Tülay Çellek
  Mavi bir günaydın yolluyorum sabahına
Yüreğimin sıcaklığını da gününe...
 Sending a blue ‘bonjour’ to your morning,
And the warmth of my heart to your day…
 Tülay ÇELLEK


Ana Sayfa
Yazılar
Şiirler
Poems
Söyleşiler
Tül'den Yansımalar
Resimler
Art
Fotoğraflar
Photograph
Karikatür / Çizimler
Cartoon / Drawings
Tasarım
Design
Tipleme
Character
Barış
Peace
Gerze
Ders Notları
Lesson Notes
Özgeçmiş
Autobiography/cv
Belgeler
Duyurular
Değiniler
İletişim
Contact

Yayın Tarihi: 18.5.2005 12:29:00  

<b>ASUMAN KAFAOĞLU BÜKE</b>


ASUMAN KAFAOĞLU BÜKE


ASUMAN KAFAOĞLU BÜKE

İLE

ELEŞTİRİ VE YAŞAM


TÇ -
Sizi anlatmak için, eleştiri yazılarınız ve söyleşileriniz en güzel vesilelerden biri oldu benim için... Bir de yazarların yaşamlarını, sizin sorunuzla öğrenmek…

Sizi kendi sitenizden araştırdım. Herkesin kendi sitesine girer, yazılarını okurum mutlaka. Ama bir de başkalarının da sizin hayatınıza nasıl baktığını görmek isterim. Fakat tabii ki sizi başkalarının yazısıyla - gözüyle değerlendirmem söz konusu olamaz. Bu, sadece araştırmamın çok yönlü olmasını istememden kaynaklanan bir şeydir. Arama motorlarında çıkan sitelerde eleştiri yönündeki yapınız çok ön planda. Çeviri de var ama eleştirmen olarak daha çok yayın var. Bu yüzden belki bu söyleşide, diğer yaptığım söyleşilerden farklı olan taraf, bu taraf yani “eleştiri” olacak. Ama söyleşi yaptıklarımın ortak bir tarafı var: Kitap. Kitapları çok sevdiğim için özellikle yazan, okuyan insanları tercih ettim. Daha önce okuduğum eleştirilerinizden dolayı sizi merak eder olmuştum. Bir söyleşinize katılabilmek için, kitap fuarının açılışına gitmeyi iptal ettim. Özellikle geldim ve dinledikten sonra çok doğru bir karar aldığıma sevindim. Artık cumhuriyet kitabın okumak için çantama koyduğum sayfalarının içinde siz de varsınız. Sizin sayfanızı da severek koyuyorum yaşantıma. Çünkü Bunları ayrı bir zamanda okuyorum. Dolayısıyla kendime de çok hayıflandım neden önceden sizinle karşılaşmadım diye. Bu son yazılarınızda bir şeyi fark ettim. Hatta not almıştım. Bir eleştiri yazınıza senfoniyle ilintili bir benzetmeyle, bir ilişkilendirmeyle girmişsiniz.

Yazılarınıza başka yaşam örneklerinden giriyor ve romanla - kitapla köprü kuruyorsunuz. Bunu kafamda çok da billurlaştırmamıştım aslında. Yine bir söyleşinizde yaptığınız konuşmanız beni o kadar etkiledi ki, hani psikoloji kitaplarında vardır, “ışık çakma” gibi. Öyle bir şey yaşadım. Mutlaka ya bir genellemeden ya da bir özel şeyden geriyorsunuz yazıya. Yani kitaba doğrudan girmiyorsunuz da orada da söylediğiniz gibi bir ”köprü” var…

Eleştiriyi nasıl yapıyorsunuz, nasıl kuruyorsunuz? Bunlarla mı başlayalım ne dersiniz?

AKB – Çok güzel. Kitabı okumadan, yani kitabın son sayfası bitmeden hiçbir şey düşünmemeye çalışıyorum, kitap hakkında. Kitabın son sayfası bittiğinde de ilk olarak bende uyandırdığı sorular, yani o yönü bana ne düşündürdü? Mesela bu son Hanif KUREİSHİ’nin “Vücut”unda; ben kimin vücuduna girmek isterdim? Oradan yola çıkarak, yani eser “ben” ile nasıl bir ilişki kurdu, o noktadan başlayayım. Felsefe olarak, psikolojik olarak, gündelik çok çok gündelik şeyler olarak, o yönüyle kitabın dışında bir yere demir atıp, oradan kitaba ulaşmam söz konusudur. Tabi bu tarz tamamen kendiliğinden çıktı. Sonradan bir çok insan fark etti ki bu bir stil gibi. Artık hep böyle yapıyorum. İlk söyleyen Murat GÜLSOY oldu bunu bana.

– Çok güzel bir kişilik, böyle olması.

AKB – Ama düşünerek değil.

– Bir doğaçlama, bir içtenlik. Aklınızda olan bir şeyi değerlendirmiş oldunuz. Çok iyi, harikasınız. Söyleşilerinizde sizinle ilgili epey şey öğrendim. Bunu okuyucu da öğrenmeli dileğindeyim. Biraz önce yaptığınız açıklamayı daha özele indirerek hatta örneklerle de vererek tarzınızı daha bir açımlayabilir misiniz, acaba? Eleştirel tarzınızı…

AKB – Birkaç yönü var tabii ki. Birincisi edebiyatı kendi içinde kilitlenmiş bir şekilde ele almamaya çalışıyorum. Yani diğer sanatlarla ilişkisi. Bu benim için çok önemli. Bu bir de bana araştırma hazzı veriyor birazcık. Bir romanda bir tablonun adı geçiyorsa, mutlaka o tabloyu araştırıp bulup görmem gerekiyor. Gördükten sonra roman zenginleşiyor benim için. Bir senfoniden, bir müzikten bahsediyorsa mutlaka dinlerim, onları okurken. Çok da şanslıyım eşim müzisyen. Büyük bir müzik koleksiyonuna sahibiz evde. Romanda BRAHMS’ın bir senfonisinden söz ediliyorsa, mutlaka okurken onu dinlerim. Bağlantı benim için önemli. Çünkü edebiyata -- çok belki fazla kuramsal kalacak bu söylediğim -- yapısalcı bir bakışım yok. O bakış sevdiğim bir bakış değil. Daha kişisel bir şey bulduğumuzu düşünüyorum sanatta. Mesela, Van GOGH’ un bir tablosuna bakarken, otoportresine bakarken sanattan çok fazla etkilendiğimi görüyorum. Küçük yaşlardan beri çok duygulanırım: Bir tabloya bakarken, müzik dinlerken. Ve bu duygulanma sanatla özel bir bağ olması gerektiği düşüncesini doğuruyor bende. Yani sadece güzel sanat, iyi sanat üzerine düşünmek, çok düşünsel bir şey değil benim için, duygusal bir şey de. Ben bazı romanları okurken ağlarım, öykülerde duygularım, tüylerim ürperir. Ve bunları da mutlaka eleştirinin bir parçası haline getirmeye çalışıyorum. Yoksa çok entelektüel, çok güzel yazılmış... Tabii ondan da etkilenirim yerinde ama tek kıstasım o değil. Elitist bir tavrım yok. Duygusal yönü sanatın çok önemli benim için.

– Şimdi sizi daha iyi anlar oldum. Örneğin çeviri; özellikle şiir çevirenler için derler ki, şiir yeniden yazılır, çevirmen tarafından. Çevirirken de hakikaten o duyarlılığa sahip olmak gerekir ki, bana göre o roman yeniden yazılıyor. Sanıyorum şimdi eleştirileriniz gibi çevirileriniz de öyle o zaman. Eleştirilerinizi okurken aslında yeni bir öykü okur gibiyim.

AKB – Çeviri çok fazla yapmıyorum aslında. Benim yaptığım çeviriler aslında öğrencilik yıllarımda teknik çevirilerdi. Mesela denizcilik kanunlarıyla ilgili 900 sayfalık bir kitap çevirmiştim. Böyle çok sıkıcı bir şey ama para kazanmak için yaptığım şeylerden biriydi. Daha sonra makale çevirmeye başladım. İki roman çevirdim. Son beş altı senedir hiç çeviri yapmadım. Çok çevirmeyi istediğim birkaç yazar var. Philip ROTH, John UPDİKE gibi ama bir şekilde bir kampa girip yazmak gerekiyor. Çünkü her hafta bir yazı yazma temposu bazı şeyleri aksatıyor. Ama hep istediğim bir şey. Belki bu sene.

– Çeviri de çok zor olsa gerek. Kendimi sanatla sınırlamayan biriyim. Farklı konularla ilgili söyleşilere de katılırım. Bir ara çeviriyle ilgili birkaç panel ve konferanslara gitmiştim. Birisinde denmişti ki; “eğer birisi çeviri yaparken sözlük açmıyorsa daha az bilgiye sahiptir, yetkin değildir. Eğer birisi çeviri yaparken çok sözlük açıyorsa bilin ki, çok sözlük açan çok daha bilgilidir.” Herhalde sizin de söyleyecekleriniz vardır bu konuda.

AKB – Evet bir tek sözlükle asla yapamam. En az dört- beş sözlük gerekir. Birde bir kelimeyi çok iyi bilsem bile başka anlamları, eş anlamları başka… Bakarken kökenindeki başka kelimeler, onlara gönderme yapmak... Sözcüklere zaten aşık biriyim.

- Evet çok önemli. Ben de derste sözcük yakalıyorum. Çocuklar aynı konuyu anlattıkları halde, kullandıkları sözcüklerle ayırıyorum onları birbirinden. Ona göre daha çok yaratıcılık tavrına sokmaya çalışıyorum öğrencileri. Ya da buna göre öykü kurduruyorum. İkisi de bayramı anlatıyor. İkisinde de ev ziyareti var. Ama dediğiniz gibi ikisi bunları ayrı sözcüklerle anlatıyor. Yakaladığım sözcükle yeni bir öykü kurduruyorum. Ve buna dayalı bir kitap kapağı tasarlıyorlar.

Konuşmak ne kadar hoş bir şey hakikaten. Şimdi size daha bir farklı bakmaya başladım. Çünkü özellikle şu son yazılarınızı okuduğumda, sanki burada, bunların dışında ayrı bir öykü yazılıyor, ayrı bir roman yazılıyor ne bileyim ayrı bir deneme yazısı yazılıyor. Ya da o roman yeniden yazılıyor gibi hisse kapılıyorum. Şimdi bu kadar duyarlılıkta yazıyorsunuz ve hakikaten hissimi doğruladınız.

AKB – Bir romandan ne aldığımdan eminim. Çok duyarlı yaklaştığımdan da eminim sanata. Ama yazarken kendimden hiç emin değilim. Kalemimden hiç emin değilim. Yazmak, kuşku dolu bir şey. Mesela yazılarımı ilk başlarda nasıl olsa kimse okumuyordur diye düşünerek ancak yazabiliyordum.

Kendime yazar ya da denemeci olarak güven duyan biri değilim. Yazarları belki çok yukarda tuttuğum için, bilmiyorum.


– Evet bence de çok yukarıda tuttuğunuz için. Ama hakikaten derinliksiz, düz hiç görmüyorum sizin yazılarınızı. Öyle bir perspektifle olayın içine sokuyorsunuz ki okuyanı. Örneğin bu kitabı almak istiyorum, alacağım. Bir de Canan TOLON… Kesinlikle o kitabı da alacağım, sizin anlatımınızdan dolayı alacağım. İnanılamaz derinlik var anlatımlarınızda. Sanırım gereğinden fazla mütevazısınız. Şuna bile takıldım; “Yazarın 24 saati” ne… “Nasıl bir soru soruyor ki bu insanları bu kadar derinlemesine yazdırtmasını biliyor,” diye. Ama soru sormakta önemli. Tınaz Titiz beyle yeni bir söyleşi yaptım. “Soru sormak üzerine.” Henüz daha yazıya dökmedik ne yazık. O da soru sormayı çok önemsiyor. Şimdi siz de dediniz ki kendime soru sorarım. Ben orada sizi hemen kutladım. Soru sorarak bir olaya başlamak zaten onun derinliğini beraberinde getiriyor. Bunlara da gerçekten şaşıyorum. Hani ne derler can mı güzel canan mı , dil mi güzel, dilber mi güzel. Siz öyle bir soru soruyorsunuz ki, yazarlar da bu denli güzel anlatıyorlar.

AKB – O tamamen yazarların elinde. Onlardan istediğimi tam söylüyorum. Yazı sürecindeki düşünsel tarafı istemediğimi söylüyorum. Yani ne anlatmalarını istediğimi söylüyorum. Bazen mesela Erhan BENER bunlar çok sıkıcıdır deyip, çok daha güzel bambaşka bir şeyler anlattı. Yazarlar kendilerini sınırlamıyorlar. Ben onlara çok çok sınırlı bir alan veriyorum ama ona uyan hiç kimse olmadı. İyi ki de olmadı.

– O zaman iki boyutlu görüyoruz. Hem kahve içme boyutunda hem de kahve içerken neler düşündüğünü…

AKB – Ben onu özellikle yazmasınlar diye yazıyorum.

– Çünkü zaten yazılarında romanlarında bir insan, nasıl burada eleştirilerinizde siz varsanız onlarda kendi romanlarında var.

AKB – Buradan çıkan müthiş güzel bir şey oluyor. Yani mesela Atilla ŞENKON sabah tıraş olurken roman kahramanlarını aynaya bakarken görüyor. Daha önceki romanlarını bilen biri de oradaki bütün roman kahramanlarını tek tek görüyor.

– Otobüste yanına oturtturuyor, roman kahramanlarını… O çok hoşuma gitti.

AKB – Çok, çok güzel yani bütün roman kahramanları onunla iç içe. Bunu yapmak yani yazarın yirmi dört saatinin düşüncesi önemli bir şey. Türkiye’ deki yazarların çok azı yazarlıktan para kazanıyor. Beşi ya da onu geçmiyor sayıları. Böyle bir piyasadan, kitaptan söz ediliyor ama görüyorsunuz çoğu mimar, grafiker, emekli yani başka işte çalışmak zorunda. Eleştirmenler de aynı

– Size gelelim. Eleştirmenlikle ne kadar kazanıyorsunuz?

AKB – Türkiye’de hiçbir edebiyat dergisi para ödemez. Bunu biliyoruz. Siz de biliyorsunuz, benim kadar. Ve neden kurumlaşmadığı üzerine o kadar konuşulması da bana komik geliyor. Çünkü profesyonel olmamız için hiç kimse uğraşmıyor. Büyük bir çember olduğunu düşünelim. Bunun içinde editörler, ciltçiler, basımcılar, yazarlar, çevirmenler, dizgiciler, düzeltmenler, kitapçılar, grafikerler, eleştirmenler, kitabı satan kişiler, korsancılar, hepimiz bunun içinde, bu tekerleğin içinde, dönmesi için çaba harcıyoruz. Ve bu çabada tek para kazanmayan da yazarın kendisi oluyor. Bu hakikaten büyük bir trajik komedi. İnanılmaz bir şey bu. Ve hepimizin emeği geçiyor bunda ama olmazsa olmazı yani hiçbir ciltçi ya da dizgici para almadan yapmıyor bunu ama profesyonelleşmemiş olmamız çok acı. Emeğe verilmeyen değer.
Pardon konuyu çok saptırıyor muyum?

– Tamam saptıralım. İlla eleştiri veya çeviri sınırlaması yok çünkü sizi eleştiri ve çeviri sınırlamasıyla anlatmaya kalkarsam haksızlık ederim, diye düşünürüm. Hakikaten çok geniş bir dünyanız var. İşte o eleştiriye giden yollara bakacağız. Sonuca değil. Onun içinde hatta örneğin şu son okuduğum, “vücut”ta yine oradaki yazar kadar yazarın anlattıklarını inanılmaz psikolojik ve felsefi bir tavırla ele almışsınız. Zaten diğer yazılarınıza da o çok dikkat çekici, ben daha sizin felsefe okuduğunuzu bilmeden yazılarınızdaki felsefeye ve psikolojik yapıya dikkat etmiştim. Çok sevdiğim bir şey. Her iki dalı da çok sevdiğim için söyleşide felsefe okuduğunuzu duyunca tamamlandım. Ben yine de ama, dediğim gibi söyleşi çerçevesinde bunları kurgularken felsefenin ve psikolojik tavrınızın yardımını nasıl alıyorsunuz, bu anlamda köprüyü nasıl kuruyorsunuz? Birazda felsefe bilginizden, yönünüzden bahsedelim. Sanıyorum ki onlar, bunları oluşturduğunuz alt yapınız.

AKB – Besleyen şey ama yazıda o anlamda felsefe yok. Yani bir şekilde benim inancım eleştirmen olarak yaptığım bir şeyin arkasında duran teorilerin olması. O teorilerin eleştiri yazılarına sızmasını istemem. Çünkü onlar çok daha edebiyatçıları, felsefecileri ilgilendirecek şeylerdir. Gündelik gazete okuru için çok sıkıcı, çok ağır olacak şeyler. Onun için onları, mümkün olduğunca kuramsal şeyleri uzağında tutmaya çalışıyorum bu yazıların...

– Tamam da dolaylı da olsa sızabilir. Fakat kuramsal olarak değil. Öyle bakmıyorum. Ben de çocuklara diyorum ki, vizeniz “yaratıcılıkla” ilgili. Yaratıcılıkla ilgili yazıları okumak zorundalar. Hatta kaynak göstermek zorundalar. Ama yaratıcılığı tanımlamayacaklar, akademik olarak. O zaman şaşırıyorlar. “Hem konu yaratıcılık, hem bilimsel olarak tanımlamayacağız.” Diyorum ki, “sizin düşlerinizi, hayallerinizi, ütopyalarınızı istiyorum. Bana yaşamdaki yaratıcı duruşunuzu anlatmanızı bekliyorum.” Orada aynı konu akademik de anlatılır, şiirle de anlatılır, aynı konu düşleri yazarak da anlatılır. Sonuçta biri akademik anlatmıştır, biri öyküsel anlatmıştır. Sizde onun öyküsel tarafını buluyorum, şiirsel tarafını buluyorum. Ama altında psikolojinin olduğu bir şiirsellik var. “Yoksa o kadar derinlik olmaz,” diye düşünüyorum. Daha bir duvar gibi gelir bana. Duvar sanki sizde delinip bizi uzaya, düşlere uçuruyor adeta.

AKB – Bir şey var ki yazarken kitabı okumamış birisine değil, okumuş birisine yazıyorum. Yani kafamdaki okur benim kadar kitabı okumuş bitirmiş ve birlikte sohbet ediyoruz. Kitabın üstüne. Bunun için hiçbir yazımın sonunda, “mutlaka okuyun” yazısını göremezsiniz. Çünkü zaten okumuş olduğunu varsayıyorum. Konuyu da hemen hemen hiç anlatmam. Yani işte şöyle bir karakter var; şuraya gidiyor, şunu yapıyor gibi bir şey de yoktur. O zaten biliyordur, okumuştur.

– Burada ne kadar çok okura saygı duymak, eşitlemek var. Yazarlardan biri, bir filme gitmiş. “Batırmaya değmeyeceği için yazmayacağım,” demişti. Çok etkilendim, sonradan. Eleştiride bize doğru olanları, yanlış olanları göstereceksiniz kendi yorumunuzla, en önemlisi fikir edinmemizi sağlayacaksınız ama bunun amacı batırmak için olmamalı. Sizse tam tersi okuru yanınıza alıyorsunuz, çok hoş bir şey; arkadaş gibi. Birliktelik kuruyorsunuz. Bu harika bir saygı. Benim alımım böyle.

AKB – Onu düşünerek yapmadım doğrusu. Ama okurla, benimle aynı şekilde okumuş ve bir araya gelmiş gibi konuşuyoruz. Sonuçta sanatı görünce paylaşma isteği vardır.

– Sanırım sizin bu yazılarınızda o paylaşma üzerine.

AKB – Hep o paylaşma üzerine

– Ben güzellikler yaşıyorsam, herkes yaşasın.

AKB – Çok doğal bir şekilde oldu benimki. Yani lise yıllarımda bütün lisedeki arkadaşlarım bana sorarlardı, hangi film oynuyor, hangi kitap? Annem derdi ki bir kitap alacağım şunu mu alayım, bunu mu? Bütün arkadaşlarım annemin arkadaşları, babamın arkadaşları hep bir araya geldiklerinde benim kolumdan çekilir ve bana bunlar sorulur. Çünkü ben çok takip eden biriydim. Gençken de bütün filmleri görürdüm, piyasasını bilirdim. Sanatın bile, galerilerde ne var ne yok hep ilgiliydim. Onun içinde arkadaş çevremde, okul çevremde hep böyle bir şeyler yaşadım. Hatta çok sevdiğim Bill JOHNSON isimli bir profesörümüz vardı “sonunda bütün üniversite Asu’nun söylediği filmlere gider oldu” demişti. Hakikaten paylaşma isteğinden kaynaklanıyor biraz.

– Benim de sinemayla aram çok iyi. Peki kitap eleştirisi yazıyorsunuz, hiç sinema eleştirisi yazmayı düşündünüz mü?

AKB – Aslında donamımım sinema eleştirmeni olmak için. Yani sinema tarihi dersleri daha çok aldım. Gittiğim üniversitede çok büyük sinema bölümü vardı.

12 yaşında yurtdışına gittim. Babamın diplomatik görevi nedeniyle. Tüm orta ve liseyi İsviçre’de okudum. Üniversiteyi de Amerika’da okudum. Senelerdir Türkiye’deyim. Fakat eğitimimin sadece ilkokul bölümü Türkiye’ de gerçekleşti.

– Çok sevdiğiniz filmlerden bahseder misiniz? Ve neden etkilendiğinize dair söyleyecekleriniz olabilir mi?

AKB – Benim için baş insan Ingmar BERGMAN’dır. Fellini’yi çok severim. Görmediğim hiçbir filmi yoktur. Ama en sevdiğim film garip bir şekilde hala senelerdir unutamam “Ölümü İzlemek” (“Mort en Direct”) Harvey KEİTEL ve Romy SCHNEİDER ’in oynadıkları bir film. Dünyada artık kimse ölmüyor. Ama o buna tepki duyduğu için ölüyor. Dünyadaki tek ölen kişi. Ve bunu canlı yayından 24 saat insanlara izletmeyi istiyorlar. Artık dünyanın hakimi televizyon kanalları olmuş bir dönemde yaşanıyor. Bilim kurgu gibi ama insanlar garip giyinmiş, garip konuşmuyorlar. Harvey KEİTEL gözüne takılmış kameralar var, canlı yayın için ölümü çekiyor. Bu beni en çok etkileyen filmlerin başında gelir. Konusu muhteşemdir. Sonunda o kişinin özeline girdiği için kendini kör eder.

Geçenlerde de “Dogville” diye bir film izledim ve çok etkilendim.

– Orada, o filmde sizi çeken nedir? Yani sizde kalıcı olmasına neden olan.

AKB – iyilik ve kötülük üzerine bir film. Taş devrinden beri hepimizin birinci sorusu iyi nedir, kötü nedir? Çok simgelerle doluydu. Sonunda köpek olmak, insan olmak üzerine duruyordu. Çok ince, hoş geldi. DVD de seyrettim. Hem de üç buçuk saatlik yönetmenin seçimi versiyonunu seyrettim. Çok etkilendim. Çok çok güzeldi.

– Zaten simgeler üzerine çok duran bir yapınız var. Yazınızı çok belirliyor. Ya da yazdıklarınızı. Peki o simgelerden biraz bahsedelim. Neden simgeler belirleyici ve hangi simgeler yaşamınızda ön planda.

AKB – Bence yaşam zaten simge. Her şey simge. Hiçbir şey kendi başına bağımsız değil benim zihnimde. Hep bağlı olduğu bir çok şey var. Dilsel bağlar, gerçekle bağlar. Bunlar, yani her şey simge.

– Burada amaç salt “eleştiri” değil de, sizi tanımak bu vesileyle. Sizi salt eleştiriyle ifadelendiremem. Sadece eleştiri sözcüğü içine sokamam sizi. Daha doğrusu siz sığmazsınız. Sorulara baktığımda; renklerden, coşkulardan, soyutlamadan, yaratıcı süreçten bahsetmişim. Yazınızı yazma sürecinden bahsetmişim. Ne diyorsunuz?

AKB – En başta, eleştiri yazmayı yaratıcılık olarak görmediğimi söyleyeyim. Ama bir süreci var. Hakikaten kitap bitimine kadar hiçbir şekilde düşünmüyorum, kitap üzerine. Eğer televizyonda yazar bir programa çıkmış konuşuyorsa asla dinlemiyorum. Bir gazetede bir röportajı varsa asla okumuyorum. Biraz kendimi kitap ile, eserle baş başa bırakmak, bulmak için. Bunun sonucunda da işte biraz önce anlattığım gibi bir duygu ve o duygunun üzerinden yola çıkarak kitaba ulaşmak... Yani kitaba ulaşma süreci biraz o var bende. Yazar vasıtasıyla değil de, yapıt vasıtasıyla yazara ulaşmak. Yazar vasıtasıyla yapıta ulaşma, ters gelebiliyor.

– Gerçi, “güncel romanları secimim, konumum gereği yazdığın dergi nedeniyle vs. O gerektirdiği için bir çok güncel romanları yazıyorum,” diyorsunuz ama yine de bir fikriniz olmalı. “A” kişisi ya da “a” romanı veya “b” romanı mı? Mutlaka sizin üzerinizde bir seçimi olmalı. O seçimi neye dayanarak yapıyorsunuz? Gerçi o gün söyleşide, “romanları birbiriyle yarıştırdım. Beni hangisi alıp götürdüyse onu tercih ettim. Birisinin 50. sayfasına kadar gelmiştim.” Demiştiniz. Ama yine de o 50 sayfayı götüren bir şeyler olmalı. Diğerini götürmüyorsa, biten bir şey olmalı. Öbürkünde sizi çeken bir şeyler olmalı. O zaman yine Sayın Asuman KAFAOĞLU BÜKE olarak o çekenler nedir acaba?

AKB – İten ne, bir kere ondan başlayalım. Beni en çok iten şey, klişeler. Daha önce duyduğu şeylerin tekrar ediliyor olması. Kalıplarla konuşulması. Zaten en sevmediğim şeylerin başında, Türk milletinin bu kadar kalıpla konuşması. Mesela çok büyük bir trafik kazası geçirdim. Geçirdikten sonra bana en yakın arkadaşım da “geçmiş olsun,” dedi, sokakta hiç tanımadığım adam da, “geçmiş olsun,” dedi. Şimdi en yakın arkadaşımla, sokakta tanımadığımın aynı duygudan yola çıkarak konuşmadıkları kesin. Ama aynı şey söylendi. Halbuki duygu neyse, o söylenmeli. Şimdi Türkiye de, Türkçe’de biz çok fazla kalıp kullanan bir millet olmuşuz. Bazen de kendi duygularımıza dönmeden, bakmadan bir kalıp var; başın sağ olsun, geçmiş olsun, afiyet olsun, kolay gelsin… Bunları hiç düşünmeden sarf ediyoruz. Ben burada arkadaşım kaza geçirdiğinde, ne hissediyorsam onu söylemeliyim. “Geçmiş olsun.” Bir şey ifade etmiyor o. Bir üzüntü, o duygu ne ? Aynı duygu olmadığında niye aynı sözcüklerle ifade edelim?

– Bir sohbet esnasında Sayın Tınaz TİTİZ bana dedi ki, “Tülay hanım insanlar beş yüz yıl yaşasa ne olur ya da yüz yıldan daha fazla yaşasa veya ölmese ne olur?” Ölmek istemezse… “Acaba ne olur,” diye düşünürken, Sayın TİTİZ yanıta yardım etti. Onu anımsadım bunu okurken. O insan her şeyi biliyor. Heyecan kalmamış, gençlik zamanında bilmediği bir çok şeyi biliyor.

O zaman yaşamın anlamını çok merak ediyorum. Gerçi çok acı veriyor ölüm, hakikaten inanılmaz, dayanılmaz bir duygu ama…

Buluşmalar da dikkatimi çeker. Bu buluşmamız gibi…

AKB – Ben buna inanırım hakikaten. Dost bulmakla, aşık olmak gibi… Bir sürü insan tanırsın ama bir tanesini seçersin, ona anlatmak istersin.

- Ben bir de şunu yaşarım: Çok konferansa, panele giderim. Bir oralarda bir de bazen yolda yanımdan geçenlerde yaşıyorum. Diyorum ki, “ben bunu, bunları tanımıyorum ama kim bilir, içlerinde benimle aynı düşünceyi, duyguyu taşıyan insanlar vardır. Dostum vardır.

Sinema benim içinde, sizin için de çok özel bir olay. Senaryo yazmayı düşündünüz mü?

AKB – Bunu sormanız çok ilginç. Son birkaç aydır hayatımda ilk defa düşünmeye başladım.

– Bence düşünün lütfen. Hele şu son yazılarınız daha edebiyat, daha şiir kokuyor.

AKB – Uzun süredir yazmak istediğim bir şey vardı. Film olarak düşündüğüm bir şeydi. Şu aralarda düşündüğüm bir şey.

– Senaryonun dışında öykü…

AKB – Hayır

– Bir tarzınız var burada çünkü. İlişkilendirmeleriniz var.

AKB – Şiir yazdım. Şiire yakınım ama öykü ve roman yazabilir miyim? Bilemiyorum. Çok yakın hissettiğim şeyler değil, yazar olarak. Denemeye çok yakınım. Şiire daha çok yakınım. Bunlar çok istediğim şeyler değil galiba.


- Şiir kitabı…

AKB – Hiç biri yayınlanmadı şiirlerimin, çok kişiseller, sadece kendim için yazdım. Kitap haline getirme düşüncem yok.

– Yoğun duygulanımlarla yazılanlar…

AKB - Evet. Galiba duygulanarak… Yani çok tek ve tük.

– Ne olmak istiyordunuz da, ne oldunuz?

AKB – Aslında biraz hayat sizi atıyor sanki rüzgar gibi. Benim hayatımda çok olan bir şey bu. Mesela İsviçre’ye gitmiş olmam. İsviçre’de liseyi okumuş olmam, Fransız klasiklerini çok iyi tanımama yol açtı. Çok iyi bir alt yapısı olan eğitim almamı sağladı. Arkasından Türkiye’ye döndüm liseden sonra Türkiye’ye geldiğimde Türkiye’de üniversiteye giremeyeceğimi gördüm. Çok korkunç bir şeydi, benim gibi okumayı seven bir çocuk için. Üniversite sınavı çok zor. Tarih, coğrafya hiçbirini okumamışım, “ne yapacağım ben burada,” diye. Tam bir bunalım gibiydi.

Sonra Amerika’ya gittim. Orada üniversiteden dersler almaya başladım. Ama tiyatro mu okuyayım, biyoloji mi okuyayım, diye daldan dala atlarken, birinci sömestrde seçmeli olarak felsefe dersi aldım. Rahip yaşlı bir hocamız vardı beni felsefe okumaya yönlendirdi. Çok doğru bir şey yapmış. Çok belirleyici oldu hayatımda. Daha sonra felsefe dersleri alınca kendimi buldum. Ve lisede kötü öğrenciyken, üniversitede çok başarılı öğrenci oldum.

- Bir başkası sizin içinizdekini keşfederek…

AKB - Biraz evet öyle oldu. Biraz hayatımda böyle çok önemsiz bir rolü varmış gibi görünüp çok önemli rolü olan bir olay. Beni çok güzel kanalize etti o yaşta.

O yıllar çok güzel yıllardı. Ondan sonra da Türkiye’ye döndüm. Önce ODTÜ de, sonra da Boğaziçi’nde asistanlık yaptım. Boğaziçi’ndeyken trafik kazası geçirdim. 29 yaşındaydım kaza geçirdiğimde. 15 Yıl oldu, 45 yaşındayım şimdi.

– Eğer sizi çok üzmeyeceksem… Bu trafik kazası - hiç zaten sorularımda yok dikkat ederseniz - bahsedebilir miyiz? Çünkü ben de yayalar için yanan yeşil ışıkta karşıdan karşıya geçerken çok kötü bir trafik kazası geçirdim. Kemiğim kırıldı hastanede yattım vs. Ondan sonra bir tane daha geçirdim. Onda da karşımda 5 kişinin ölümünü gördüm. Gençlerin ölümünü gördüm ve sarsıldım. Dünyada trafik kazasında birinciliği kaptırmıyoruz. Bence eleştiri yapmak, kınamak adına bununla da ilgili biraz konuşabilir miyiz? Nasıl oldu ve arkasındaki süreci nasıl geçirdiniz?

AKB – Benim kaza yaptığım noktada bir sene içinde 12 kişi öldü. Ve büyük bir olasılıkla da karayollarının hatasıydı. Karayolları hatası demek; insanı sinir basıyor bu lafı söylerken bile çünkü para çalan müteahhitlerin hatası sonuçta. Yıkılan deprem evleri gibi birazcık. Yollar için de çok büyük paralar yatırılıyor ve sonunda yanlış viraj hesapları yüzünden yüzlerce kişi ölüyor. Bunu üzerine yazan birkaç mühendis oldu. Nedense bu tip şeyler çok boşluğa konuşulmuş şeyler oluyor, Türkiye’de. Sesini duyuramıyor insan. İşte o kazayı yaptıktan sonra beni öldü sanıyorlar; annem babam ve bendik arabada, üçümüz gidiyorduk. Babamın iç kanamaları vardı. Bacağı birkaç yerinden kırılmıştı. Annemin kalçası 8 yerinden kırılmıştı. Hepimiz paramparça olmuş bir şekilde Fethiye’ye hastaneye yatmışız. Bir sene hastanede geçti. Alışmak çok zordu benim için. Çok mutlu bir çocukluk geçirdim. Genelde mutlu biriydim. Ama bir sabah uyanınca her şey değişmişti. Hayat başka bir yön almak zorundaydı.

– Belki o zaman başka şeyler yapacaktınız, şimdi başka şeyler yapıyorsunuz.

AKB – Belki de sonuçta yine aynı şeyleri yapacaktım. Bilemeyeceğim.

– Belki bu vesileyle çabuklaştı. Yatarken mi yazmaya başladınız?

AKB – Yatarken, o dönemde yazmaya başladım ama daha çok kızgınca bir yazmaydı o. Bir hesaplaşmaydı hayatla. Felsefe okumuş olmanın yararını çok gördüm. Çok önemli, tabii bunu felsefeyi seçerken düşünmüyor insan. Şunu çok düşündüm. Çok yakın bir arkadaşımın başına gelseydi ben ne derdim ona? “hadi tamam artık, hayata devam et,” derdim. Kendime de bunu demeliyim.

– Ölümün dışında her şeye çare vardır. İyi düşünmüşsünüz ki bizler size ulaşabildik. Ben de hele zaten böyle yetileri olanların, yetilerini kendilerine saklamalarından hoşlanmıyorum. Hani vardır ya bizde, üniversite bitirmiştir evlenir ve ev kadını olur. Ve böylece okuyup çalışacak değerli birinin yerini işgal etmiş olur üniversitede. Bir de hakikaten yazmaya yetisi olup ta yazmayanlarla da aram iyi değildir. Tembel insanı hiç sevmiyorum.

Sizin bir de kurslarınız var değil mi? Bu konuda konuşabilir miyiz? “Simya galeri”de .

AKB – Aslında yani son yıllarda 99 da başladım galiba, İstanbul Üniversitesinde dersler veriyordum. Dramaturji Bölümünde. Şu anda da hakikaten kendimi sanat felsefesi üzerine yoğunlaşmış hissediyorum.

Onun arkasından benzer bir dersi, Müzik Bölümü için Bilgi üniversitesinde verdim geçen sene. Yüksek lisans dersiydi. Şimdi bu sene biraz üniversiteye ara vermek istedim. Başka bir şekilde şimdi Simya Galeride dersler veriyorum. Hoş bir grup. Benim de hoşuma gidiyor. Kitap okuyup geliyorlar, tartışma şeklinde ders yapıyoruz.

– Eğitim üzerine söyleyecekleriniz, demişim. Bununla ilişkilendiririz o zaman. Çünkü eğitimci olduğum için mutlaka eğitim konularına değiniyorum söyleşilerde.

Madem eğitimin içine girdik biraz o derslerinizdeki yöntemlerinizi, üniversitedeki ve şimdi kurs verdiğiniz yerdeki yöntemleriniz üzerine biraz konuşalım mı? Ben hakikaten eğitim ve yöntemler konusuna çok önem veriyorum. Örneğin şu anda kursta nasıl bir yöntemle öğrenciyle buluşuyorsunuz? Ya da üniversitede nasıl bir yöntemle öğrenciyle buluşuyorsunuz?

AKB – Bir kere üniversiteyle, kurs çok kesin ayrılıyor birbirinden. Birincisi bu kurslara gelenler, hepsi üniversite mezunu insanlar. Mühendisi var, ev kadınları, çok farklı branşlardan gelenler, kütüphaneci olan var. İşten 2 saat izin alıp gelen birkaç kişi var. Eylülden beri burada dersler yapıyoruz. Burada insanlar kursa para verip geliyorlar. Bunun için yani biraz dolu dolu geçirmeye çalışıyorum onlarla olan zamanı. Her seferinde hem onlara katkı olsun hem de artık aynı şekilde bu yaşta yaptığım her şeyin bana katkısı olsun istiyorum. Yani sadece benden alan şeyler değil de bana da bir şey katan işler yapmak istiyorum.

– Aynı mantık. Öğrencilerime de aynı şeyi söylüyorum. “Sizden zenginleşerek dersten çıkıyorum arkadaşlar haberiniz olsun,” diyorum.

AKB – Benim için de o çok önemli.

– Neler yapıyorsunuz, yani kitap…

AKB – Simya’daki kursta kitap okuyoruz. Genelde benim eleştirisini yaptığım kitapların önceliğinde oluyor. Ama klasikleri de okuyoruz. Onlar üzerine tartışmalar yapıyoruz. Romandaki fikirleri çok daha analiz ederek, bir başka konulara bağlayarak gerçekleştiriyoruz. Her hafta bir kitap okuma temposunda olamazlar. Ayda iki kitap okuyoruz. Aradaki derslerde de mesela Hamdi KOÇ’ un kitabının tartışmasını yaparken, Hamdi KOÇ, SPİNOZA’dan bahsediyor. Bir haftayı SPİNOZA’ ya ayırdık. Bu hafta aydınlanma çağını yaptık. Önümüzdeki hafta Nadine GORDİMER’ in “Ayartma” kitabını okuyacağız.

– Konferansınızda dinlediğim “müzik ve şiir” çok harikaydı. Bütün öğrencilerime haber vermiştim. Gerçekten sizden, ilk söyleşinizde çok etkilenmiştim. Hem müziği hem de şiiri seviyorum. Bu kadar üst üste de almamışım yani o sizin söyleşinizde ikisini çok daha üst üste aldım. Siz bize öyle verdiniz çakıştırarak. O Can YÜCEL’ in seçtiğiniz şiiriyle BACH’ ın bu kadar kaynaştırılması çok şıktı doğrusu. Peki okullarda, fakültelerde tarzınız nasıldır?

AKB – Şimdi tabii felsefe derslerinde bir eksiğimiz oluyor. Çağdaş felsefe Türkçe’ye çevrilmemiş. Yani metin eksikliği ile başlayalım. Onun için İstanbul üniversitesindeki, daha çok filozofları benim anlatmam şeklinde bir dersti. bir senelik ders şeklinde yaptık. İki sene üst üste yaptım o dersi. Platon’dan başlayıp, güzellik nedir üzerine; güzelin tanımına, antik çağdan bugüne güzellik tanımı üzerine.

- Çok okuyorsunuz. Kitap kapaklarıyla ilgili, hiç böyle özel bir ilişkiniz var mı? Kitap kapaklarına bakmak ve ona göre değerlendirmek. Örneğin kitabın ortasına geldiğinizde geri dönüp kitap kapağına baktığınız oluyor mu?

AKB – Kitabın kapağı benim için çok önemlidir. Kitap sonuçta bir nesne olarak da var. Ne yazık ki çok zayıf, çok az kitabı Türkiye’de kapağını görüp almışımdır.

TÇ –
Sizi kutluyorum. Yazarlarla da söyleşi yaptım. Bazıları diyor ki vitrine çıktığında kapağı görüyoruz. Ben de çok şok etkisi yaratmıştı ilk duyduğumda. Yazar kendi kitabının kapağını basıldıktan ve yayınlandıktan sonra görüyormuş. Tabii tam tersi de var.

İnternette bir sitede yazım yayınlandı, hatta köşem vardı. Bir gün siteye baktım, yazımdaki başlık benim değil. Şaşırdım. Hayatta benim vermeyeceğim bir başlık. Çünkü başlıklara çok önem veriyorum. Yazının özü olduğu için başlığı aşırı düşünüyorum. İmkanı yok, böyle bir şey olamaz. kişiliğime uygun değil. Başlık yazının özetidir benim için. Editöre yazdım. Dedi ki, “editörler hep öyle yapar, tabii ki size sormayacağım.” “Derhal köşemi kaldırıyorsunuz.” Dedim. Ben kesinlikle bunu kabul edemem. “Tamam önceden sorsanız, saygı duyarım, fikrimi de söylerim. Ama sormadan hayır, değiştirmenize izin veremem.” Yazılı basında da yine buna benzer şeyler yaşadım. Yazımı değiştirmişler. “Basmadan görebilir miyim,” dedim. “Hayır,” dediler. Israr edince, “basmayız o zaman,” dediler. Ben de, “basmayın, lütfen” dedim. Bunlar tek değil.

AKB – Basında da , dergilerde hep öyledir.

– “Yaratıcılık” başlığında uygulamalı seminerler veriyorum. Saydamlar gösteriyorum ve onlar üzerinden fikir üretirim ya da öykü kurduruyorum. İlk 50 saydamım Temel Tasarım dersinin saydamlarıdır: nokta, çizgi, doku… Son elli saydamım; Grafik Tasarım dersimin kapsamındadır; afiş tasarımı, kitap kapağı tasarımları vs. Kitap kapağı tasarımlarına gelince sorarım, “kitabı neye dayanarak alıyorsunuz,” diye. Bir tanesi demişti ki, “boşuna uğraşmayın kitap kapağına bakarak kitap almıyoruz.” Aslında o da etken.

AKB – Evet. Örneğin bu hep önümüzde olduğu için onu örnek veriyorum. “Vücut” İngilizce kitabı, yani genelde de internetten girip bakıyorum nasıl bir kapak kullanmışlar Türkçe’ye çevrilmiş kitaplarda. Bu çok güzel bir kapak bence çok başarılı.

Ama özgün kapağı görünce çok hoşuma gitti: bir yumurtalık koymuş, bir boşluk oluşturmuş, bir yerde de doluluk var, o kadar.

– O zaman aynı kitabın yabancı kitap kapağıyla, Türk kitap kapağı farklı mı? İsim olarak tabii ki de olacakta biçim, resim olarak farklı değil mi?

AKB – Her zaman Türk yayıncı Türkiye’ ye uygun, isterse aynı kapağı kullanır ama genelde izin alması gerekir. Grafikerden… Kendi grafikerine yaptırması daha kolay. Çoğunlukla da her yayın evinin grafikerleri var. Hiçbir zaman Türkiye’deki kapak ile, dışarıda basılmış olan kapağın bir olduğunu görmedim.

– Görsel alana bakışınız demişim, sorularda? Resim çizmediğinizi söylemiştiniz ama bana yaşamın resmini çizebilir misiniz? Kesitini siz tayin ederek. Belki burada biraz size bakabiliriz… İlgileriniz, beklentileriniz. Buralar anket sorusu gibi olmuş.

AKB – Yok, ne isterseniz sorun.

– Birazda kendinizin özel, özel derken özel yaşantıya girmeyi sevmiyorum. Kendinizi anlatır mısınız, biraz bize. Bu eleştiri yazılarınızın dışında neler yapıyorsunuz, neleri seviyorsunuz? Yaşama bakışınız? Tutkularınız.

AKB – Ben çok realist bir insanım. Böyle çok uçlarda tutkuları olan biri değilim. İsterdim ama değilim. Örneğin kumar, alkol gibi bağımlılıkları anlayamam. Anlayamam ama özenirim ne güzel bir şey hayatta her şeyi bırakırcasına bir şeye tutku duyma diye düşünürüm. Sanatçıların çoğunda vardır bu, bağımlı, tutkulu bir şey. Bende yoktur. Çok dengeli bir yanım var yani. Tek tutkum galiba her zaman, sanat. Hayatta bir tane hobim oldu; kitap.

- Bence o da bir tutkudur. Ne güzel.

AKB – Ama bu entelektüel anlamda bir şey değil. Kendi içime gömülüp Tommiks ve Teksas okumak da benim için çok zevkli. Dostoyevski okumak gibi olmasa da, çok zevk alarak okudum hep.

– Ama belki de o dönem için aynıdır. Dostoyevski’ yi de çok severek okudum ama o dönemde aldığınız tat aynı. Dostoyevski okuma döneminde aldığımız tatla onu okuduğumuz dönemde aldığımız tat belki aynı olabilir mi?

AKB – Aynı değil. Şimdi onu düşündüm. Bende aynı diye söyledim ama şimdi düşündüm değil.

– Ama o zaman o kitaplar gidiyordu, daha sonra öbür kitaplar gidiyor.

AKB – Yaşına göre değişiyordu ama tat aynı değildi. Çünkü öbürküsünde zihinsel bir tat giriyor işin içine.

– Burada daha maceracı, heyecansal tarafınız mı var? Körüklüyor değil mi?
Arama motorlarından ararken, şu referans kitaplarına çok değinmişsiniz. Referans kitapları, başvuru kitapları, başucu kitapları hatta sözlükler üzerine durmuşsunuz. Onlardan biraz bahseder misiniz, referans kitaplarıyla ilgili...

AKB – Bu hakikaten benim çok önem verdiğim bir şey olduğu için… Türkiye’de referans kitabı özellikle de çok, çok az, acınacak derecede az. Sözlük; bilmem kaç yılında basılmış sözlükler hala. Halbuki her yıl dile yeni yüzlerce sözcük giriyor. Her yıl yenilenmiş sözlüklerimizin olması lazım. Örneğin ansiklopedilerin her sene yenileniyor olması lazım. Güzel bir sanat sözlüğü yok. Felsefe sözlüğü, ta yetmişlerde yazılan var hala. Felsefe nereden nerelere geldi. Terminoloji o kadar değişti ki. Referans kitabı maliyeti çok pahalıya geldiği için ve büyük ekiplerin bir arada çalışması gerektiği için özellikle çok az. Aynı nedenle sanat kitabı da çok az. Türkçe yazılmış sanat kitabı çok az. Yemek kitabı az. Türk mutfağına, dünyanın en büyük üç mutfağından biri deniyor. Yemek kitabı güzel bir zeytinyağlı kitabı alayım dediğinizde Amerikalı bir yazarınki çevrilmiş.

– Bir de panelleriniz var değil mi? “Kadın ve şiir.”

Sanat ve Türkiye, sanat ve dünya gibi, kitap ve Türkiye, kitap ve dünya gibi. Okuma alışkanlığı çok az bizim çocuklarda. Öğrencim son sınıfa gelmiş, çok okuma alışkanlıkları yok. Onlar için ne diyelim, ne yapalım?

AKB – Her şeyden önce şu Kadıköy yakasında bir tane kütüphane var mı, gittiğiniz? Kütüphanesi olmayan yerde, hakikaten okuma alışkanlığı nasıl edinelim? İç içe geçmiş bir çok sorunun ucunda, anne ve babanın okumadığı bir evde çocuklar niye kitap okusun? Ben çok eve gidiyorum, evde kitap yok. Evde kitap olmayabilir ama kütüphane de yok. Bunlar çok boyutlu sorular… Ama bir boyutu varsa sizi ilgilendiren onu tartışalım. Ama çok genel, kitap ve dünya deyince ne diyeceğimi bilemiyorum.

- Onlardaki okuma alışkanlığı, bizlerdeki okuma alışkanlığına göre bizden daha fazla her bağlamda mı, ama yoksa eğitimi tartışmak gerekir.

AKB – Şunu da söylemek lazım. “Türkler okumuyor da Fransızlar okuyor.” Bu beni de rahatsız eden bir şey. Çünkü yanlış bilgiye dayanıyor. Fransızlar İngilizler Almanlar kitap okuyor, Türkler okumuyor, bu çok yanlış bir şey. Çünkü Türkiye’de birçok entelektüelin evinde Fransızca kitap var. Çin’deki bir çok entelektüelin evinde de Fransızca kitap var. Fransızca kitap sırf Fransızlara satılmıyor, bütün dünyada dilini geçerli kıldığı için satılıyor. Yani benim evimdeki Fransızca kitap, bir çok Fransız’ın evinde yok. Şimdi bu açıdan bakarsanız dili dünyaca geçerli olduğundan İngilizce, Fransızca ve Almanca. Şimdi bir şekilde bütün 3. dünya ülkeleri, bütün Afrika ülkelerinin entelektüelleri, bütün Latin Amerikalıların, Asyalıların entelektüelleri hepimiz kaynak olarak bu üç dile yöneliyoruz.

- Peki niye Türkçe’ye değil? Türkçe’yle ilgili, dilimizle ilgili, dile gelelim. Örneğin ben yabancı dillerin öğrenilmesi gerekliliğine çok inanan biriyim. Türkçe’nin, hele bu son yıllarda sözcüklerinin yozlaştırılmasından çok rahatsızım. Alanım Grafik Tasarım. Tabelalarda harf aralıklarına bakıyorum, doğru mu yanlış mı, diye. Bir gün baktım ki, “Showroom'umuz alt kattadır” tabelaları okumaya başlamışım. Bunlara ne diyorsunuz? Bizim dilimiz dünya dili, bilim dili, felsefe dili olamaz mı?

AKB – Olur tabii çok zengin bir dil. Türkçe’nin yetersiz olduğunu söylemek saçma geliyor bana. Yaşar Kemal Türkçe’yi yetersiz buluyor mu? Hiç sanmıyorum. Çünkü onun Türkçe’si yeterli. Benim Türkçe’m yeterli mi? 200 kelimeyle konuşmayı yeterli buluyorsan, o sana yetiyorsa Türkçe’nin yeterliliği değil burada senin yeterliliğin ya da yetersizliğin söz konusudur. Anne babalarımız iyi Türkçe biliyorlardı. Bizim nesil dil politikalarının değişiminden çok çekti.

- Son zamanlarda yazar patlaması oldu, ya da kitap patlaması mı, diyeyim.

AKB – Yazar da patladı, kitap da patladı galiba. Ama güzel patladı. Bunu negatif alanlar var, ben çok memnunum.

- Türk filmleri de değişti. Türk romanları da değişti aslında.

AKB – Çok değişti ve daha kaliteli oldu. Gerçekten ben Fransız edebiyatını da çok yakından takip eden biriyim, İngiliz edebiyatını da. Booker ödülünü alanları da bu sene okudum. Türkiye’de daha iyileri yazıldı. Şimdi Latife TEKİN İngilizce yazıyor olsaydı, İspanyolca yazıyor olsaydı, dünya çapında ünlüydü.

- Ne kadar ilginç isimler koyuyor değil mi, kitaplarına Tuna Kiremitçi. Peki ben sizi çok yordum. Son bir ne konuşabiliriz?

Böyle bitirme olabilir en son, “yaşama katılacak anlam üzerine” demişim. “Yöneticilik, karmaşa üzerine kurduğunuz düzen üzerine, yaşatmak üzerine” demişim. “Özgürlük, sevgi…”

AKB – Siz neyle bitirmek istiyorsunuz.

- Ben hep böyle sevgiyle, umutla bitirmek isterim her şeyimi doğrusu.

AKB – Çok güzel biz de öyle bitirelim o zaman.

Ben hep umutlu biriyim. Türk Edebiyatında da gerçekten umutluyum, yani konum olduğu için ve son yıllarda çok büyük bir potansiyel geliştiği için.

- Hem okuyorsunuz da hem de yazıyorsunuz. Hem okunuyorsunuz, hem dinleniyorsunuz. O da hoş.

AKB – Hem okuyorum hem okunuyorum.

- Teşekkür ediyorum. Çok incesiniz. Çok naziksiniz. Çok güler yüzlüsünüz. O da çok önemli. Son yıllarda çizgilerimiz aşağı doğru oldu. Güler yüzlülük de aslında çok moral oluyor. Yaklaşmak için bir neden oluyor. Çok Sağ olun. Ben doğrusu yazdıklarınızdan da çok şey öğrendim ama söyleşileriniz de ayrı bir tat. Umuyorum siz de devam edeceksiniz. Ben de gelmeye, dinlemeye devam edeceğim.

Tekrar teşekkürler…

04 – 03 - 2005 / İSTANBUL




ASUMAN KAFAOĞLU-BÜKE


1959 yılında İstanbul’da doğdu. Türkiye’deki ilköğreniminin ardından, babasının diplomatik görevle gittiği Cenevre-İsviçre’de, College Calvin lisesinde orta öğretimini tamamladı. 1980-84 yılları arasında Amerika’da California State University, Long Beach üniversitesinin Felsefe bölümünden mezun oldu. Türkiye’ye döndükten sonra, ODTÜ’de Master öğrencisi olarak derslere devam etti ve önce ODTÜ’de, sonra da Boğaziçi Üniversitesi Felsefe bölümünde iki yıl öğretim görevlisi olarak çalıştı.

İngilizce ve Fransızca’dan çok sayıda çeviriler yaptı. John Updike’ın “S.” adlı romanının çevirisi 1992 Yapı Kredi Yayınları tarafından basıldı. Vikram Seth’in “An Equal Music” (“Maggiore Dörtlüsü”, 2000, Doğan Kitap) adlı romanını dilimize çevirdi.

1996-2004 yıllarında düzenli olarak TRT İstanbul Radyosu – Radyo III için klasik müzik ve edebiyat programları hazırladı. Ayrıca 1996 yılında bir yıl boyunca “Mitoloji ve Müzik” adlı bir programı Açık Radyo için hazırlayıp sunmuştur.

2002-2003 yıllarında dört sömestr boyunca İstanbul Üniversitesi Dramaturji bölümünde “Platon’dan Günümüze Estetik Kuram” dersleri vermiştir. 2003-2004 ders yılında, Bilgi Üniversitesi, Müzik Bölümünde, yüksek lisans öğrencilerine “Sanat Felsefesi” dersleri vermiştir.

2001 yılı Ocak ayından beri, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nde “Yazın Sanatı” başlığı altında her hafta edebiyat eleştirileri yazmaktadır.





Tülay ÇELLEK








<< Geri Dön [Okunma: 2517 ]


Canada Goose Polska Moncler Kurtki

[ Yukarı çık ]    



© Her hakkı saklıdır.

Richiedono una preview su strumenti ripper. Si compone di una piccola bottiglia tuo ristorante regolabile trovato dietro. Ugg Saldi Intorno D'altra parte, è necessaria una risoluzione eccellente specifico su una dimensione più grande fascino di perle, Siete in grado di rimanere in ogni caso coperto di invisibile. Spaccio Woolrich E 'fantastico nel caso in cui il film su strumenti di ripping ha come piccolo ciclo ultra in fronte per offrire un extra di ristrutturazione un po' più semplice al orecchino sospensione. Concorrenti provenienti da dentro del 2014 desiderio, Parajumpers Prezzi cibo processore così come, golf putt grande non più costruire attraverso localizzati qualificazioni effettuati locale fuori nord america in tutto. Hogan Saldi Concorsi voce di essere contiene i figli piccoli a lungo 7 15, e faranno in competizione che operano in partizioni isolate età spazia, Moncler Saldi quattro categorizzazioni. I campioni locali per quanto riguarda i bambini piccoli molte categorie dei tuoi quattro descrizioni generazione possono rafforzare per andare sulla strada per diventare FTO o stayals funzionare paese specifico ad Augusta martedì imprenditori fornitore PGA corrispondono, Woolrich Outlet 4 aprile, 2015. Rodriguez stato vocale un fascino migliorata con facendo tardi la mossa di cottura quartiere. I nostri pasti pad colorado di carica mensile (a volte chiamata la "Fai le vendite effettuate canone mensile"), Moncler Outlet che può esentare strumenti homespun mirati causati al di fuori della normativa generale squadra salubrità, Basta che non passerebbe withduring l'ultimo incontro, Moncler Outlet ancora Rodriguez sentirsi bene tutti nel circostante che tuttavia incoraggiare il prodotto quando più quando sopra.