Mavi bir günaydın yolluyorum sabahına
Yüreğimin sıcaklığını da gününe...
Sending a blue ‘bonjour’ to your morning,
And the warmth of my heart to your day…
Kartımı verdiğimde karşılığı, sevinç dolu hayret çığlığı oldu. “Aaa O Tülay ÇELLEK, bu Tülay ÇELLEK’ mi? İnternette yazılarınızı okuyorum.” Diyordu güzel bir yüzden çıkan etkileyici bir ses. Bir duygu dalgası benliğimi sardı o an. Hayatımın devrimi olan bilgisayar böyle güzel duyguları çok yaşatıyor. İşte bir güzellik daha…Ve yoğun bir duygulanım, rengarenk…
Can kitapevinde, yazarın içtenlikle ilk yazdığı kitabı, tekrar yazmak gereksinmesi duyduğunu söylemesine duygulanırsınız. Ben duygulandım. Riyakarları düşündükçe, gördükçe bu içtenlikler derinden etkiler beni. Can’da, bu sefer ki konu; Ayfer TUNÇ’ un “Kapak Kızı” kitabıydı. Sayın Faruk DUMAN’ ın yönetiminde konuşmacılar; Sayın Seval ŞAHİN ve Sayın İbrahim YILDIRIM’ dı. Yine duygulandığım cümleler, sözcükler etrafa saçıldı durdu konuşma boyunca…
“Kıyafetler maskelerdir…” “Çıplak Kral” için ne demeli? “Sergilemenin sözeli…” Evet her şey bir sergileme; sözle, yazı ile, resimle, fotoğrafla, hele ki karikatür tam bir sergileme alanı… Heykel bir başka sergileme alanı. Mekanı içine alan bir çok malzemenin bir araya getirilmesinin sergileme niyeti… Ses başka bir sergileme alanı. Vücutlar başka bir alan. Nitekim her yıl olduğu gibi bu yılda Modern Dans Programımız yıl sonu projelerini, Cemal Reşit Rey konser salonunda sundular. Her zamanki gibi arkadaşlarımı organize ettim. Bunu çok severim. Çünkü ben güzel şeyler görüyorsam arkadaşlarıma, dostlarıma da göstermeliyim. Onlar da mutlu olmalılar. Gösteri sonrası bana teşekkür ettiklerinde daha bir sevindim. Öğrenciler vücutlarını çok iyi tanımışlar. Ve kendi kişilik özelliklerine göre bir çalışma yapmışlar. Zaten o sabah öğrencilerimle boğaz manzaralı bir yerde kahvaltı yapmıştık. Sabaha mutlu başladım, akşamı da mutlu kapadım.
“Kendi dünyasının örtüklüğü”… Bunu kendimizle bırakmak. Başkalarının bu örtüklükle - gizlenen karakter yapısıyla uğraşması… Dille, yazıyla bunu yapması.” Toplantıda en ilgimi çeken cümlelerdi…
Roman niye yazılır? Birikimin sergilenmesi için mi? Sorumluluk nedenleri taşıdığından mı? Haksızlığa başkaldırıdan mı? Meraktan mı? Kurguladığı bir dünyanın varlığından mı? Paylaşmak isteğinden mi? Hepsinden daha fazlasındandır mutlaka; yazmak… Sergilemek istediği bir sürü kişi vardır etrafında, beyninde yazarın, çizerin…
“Karanlık odada tap edilen yaşamlar” Bu yazar için bir anlam taşıyor. Çünkü kuruyor. Ya fotoğraf çekenler için… Tap ederken fotoğrafını çektiği insanın yaşamında ne çok anlatılacak şey vardır. O an duyguları nasıldır bir fotoğrafçının? Kağıda düşen lekenin derdinde midir, salt; burası daha koyu, şurası daha açık olsun kaygısında mıdır, sadece…
Kahramanlar, kahramanlarımız… Olmak istediğimiz, yazmak istediğimiz, olmak istemediğimiz… Yazarak intikam aldığımız, yazarak yönettiğimiz, yazarak sevdiğimiz kahramanlar… Ne çok şeye malzemeler. Eğitime, romana, şiire, resme, heykele…
Nasıl bir hayat arıyoruz? Atölyeye girmek ve yok olup gitmeyi orada ortadan kaldırmak mı? Aradığımız hayat; yazmak ve satır aralarına girmek mi? Aradığımız hayata bir vizörden bakmak mı? Aradığımız hayatı tuvallerde renge dökmek mi?
Nasıl bir hayat istiyoruz? Sorular üretip, onların peşinde koşmak mı? Kemanın tellerin de kaymak mı, piyanonun tuşlarında gidip gelmek mi… Ya da bunları izlemek mi? İzlerken uçmak mı? Hayallere sığınmak mı? Nasıl bir hayat? Yalnız kalmak mı? Tanımadığınız bir topluluğun ortasında dolmak mı? Nasıl bir hayat; fırçaya gereksinme duymadan parmaklara müracaat etmek mi?
“Varoluşun yapı taşlarında onlar kendilerini yazdırıyor,” diyen Sayın Ayfer TUNÇ’ un kaküllerine takılı kalmak mı? Ya da bakışlarına… Çayı içişine, salonda ortalarda bir yerde oturup gizlenmekle, var olmak arasında duruşuna bakmak mı?
Evlerin yanından geçerken, içerdeki hayatları merak etmek… Bir o kadar da evi nasıl döşemişler acaba, diye düşünmek. Yanından geçen birinin kokusuyla çocukluğunuzun dağlarına ulaşmak… Uçmak, rüzgarla gelen kokuyla. Bunları hep yaşarım yoğunlukla, duygulanarak, çeşitlenerek, renklenerek…
Bir sandalyeyi konuşturmak: En çok hayatı gören o. Düşünsenize sinemadaki bir sandalyeyi. O kadar değişik insanlar oturuyor ki. Hepsine bir hayat kursak. Film, izlerken hepsine ayrı bir duygulanım yüklesek… Masayı konuştursak. Kantinin ya da bir kahvenin bardaklarını konuştursak: Aynı bardaktan içen değişik karakterleri çıkartsak ortaya. Ağaçları konuştursak: Kendine bakan gözlerden, yığınla kişilik sergilesek… Yolları konuştursak: Sadece ayakkabılara bakarak bir sürü insanı bir roman kahramanı yapıversek betonun ağzından. Kiralık evleri de buna dahil etsek. Durmadan farklı karakterlerdeki aileleri ağırlayan apartman dairelerini düşünün… Kedileri kucağına alan öğrencileri tüylerden bakarak yazsak. Her tüye dokunan el ayrı… Bizimle ilişkisi olan her şeye, bir de onlardan baksak, bize doğru. Aynı filme başka gözle bakmak… Bunları bir vapurda birleştirip denizin dilinden anlatsak… Zamanı konuştursak. Yıldızları söyletsek…
Ve dönsek kendimize…
Ve tekrar seyahate çıksak, kitaplar üzerinden…
Geçen cumartesi Can kitapevinde, “Yüzyıllık Yalnızlık” romanına hayran kaldığım ve herkese önerdiğim, Gabriel García Márquez ile ilgili bir toplantı vardı: Duyurusu geldiğinde hemen not almıştım. “Latin Edebiyatında Büyülü Gerçekçilik ve Gabriel García Márquez başlıklı bir etkinlik düzenleniyor. Etkinliğe şair Adnan Özer, köşe yazarı ve eleştirmen Zeki Coşkun konuşmacı olarak katılacaklar. Etkinlikte Celâl Üster yönetici olarak yer alacak.”
Konuşmalar, anılar şeklinde oldu. Eğlenceliydi. Ben genellikle her yazarın bir kitabını okurum. Mümkün olduğunca değişik yazarları okumaya çalışırım. Bunu sevdiğim için yapıyorum. Her yazar, benim için yeni bir dünyadır. Yeni bir bilgi, yeni bir duyarlılıktır. Böylece çok zenginleşiyorum. Tabii aynı yazardan okuduğum diğer kitaplar da var. Ama itiraf ediyorum, bu nadir oluyor. Aborjinleri anlatan bir roman okumuştum. Israrla aynı yazarın ikinci kitabı önerildi. Okuyup bitirene kadar zorlandım doğrusu. Zaman zaman birinci kitabı yeniden okuyormuşum hissine kapıldım. Halbuki ben, en sevdiğim romanı bile ikinci kez okumam. En sevdiğim filme de ikinci kez gitmem. Onun tadı öyle saklı kalmalı bende. İlk lezzet çok önemlidir benim için. Sayın Zeki COŞKUN, “Her yazar bir kitap yazar, diğerleri bunun yeniden yazılımıdır.” Değince, “işte gerekçem ancak bu kadar güzel anlatılır ve netleşir,” dedim içimden.
Konu yazmak olur da, “yaratıcılık” atlanır mı? Mevcut malzemeyi yeniden harmanlamak, var olan malzemeyi yeni bir dil kullanımıyla betimlemekten söz edildi.
Márquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” Romanı için; “bir aile üzerinden bir ülke, bir kıta anlatılıyor dendi.” Sayın ÇOŞKUN çok iyi özetledi doğrusu.
Bol bol Márquez’ den anılar anlatıldı. Gerçek yaşamından kesitler sunuldu. Bunların romanlarına yansıdığı anlatıldı. Yaşlı yazar anlatılırken, “ölüm yaşlanmaktan değil, unutmaktan dolayıdır,” dendi.
Zihni olarak, bizi biz yapan şeyler neler? Diye soruldu. Savaş, barış, sokak, basın dünyası vs. sayıldı. Ve “tarihsel yalnızlık” son aldığım notmuş.
İlhan KOMAN sergisi, herkese önereceğim bir sergi. Çizginin heykellerini göreceksiniz. Çizginin çağrıştırdığı yolların heykelleri, hareketin yontuları sizi bekliyor Galatasaray’da…
Fotoğrafevinde FOTOGEN den arkadaşların saydam gösterilerini izlemeye gittim. Sağolsun başkanı Sayın Yusuf DARİYERLİ derslerimde “Panayır” konulu saydam gösterisini gerçekleştirdi. Üstelik 5 grubuma da geldi. Bu beni çok duygulandırdı. Öğrenciler de etkilendiler. Seneye başka arkadaşları getireceğim. Öğrenciler Sayın DARIYERLİ’ nin de duyurumuyla Fotoğrafevine geldiler. Ve bundan sonra da saydam gösterilerini izlemeye geleceklerini söylediler. Çok sevindim.
Sayın Yusuf DARIYERLİ, İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde fotoğraf sergisi açtı. Saati 13oo olduğu için önce düşündürdü doğrusu. Şehremini Lisesinde çalışırken öğrencilerimin sergisini hem Çapa Tıp, hem de Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde açmıştım. Onu anımsadım. “Buradaki öğrencilerim için de böyle bir şey yapabilirim,” diye düşündüm. Nitekim sergide oranın sorumlusuyla tanıştım ve hemen önerdim. Memnuniyetle kabul ettiler. Ancak bu sene bitmişti artık, seneye üniversitelerin açıldığı zamanda olabilirdi. Bu da beni memnun etti.
Sergiye eski devlet bakanlarından biri gelmişti. Serginin bulunduğu bina, “Tıp Kültür Birimi” yapılmış. Sayın bakanı gezdirirken kapıların açıldığını gördüm, o odalarda resimler olduğunu fark edip arkalarına takıldım. Çok da iyi etmişim. Birkaç kat odaları tek tek gezdik. Genç bir hanım da inanılmaz bir ayrıntıyla her gördüğümüzü anlatıyordu. Bir ara ciddi şekilde takıldım. Çünkü hem tıbbi bilgi veriyordu hem de sanat bilgisi. “Herhalde lisansı tıp, ihtisası sanat,” diye geçirdim içimden. Ama dayanamayıp sordum. Tahminime yakınmış. Hemşirelik okulunu bitirmiş. Sonra sanat tarihinde okumuş ve müzecilikte yüksek lisans yapıyormuş. Hem de bizim üniversite de. Bunu üzerine kartımı uzattım ki…
Güzel tepkiyi Sayın Necla KINIK’tan aldım. Ve yazıma da bundan güzel bir giriş bulamazdım dedim… Ben de kendisine verdiği bilgiler için teşekkür ediyorum.