Özellikle yazarlardan duyduğum ve paylaştığım sinemanın edebiyatla ilişkisindeki durum şöyle: Roman senaryolaştığında, yönetmenin hayal gücündeki boyutuyla değişiyor. Bu yazarın boyutuyla çakışamıyor çoğu zaman ve en önemlisi romanı her okuyanda yaratacağı, oluşturacağı hayal dünyasını da bloke edebiliyor. Her okuyucu farklı hayal edecektir üstelik. O nedenle sayın Feyza HEPÇİLİNGİRLER romanlarının, öykülerinin filmleştirilmesi yerine, sinema için ayrı senaryo yazılmasından yanadır. Aynı düşünceyi, görüşü Can yayınlarındaki söyleşisinde sinema eleştirmeni Sayın Mehmet ACAR’da söyledi. Tabii ayrıntıya girerek, film ve romanlardan örnek vererek. Bir ara Kafka’dan bahsetti. Bu konuda bir filme gittiğimi söylediğimde, anımsattığım için teşekkür etti. Gittiğim film Kafka’nın tüm eserlerinden esinlenerek bütün olarak Kafka’yı yorumlayan ilginç bir çalışmaydı. Kafka’nın Dava’sı aklımda çok kalmıştır. “Bay K.” Bunu hiç unutamıyorum. İsimleri böyle yazdığından aklımdan çıkmıyor. Bunu ben de yaparım, anılarımı yazarken zaman zaman. O gizem beni hep çekmiştir, bu yüzden. Mehmet ACAR bey, kusursuz uyarlamanın mümkün olmadığını da söyledi. Umberto ECO’nun “Gülün Adı” filminden bahsetti. ECO’ yu çok sevdiği için filmi biraz değerlendirmekten kaçındığını söyledi. Ben de, “o film, unutamadıklarım arasındadır,” dedim. Gülümsedi.
Sınıfta öğrencilerime sormuştum. Orada bunları konuşamayınca bu yazıyı yazmaya karar verdim. “Yüzüklerin Efendisi”ne gitmiştim. Konum da afiş tasarımı olduğu için, o dönem atölyede açıldı konu. Ben kitabını okumadan gitmiştim. Mitolojik görsellikten etkilendim. Renkler zaman zaman koyu olsa da. Ama uzayan ve hayal gücüne dayanan dövüş sahneleri de bizim Cüneyt Arkın filmlerini anımsatmıştı bana. Öğrencilerimden kitabını okuyup gidenler olmuş. “Film hayal kırıklığına uğrattı, mutlaka romanının okunması lazım,” demişlerdi. Onların da beğendikleri görsellik yanıydı. Daha sonra kitap kapağı tasarımı konusu geldiğinde ise, “Yüzüklerin Efendisi”ndeki tiplemeler ve yüzük, tasarı olarak yerini aldı kapakta. Halbuki afiş tasarımında görselliğe takılı kalmışlardı.
Haklı olarak Sayın ACAR, “sinemacının sağlam bir edebiyat kültürü olması gerekir,” diyerek noktayı koydu konuşmasına.
Aynı mekanda “Yaratıcı Yazın” konusunda sayın Murat GÜLSOY’u da dinlemiştim.
Kitap fuarı açılmıştı. Ama daha önce hiç dinlemediğim Sayın Asuman KAFAOĞLU-BÜKE konuşacaktı, Can yayınlarında. O nedenle fuara gitmeyi erteleyerek buraya gelmiştim. Kendisini dinleyince, doğru yaptığıma karar verdim. Gerçekten Asuman hanımın kültüründen, anlatımından ve yapısının derinliğinden çok etkilendim. Eleştiri yazılarını daha dikkatli okumaya karar verdim. Konu, “Müzik ve Şiir”di. İkisini de seviyordum. Daha sonrada eleştiri üzerine bir söyleşisi olacak. Tabii ona da geleceğim. Bach ve Can YÜCEL tarafından ona yazılmış şiiri karşılaştırarak verdi. Kendisinden, “bir kere de hiç bölmeden müzik fonda, şiiri okur musunuz,” diye rica ettiğimde tekrar okudu. Gerçekten inanılmaz bir çakışma vardı. Bir müzik ancak bu kadar şiir olur, bir şiir de ancak bu kadar müzik.
Bach’ın fügünü imzası ile bitirdiğini söylediğinde, bir kere daha rica ettik dinlemeyi. Hakikaten sanatçı olmak, bu olsa gerek. İmza duyuluyor. Hemen ertesi günü öğrencilerime yazdım, “bu söyleşi yinelenecek mutlaka gidin” diye. Zaten gittiğim hiçbir yerden tek program almam. Mutlaka güzel olan şeyleri, arkadaşlarıma ve öğrencilerime söylerim. Onlar da yaşasınlar diye.
Soğuk algınlığı geçiriyorum. Başka hiçbir yere gitmemek koşulu getirdim kendime fakat yine de duramadım, madem karşıya geçecektim fakülteye uğramalıydım. Bir bakıma iyi oldu. Orada okuduklarımdan sonra bir yazı daha çıktı şu an hesapta olmayan, eleştirel bakışa dair. Can kitapevine gittiğimde iki güler yüzle karşılaştım. Genç bayan konuştu da. “Sizinle tanışıyoruz. Tülay ÇELLEK’ siniz değil mi,” dedi. “Evet” değince, “odanıza gelip dosyamı göstermiştim. Bana katkınız çok oldu. Sizden çok yararlandım, sağolun” diyerek devam etti buruk bir sesle, “Ama Yıldız’ı kazanamadım. Fakat şu an MSÜ de okuyorum. Fotoğraf bölümünde” dedi. Ona, “okul önemlidir ama ondan daha önemli olan kişiliğinizdir, bakın fotoğrafı istiyordunuz o alanda devam ediyorsunuz. Daha güzel şeyler de yaparsınız.” Dedim. İkimizde sevindik. Ben mutluluğumu, “öğretmen olmanın güzel yanı budur işte, yani sizi görmek, duymaktır, ” diyerek göstermeden kendimi alamadım. Gerçekten bu karşılaşma moral oldu. Mesleğim, bu güzelliklerle anlamlı. Bunu onlara da söyledim…
14-11-2004 / İSTANBUL
|