vermek kolay oluyor ama bazen zorlanıyorum, bunda olduğu gibi. Ama fotoğrafları izledikçe ve konuşmaları dinledikçe “yerim burası,” diye düşündüm bir ara.
Duyurusunu olduğu gibi veriyorum.
“Her ay Galata Fotoğrafhanesi’ nde gerçekleştirilen Çağdaş Fotoğraf Serileri’nin bu ayki konuğu Saygun Dura olacak. Söyleşi 28 Mayıs Cumartesi, saat 18:30’da Galata Fotoğrafhanesi’nde izlenebilir. Adres ve telefon için: www.galatafotografhanesi.com
1964 doğumlu Saygun Dura, iktisat eğitimi aldı; 1989 yılında Ersin Alok’ un asistanlığını yaptı. 1990-97 yılları arasında bir reklam ajansında fotoğrafçı ve fotoğraf direktörü olarak çalıştı. 1997’den itibaren Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde Öğretim Görevlisi olarak Tanıtım Fotoğrafçılığı dersleri vermekte. Saygun Dura 1997 yılından bu yana, ortağı bulunduğu Akya Fotoğrafçılık Ltd. Sti.’de, Tanıtım Fotoğrafçısı olarak çalışmalarına devam etmekte. Sanatçı birçok karma sergiye katılmış, seçici kurullarda bulunmuş, fotoğrafları dergi kapakları ve takvimlerde yer almış, albümlere girmiştir.”
Sayın Saygun DURA’ nın fotoğraflarını çok önceden internette görmüştüm. “Elinde maskesiyle duran adam” fotoğrafı çok ilgimi çekmişti. İkiyüzlülükten, riyakarlıktan nefret eden ben, bu çağrışımlarla bakmıştım fotoğrafa. Bu izlencede ilk fotoğraf oydu. Yine bir başka etkilendim. Fakat daha sonraki fotoğrafları bambaşka ve kendi içinde konu bütünlüğü olan bir serüven. Her fotoğrafında önemli bir yeri olan balığa takıldı aklım uzun süre. Kendime sordum: “Neden balık, başka bir şey değil de…” İlerleyen zaman da yanıtımı aldım. Ama benim ilişkilendirmemle Sayın DURA’ nın gerekçesi farklı oldu. Evinin duvarında kendi portresi ve yanında Sayın Mustafa PİLEVNELİ’ nin bir çalışması asılıymış. Uzun süredir orada duran portresini değiştirmeye kalkınca yanındaki resimde olan balıklardan etkilenmiş ve portresine katmaya karar vermiş. Ama bundan önce Sayın O. Cem ÇETİN, Sayın DURA’ nın dalgıç olduğunu söylemişti. O zaman, bu sözlerin üzerine atladım. Hemen ilişkiyi kuruverdim. “İşte balık buradan geliyordur mutlaka,” diye ama Sayın DURA itiraz etti. Fakat ben yine de yüzde yüzlük bir iknaya sahip olamadım. Tam olmazsa bile, bilinç altına uzanmış bir etkisi olabilir.
Hemen her fotoğrafta tek ya da çift balık, başka formların yanında yer alıyorlar. Genellikle ikinci tercih edilen insan: Ya tümü ya da eldiven giydirilmiş eli. Arkası dönük insanlar, maskeli insanlar, yüzü görünmeyen insanlar. Hepsinin ortak yönü balığın yanında yer alması ve bir gizem var mutlaka her fotoğrafta… Balık da ya sadece kendi yalın hali ya da örtülmüş, renkli bez parçalara sarılmış hali. Ya tam vücut ya da salt kafası…Ama mutlaka balık… Bazen de insan başı balık olmuş veya tam tersi… Bu bana Mısır sfenkslerini anımsattı. Hayvan başlı insan heykellerini. Kendisine ilettiğimde bu çağrışımı, René MAGRİTTE ‘e gönderme yaptığını söyledi ama DALİ’ nin de H. BOSH dan etkilendiğini söylemeden edemedi. Evet uzantılar ilk çağlara, orta çağlara kadar gidebilir.
Kolaj fotoğraflar, bir hayli ince düşünülerek kompoze edilmişler. Ama altlarında hep bir öykü var sanki.
Bir dikkatimi çeken de incelediği sanatçılara yönelik alımlarıydı… Ama o alımlar, artık kendisi olmuş fotoğraflarında. Sürrealistlerden çok etkilendiğini söylüyor. DALİ, René MAGRİTTE, Mark ERNST… Etkilendiği sanatçıları beğenirim.
“Balık ve yanındakiler” Nedense böyle bir başlık geldi aklıma. Serginin adı ise, “Benim Gerçeğim.” Güzel bir isim ki, buna çok önem veririm.
Sayın O. Cem ÇETİN, balığın cinsellik sembolü olduğunu söyledi. Balığın başrolündeki fotoğraflarda, tercih edilen biçimler balıkla farklı tarzlarda ilişkilendirilmiş. Balığın ağzından çıkanlar olabiliyor, yanında durabiliyor ya da kelebek olup üzerine konmuş, balığın griliğine renk getiriyor. Yabancılaşma unsuru üzerinde durulduğu vurgulandı… Gündelik bildiğimiz nesneler bilindik anlamlarından çıkartılıp başka bir ortama taşınarak yeni anlamlara yönlendiriliyorlar. Gerçek, bu nedenle gerçeküstüne taşınıyor.
Sayın ÇETİN, “gerçek hiçbir şeydir, algı her şeydir. Algı yoksa gerçeğin bir anlamı yoktur.” Dedi.
Fotoğrafların bir özelliği de, önceden tasarlanıp her şeyin çekim anında bitirilmesi. Karanlık odada hiçbir müdahale görmemesi.
İnciye sarılmış uçan balık, kırmızı eldivenli bir el inciyi tutuyor, fonda manzara: Bu fotoğraf DALİ’ nin çalışmalarını da çağrıştırıyor, LEONARDO’ nun önde Monalisa, arkada manzara olan tablosunu da. Nasıl baktığınıza ve birikiminize bağlı olabilir, bu çağrışımlar.
Sayın DURA önce not alıyor, taslaklar çiziyormuş yüzlerce. 1000 Taslağın 110 nu fotoğraflanmış. Tabii seçimi çekilebileceğine inandıkları üzerine olup, stüdyoda kurgulayıp fotoğraflıyormuş. Ama önce bekletiyormuş. “2 ay sonra da aynı etki üzerinde uyanıyor mu,” diye. Bu bana film sahnelerini önceden suluboya ile yapan Akira KURUSOWA’ yı anımsattı.
Sanatçı, yaratırken özgür, çalışırken çok disiplinli davrandığını söyledi. Fotoğraflarını uzun yürüyüşler yaparken tasarlıyormuş. Buna katılıyorum. Bende bunu çok yaşarım. Tasarlamanın, yaratıcılığın sabit masası yoktur. Seyyardır… Uzun yürüyüşün kilometresini duyunca şaşırmaktan kendimi alamadım. 45 km. Moda’dan Tuzla’ya… Bir yürüyüşte karganın biri gözüne zarar vermiş. Bu da bana iki şeyi anımsattı. Biri çok etkisinde kaldığım A. HİTCHCOCK’ un “Kuşlar” filmi, diğeri benim başıma gelen bir olay. Bir iki yıl önce bir sabah ellerim dolu servise koşarken başıma çok yakın ama değmeden bir kuş uçtu. Baktım kocaman, simsiyah bir karga. Yolun iki tarafında ağaç var. Çaprazlama uçarak ağaçlara konuyor ama özellikle kafama çok yakın, neredeyse çarpacak şekilde yapıyor bu işi. Ben gidiyorum o gidiyor ama bu şekilde yani beni rahatsız ederek. Hayatımda hiç bu kadar korkmadım dersem yalan olmayacak. En sonunda gözgöze geldik ve beni rahatsız etmeyi bıraktı. Fakat enteresandır zarar vermedi. O sıralarda da yaşantımda beni çok üzen hatta korkutan bir şey yaşıyordum. Nasıl kuşun tuhaf saldırısı karşısında soğukkanlı olduysam o olayda da soğukkanlı ve suskun olmuştum ve olay bana zarar vermeden bitmişti. Tıpkı karganın korkutup zarar vermemesi gibi. Gerçi çok da üzmüştü.
Etkilendiği sanatçılardan edinimler, yeni bir kurguyla yaşam buluyor Sayın DURA’ da. Düzenlemeleri büyük boyutlu olduğu için, çekim esnasında yaşadığı sıkıntıları da anlattı. Teknik kamera ile çekim yapıyor, büyük boyutlu film kullanıyormuş. Dijitalden zevk almadığını da ısrarla vurguladı.
Notlarıma bakıyorum. Fotoğrafları not almışım, anlatmışım. Çoğunlukla başı kapalı, başka bir şeyle örtülmüş, gizlenmiş veya değiştirilmiş insanları yazmışım. Kadın erkek ilişkilerindeki yabancılaşmadan da bahsetti. Kontrastlıklar var. Masumluk ve tam tersi. Balık dikeyse, diğer kullandığı figür yatay ya da tam tersi. Biçim kontrastı yoğun. Bu projeyi sessizce 4 yıl içinde gerçekleştirmiş.
“Özlem” de işlenenler arasında. Balık yurdundan kopartılmış, bir evin penceresinden maviliğe bakıyor. Bir o kadar gizleme, gizlenmek de var fotoğraflarda. Çok şeyden yararlanmış. Koca burunlu aşığı oynayan aktörden tutunda, yaşamda bizzat gördüklerine kadar... Ama Sayın Saygun DURA’ da başkalaşarak bize ulaşmış fotoğrafın konusu, biçimi olan her şey. Gösteriyor ki Sayın DURA çok okuyor ve gözlemliyor, araştırıyor, tasarımlıyor ama etkilendiği yerde kalmıyor yani tüm bu etkilenmeler onun bir kişilik yaratmasına , kendi kişiliğini oluşturmasına engel olamamış. Bu güzel işte.
Sayın ÇETİN, “neden sergiye gidilir?” Diye sordu. Yanıtı ilk veren ben oldum. “Soyutsal bağlamda kurgulanan fotoğrafı ve resmi sevdiğimi, benim düşünmediğimi gösterdiği için zenginleştiğimi ve bunları gerçekleştiren kişiyi de tanımak istediğim için sergiye gittiğimi” söyledim. “Bir de sizleri görüp ‘merhaba’ demek için geliyorum sergilere,” dedim gülerek. Hakikaten İstanbul’da buluşma yeridir sergi açılışları. Arkadaşlarınızı bu vesileyle görürsünüz. Tabii bu arada, “belgesel fotoğrafa da çok saygı duyduğumu” söyledim. Onun tadı ve verdikleri de başka bir zenginlik çünkü.
Ama soyutsal tanıma gidenler, bu yolla kişiliklerini ifade etme olanağı buluyorlar. Belgeselcilerden öte, farklı bir şey bu. Her şeyi belirleyen, seçen ve bunları farklı bir şekilde ilişkilendiren sizsiniz. Yeniden bir düzenleme gerçekleştiriyorsunuz etrafınızda olmayan tarzda, biçimde. Bu şekilde varlığınızı ortaya koyuyorsunuz. Halbuki belgeselde olanlar, makinenin yardımıyla size ulaşıyor. Gerçi bu da varolmanın bir başka tarzıdır.
Sanatçı, “sergiyi hazırlayınca kendi iç dünyamı gördüm. Kendinizi tanımanıza vesile oluyor. Başka insanların işlerine çok sık baktım. Ama özgün bir şey yapmak önemli. WİTKİN ’i çok beğeniyorum,” dedi son olarak.
Sayın DURA’nın yürüyüş yaptığını yazınca, ben de bir yürüyüş yapıp geldim. Hatta havuz başında oturup hayal kurdum biraz. Orayı özlemişim. Son paragrafı yazdıktan sonra da fotoğraf programına gittim. Ama yarı yolda durmak zorunda kalarak. Buna sebep, müzikti. Bir öğrenci darbuka, diğeri tabla bir Ar. Gör. de tef çalıyordu. Müzik bitince alkışladım… Ama dinlerken yine ellere takıldı gözlerim uzunca süre… Ellerden etkileniyorum…
03 – 06 - 2005 / İSTANBUL
tcellek@yildiz.edu.tr
|