16 Şubat Çarşamba
Her yıl bu haftalar, öyle çok öğrenci geliyor ki odama. Biraz önce de bir öğrencim geldi. Her ne kadar bir dersimi seçen öğrencinin ikinci dersimi seçmemesini istesem de, hem böyle öğrenciler hem de yeni öğrenciler dersimin hemen dolmasından, dolayısıyla seçemediklerinden şikayetçiler. Bu nedenle iki dersle - grupla başladım şimdi 5 grup oldu. Bu sefer yeni grubu hiç pürüzsüz çok çabuk açtık… Değişimler gerekli yönetimde, yaşamın her alanında…
Dün akşam “eleştiri” üzerine bir etkinlik vardı, Taksim’de. Sayın Asuman KAFAOĞLU BÜKE, yine her zamanki mütevazılığı ve güler yüzlülüğü ile beni fethetti. Sanırım başkalarını da. Diğer konuşmacıyı ilk defa dinledim. Kendisi de üniversite dışında 10 yıldan sonra ilk defa bu öneriyi kabul ettiğini söyledi. Yazmak, okur ve eleştiri konusunda bilimsel bilgiler verdi. Ama benim aklıma bir şey takılı kaldı, dün akşamdan beri. Bir iki yıl önce bir tanıdık, “bana piyasada beğendiğin sanatçıları söyler misin,” demişti. Düşündüm, önce bir saptamamı belirttim: “Piyasada kendini reklam eden reziller, kenarda ise vezirler var.” “Ben de senden bu yanıtı beklerdim, aynen öyle düşünüyorum,” demişti. Tabii bu, herkes için geçerli değil. Ama tanıdıklarımdan, hakikaten reklamla piyasayı kaplayanlar var. Akşamda böyle bir şey yaşandı. Bir arkadaş soru kısmında kalktı şunları söyledi heyecanla: “Piyasada reklamı olanlar var. ( Örnek vererek ) Halbuki reklamı olmadığı halde kenarda, ama çok değerli yazarlarımız var. ( Örnek vererek ) Fakat arkadaş yanlış anlaşıldı. Bir hanım daha bu konuşmayı desteklediği halde. Önce bilisiz konumuna getirildi. Sonra toparlanarak birazcık bireysel farklılıklardan bahsedildi. Tabii konuşan iki kişi de haklı olarak bundan rahatsızlık duydu. Çünkü ben, o mekanda çok etkinliğe katıldım. Dinleyici de konuşmacı gibi sıradan değil. Öylece noktalandı toplantı. Şu an o kadar yoğunum ki ara verip bunu yazmak gereksinmesi duydum.
İlk defa yapacağım söyleşiye hazırlanıyorum harıl harıl. Önce internetten bilgi indirdim daha da devam edeceğim. Dün Müzecilikten bir kitap almıştım küratörlükle ilgili, şimdi de YTÜ kütüphanesine gidip “etik” le ilgili 4 kitap aldım. Tıp doktoru bir arkadaşım vardı, branşı “Tıp Etiği”, ondan notlarını istedim. Sanat Yönetimi bölümünde okuyan öğrencilerimden kitap ismi aldım.
Akşam söyleşi başlamadan önce salonda Asuman hanımı görüp, kendisiyle ilgili araştırmamı bitiremediğimi söylemiştim. Güler yüzle, “İstediğiniz vakit söyleşiyi yaparız” değince rahatladım. Dün akşam konuşmalarından not alıp sorular çıkarttım, sorularıma ilave ettim. İyi ki gitmişim. Bir yandan da onu araştırmam sürüyor. Tınaz beyin söyleşisine başladım ama devam edemedim. O hep aklımda…
Pazartesi burada bir fotoğraf sergisi açıldı, Aykan beyin. Onunla ilgili kısa bir yazı düşündüm, ama hiç başlamadım bile. Bu akşam servise binmeyeceğim, öğrencilerimle ders dışı toplantı var. “Büyük buluşma.” O neşelendirir işte beni. Şimdi gelen Hasan’ın araştırmalarına baktım, epey çalışmış. 24 saat bazen yetmiyor. Durmadan plan yaptığım halde. Hafta sonu da dolu dolu geçecek.
17 Şubat Perşembe
Dün akşam toplantıdan çok keyif aldım. Öğrencilerimin yüz ifadelerinden, onların da bundan mutlu oldukları açık açık okunuyordu. Bu sabah gelir gelmez öğrencilerime şu mektubu yazdım:
Merhaba sevgili arkadaşlar,
Bu gün çalışmaya başlamadan önce akşam ki toplantıda sayenizde yaşadığım güzelliklere yürekten teşekkür etmek istedim. En anlamlı akşamlarımdan biriydi. Sizinle gerçekten çok zenginleşiyor ve çok mutlu oluyorum.
Natalie, Serdar, Akay, Ayla nerelerdeydiniz? "Geleceğiz," demiştiniz, gelmediniz. Bu nedenle çok üzüldüm. Tabii katılmayan, ama katılacaklarını umduğum tüm arkadaşlarımın da eksikliğini hissettim. Doğrusu akşam ki toplantının tadı damağımda kaldı. Tekrarını diliyorum.
Müzik için teşekkür ediyorum. Ruhum bayram etti. ( Onur RAHAT ve sevgili eşlikçisi )
Fotoğraflar için teşekkür ediyorum gözlerim, gönlüm bayram etti... ( Şenel )
Sevgili asistanım Reşat yine sorumluluğunu gösterdi, sağolsun.
Sevgili Şenel gece düşündüm de sen haklısın. Neden hafta sonları Türkiye 'de bir gezi yapmayalım. Benimkisi hayal, ama senin önerinde ayak yere basıyor. Üstelik sen bu konularda deneyimlisin de, fotoğraf gezilerinden dolayı.
Havalar ısınınca böyle bir organize yapar mısın? Ne dersiniz arkadaşlar?
Fakat müsaadenizle ben hayal kurmaya devam edeceğim. Londra'ya gittiğimde orada gördüklerimden dolayı şunları düşünmüştüm; Türkiye'ye dönünce ülkem gençlerine daha çok sahiplenmeliyim, daha çok çalışmalıyım. Daha çok sorumluluk duygusuyla hareket etmeliyim. Oradaki uygarlık bunları düşündürdü bana. Bu nedenle sizlerle bir Avrupa gezisi hep hayalimde olacak. Üstelik ne kadar çok eğlenceli olur.
Web sitesi nedeniyle çalışan ve çalışacak olan tüm arkadaşlara teşekkürler. Ben hep odamdayım derslerim ve ekstra açılan derslerim dışında. Gelirseniz, çalışmalarınız dolapta bu işi kotarabiliriz diye düşünüyorum.
Sevgili Kaan, site için bir şey parası dedin, hani daha önce sen vermiştin, bu sene ben vereyim. İş bankasından hesap numarası verirsen ve Türk lirası olarak yatırırsam sevinirim.
Son teşekkürüm de; ekşi sözlük ve yıldızz.com da benim için yazdıklarınıza. Çok naziksiniz. Yürekten teşekkürler, sağolun.
Biliniz ki ben de sizler için aynı duyguları besliyorum...
Sevgiler
Tülay ÇELLEK
Tabii dersimi seçen öğrencilerin çalışmalarından olan – olacak sitemiz, alan yokluğu nedeniyle yaşam bulamıyor bir türlü… Büyük buluşmada öğrenciler vizeden çok önce verdiğim 3 kavramı bilgisayardan araştırdıklarını söylediler. Ve, “arama motorlarına ne yazarsak yazalım sizin adınız çıkıyor.” Dediler, gülerek…
Bu öğlen yemekte sınıfların kalabalığı idi, konu. Elektrik - Elektronik ve Jeodezi ve Fotogrametri Müh. deki öğretim üyesi arkadaşlar, “anfilerde 200 kişiyle ders yapıyoruz.” Dediler. “Tabii bu ders değil, konferans oluyor herhalde, karşılılık yok gibidir.” Dedim. “Doğru.” Dediler. Şimdi gel de yazma…
Dünden beri Makine fakültesinden bir öğrenci geliyor, dersim için. Sabah da bizim fakülteden bir öğrenci geldi. Üstelik o çocukla ilgili bir vicdan azabım da var beni sürekli rahatsız eden. Şöyle ki; dersimin açıldığı ilk yıllardı, dersimi seçmek için çok uğraşmış, çok izin istemişti. Bende, “SANTAS ın kendi programı var. Benim dersimi o süreç içinde seçmemelisin,” demiş öğrenciyi tüm ısrarına karşın kabul etmemiştim. Daha sonraki yıllar haberim olmadan SANTAS ın bazı öğrencileri dersimi seçtiler. Doğrusu onlardan çok memnun kaldım. Üstelik derse diğer öğrencilerim gibi çok güzel katkı verdiler. Ben de ilk yıldaki gibi sınırlamayı kaldırdım. “İsteyen seçer,” diye düşündüm. Gerçi ilk yılın sınırlamasını fakülte içi durum getirmişti. Dün yine daha önce dersimi seçmiş SANTAS tan bir öğrenci geldi. Hepsine eşitlik olması açısından aynı davrandım - davranıyorum. Şu an sistemin dışında bir ben varım, bir de geçen sene İngilizce’den tek bir ders açıldı. Dersteki öğrenci sayımı artırsam dersimin uygulama kısmı sarsılıyor. Bu nedenle kendime yeni bir yük getirerek grup sayısını artırdım. Yeter ki bireysel eğitimden kopmayayım, dersim sağlıklı olsun diye. Yapabileceğim bu kadar. Neden bu uzunlukta yazdım? Aslında yine vicdanım rahatsız. Bu çocuklar seçmeli ders yüzünden perişan. Bu, her yıl yaşanıyor. Nasıl çözülür? Üstelik bunlar YTÜ nün özel sorunu değil aslında. Sistemin genel sorunu. Şu an küratörlükle ilgili araştırma yapıyorum. Ama kafam hep eğitimin sorunlarında.
Bu akşam oturduğum semtte pazar var. Meyve canavarı olan ben bu konuda pazarı boşaltmalıyım, servisten inerek…
Bir telefon ve bir değişim. Doğrusu rahatladım. S. Z. K. Kültürevi saydam göstericisi bulmuş. “Yaratıcılık” konusunda karar kıldık. Ama küratörlük konusunda muazzam bir araştırmaya girmiştim. Onu ileride değerlendiririm. Şimdi hemen Asuman Hanımın sorularına döneyim. Dün çıkış almıştım. Çünkü hala son kontrollerimi bilgisayardan değil, kağıt üzerinden yapıyorum. Dokunmam lazım.
18 Şubat Cuma
Dün akşam köprüyü geçince servis bozuldu ve tabii planlarımda değişiklik yapmak zorunda kaldım.
Bu günümü Asuman hanıma ve saydamlarımın kenarlarını boyamaya ayırdım. Ve hala seçmeli dersler için öğrenciler geliyor. Bu arada fotoğraftan bir arkadaştan aldığım teknik bilgi nedeniyle saydamlarımı kaldırdım.
Her Cuma benim iş bitirme günümdür. Hafta sonu nedeniyle, bir haftanın işini temizlemeye kalkarım. Sanki çok uzağa gidiyorum. Zaman çok uzayacakmış gibi. Halbuki sanat – kültür olayları bu tarafta daha yoğun olduğu için nasılsa karşıya geçiyorum diye çoğu kez erken çıkar fakülteye de uğrarım cumartesileri.
Bu gün kendimi mutlu edecek bir şey yaptım yine. Başkalarını mutlu etmeyi seviyorum. Teşekkür etmeyi seviyorum. Yazılarından yararlandığım herkese ve bunları bize iletenlere teşekkür yazdım. Severek yazdığım için bazen şiirsel olabiliyor bu metinler. Nitekim karşılığını da aldım hemen. Üstelik yazdıklarımdan biri Samsun’dan çıktı. Ortak bildiklerimiz var sanırım. Eskişehir’e bir kere daha gittiğimde görüşme kararı aldık. Çünkü öyle bir olasılık var.
Dediğim gibi, bu gün iş bitirme günüm. Hem Asuman hanımın yazılarını okuyup, 3 sayfa olan sorularıma soru ekliyorum hem diğer işlerimi yapıyorum. Aklıma takılı olan bir işi daha yaptım. Duygulanıp odama geldim. Sayın Aykan ÖZENER' in fotoğraf sergisine gittim. Hemen yan binamızda. Fotoğraf bölümü koridorlarında. Açılışta gezmiştim. Şimdi daha dikkatli bakarak bir kez daha dolaştım. Ama gezmeden önce yazmamız için bırakılan defterin hemen başına asılan iki ayrı çerçevedeki yazıları okudum. Biri özgeçmiş, diğeri serginin açıklamasıydı. Açıklamayı okuyunca inanılmaz bir heyecan dalgası yükseldi yüreğimden. Çünkü fotoğraflar mübadilleri anlatıyordu. Sergiyi gezdikten sonra defterine yazdıklarımın özeti: Önce kutladım. Bende mübadil bir babanın kızıyım… “Yaratıcılık” konusunda seminerler veriyorum. Gösterdiğim saydamlar üzerinden fikir ürettirip, öykü kurduruyorum. Bu fotoğraflarına da inanılmaz muazzamlıkta öyküler kurgulanabilir.
Asuman hanımla 4 Martta buluşmaya karar verdik, bu arada…
21 Şubat Pazartesi
Arkadaşların, “İstanbul’un kültürünü doya doya yaşıyorsun.” Dedikleri kadar var. Hafta sonum işte tam böyle geçti. Cumartesi öğlen Taksim’de yapılan, “Savaşsız Bir Dünya İçin Uluslararası Buluşma” sempozyumuna katıldım. İlk bölümde Türk gazeteciler konuştu. Onları dinlerken, “yaparak, yaşayarak öğrenme” yöntemine takıldı aklım. Hepimiz oradaki durumdan rahatsızlığımızı aşağı yukarı aynı sözcüklerle anlatıyoruz. Ama yaşayanlar da aynı sözcüğü kullansalar bile, anlam derinliği çok daha fazla oluyor. “Yaşayan bilir” deriz. Onun gibi. Nitekim ikinci oturumda konuşan Iraklı profesörde heyecanlarım doruk noktasına ulaştı ve birinci bölümde düşündüklerim yaşam buldu. Bu ana kadar aklımda ki, serviste C. Bilim Teknik dergisinde Sayın Sinan KILIÇ’ ın yazdığı, “Babil Asma Bahçeleri ayaklar altında” yazısını okurken iyice yoğunlaştığım bir şeye takıldı kaldı. Sayın Prof. diyor ki, “Üniversitelerimizin yüksek lisans ve doktora yapan bölümlerini kapattılar. Yani araştırma yapmamızı engelliyorlar…” Üniversite açık görünüyor ama bir ülkenin ilerlemesini sağlayan araştırma bölümü kapalı. Bu oldukça önemli bir ayrıntı. “Kütüphanelerimizi kapattılar…” Dediğinde tüylerim diken diken oldu. Ve bir şeye daha takılı kaldım. “Başkanlık Sarayımıza el koydular, orası Saddam’ın sarayı değil daha önce yaptırılmıştı. Orası Iraklıların sarayıdır. Ve ülkemizin yönetim yeridir. Bu nedenle bizim için çok önemlidir….”
Bir aklımda çakılı kalan da; “ADALETİN OLMADIĞI YERDE BARIŞ OLMAZ” sözüydü. Bunu önce Sayın Mete ÇUBUKCU ve diğer gazeteci arkadaşlar da söylediler. Beni ziyadesiyle etkileyen bir diğer tespit de; “zihinlerin işgali.” Oldu. Özgürlük için gelinip, tüm özgürlüklerin yok edildiği anlatıldı, örneklerle. Dergideki yazıda da belirtildiği gibi tarihi Babil’ in yıkıldığı, kültürün yok edildiği anlatıldı. Eskiden olmayan bir çok olumsuzluğun kol gezdiği söylendi. Orada tüm Müslüman grupların ve onları destekleyen Hıristiyanların birleştiği vurgulandı ve ABD ile İngilizlerin gitmesi söylendi.
Kitle imha silahları nerede? Diye sordu Sayın Prof. O an şunu düşündüm: “Kendileri kitle imha silahı ile gelip bir sürü masum insanı öldürdüler…”
Ve şunları da;
Silahların ruhu yok
Silahların vicdanı yok
İnsan öyle mi?
İşte zenginliği
İnsanlığa değil de,
silaha yatıranlar
Bu yüzden kaybediyorlar…
ABD den gelen bir bayan konuşmacı da, “Amerika halkının bunlardan haberdar edilemediğini” söyledi. Ama “yavaşça da olsa bir bilinçlenmenin başladığını” anlattı. Bu yaşananlardan sonra tabii…Sonuç olarak; “bu adaletsizliğe ortak olmamak,” vurgulandı. Ve iki güç var şu an dünyamızda, “biri ABD diğeri kamuoyu.” Dendi.
Oradan çıkıp acel acele yemeğimi yedim ve Can kitapevine koşturdum. Sayın Feyza HEPÇİLİNGİRLER ve ilk defa dinleyeceğim Sayın Nemciye ALPAY’ ın “Medya’da Türkçe” konulu konuşmaları vardı. Üstelik haber verdiğim arkadaşlardan ikisi geleceklerdi. Sözü önce alan Feyza hanım, dosyasından hatalı cümleleri okudu güleryüzle, araya sıkıştırdığı esprilerle. Bir de vurgu yanlışlarını örnekledi. Nemciye hanım daha anlatımcı – izah edici biraz da akademikti tarzı. Anlam kaymalarından, az sayıda sözcüklerle konuşmaktan, kavram yoksulluğundan şikayet etti.
“Dileri zenginleştiren ihtiyaçlardır. Yaşam dili oluşturur. Kullanıldığı yere göre anlam türetilir. Neye önem veriliyorsa onun sözcüğü yaratılır. Toplumun yaşama biçimi, değerleri sözcük ürettirir. Örneğin İngilizlice’ de; ‘amca’ ve ‘dayı’ için aynı sözcük, ‘hala’ ve ‘teyze’ için de tek sözcük kullanılır. Bizde öyle mi? İşte bunu o ulusun yapısı, yaşam anlayışı belirliyor. O zaman tüm diller yaşamalı, yaşatılmalı. Çünkü hepsi ayrı bir zenginlik…” Can kitapevinde konuşulanlar bunlar oldu.
Hala öğrenciler geliyor, hala yeni grup açtınız mı, diye soruluyor.
Pazar günü de ayrı bir zenginlikle geçti. Sayın Erdal ATABEK’ in her söyleşisinden başka bir tat alırım. Oradan gülümseyerek ayrılırım. Anne-babalara verdiği seminerler de gerçekten çok doyurucu oluyor. Bu sefer ki konu, “ÇOCUK GELİŞİMDE KİRİTİK PERİYOTLAR” Çocuk neyi,ne zaman en iyi öğrenir?
Söze başlaması, çocuğun yerine “insanı” koymakla oldu. 0 - 6 yaş döneminin çok önemli olduğunu vurguladı sürekli ve UNİCEF in hazırladığı dergiden, bu dönemlere ilişkin yazılar okudu. Özellikle zekanın çok geliştiği bu dönemde anne babalara düşen görevlerden bahsetti. “Tabii bunun başı ilgi; ama doğru boyutta ve ondan öte sevgi, anlayış önemlidir.” Dedi. Vücudumuzda tüm hücrelerin değiştiğini, tek değişmeyen hücrelerin beyinde bulunduğunu bunun nedeninin de “bellek” olduğunu söyledi. “Çocuk doğduğundan itibaren uyarılarla gelişir. İlk zihinsel uyarı algıdır. (Koku, görme, tat, dokunma, duyma)” 5 duyudan bahsetti. Yeni C. Bilim Teknikte okudum, 21 duyudan bahsediyordu. Hatta bunun daha da çoğalmasından söz ediyordu. Ama baktım çoğu bu bildiğimiz başlıkların ayrıntıları. Sanki alt başlıkları gibi…
12. ayın bir devrim ayı olduğunu belirtti. Emekleme, yürüme ve konuşma gibi… Annem 9. ayda yürüdüğümü ve çok erken konuştuğumu söylemişti. Akademik, sosyal, duygusal zekanın gelişmesinde çocuklara sıcak yaklaşımın önemli rol oynadığı anlattı sayın hocamız. “0 - 6 yaş çocuğuna dogmaları öğretirseniz özgürlüğü öğrenemez bir daha.” Dedi. “Duygu denetimi 7. ayda başlıyor 4,5 yaşına kadar devam ediyor. 7 yaşına kadar sınırsız şımartırsanız bir daha yaptırım uygulamanız, önünü almanız zor olur.” Demesi oldukça vurgulayıcıydı. Dil gelişimi de 7. ayda başlayıp 4,5 yaşında tamamlanıyormuş.
0 - 3 yaş çocuklarının hakları ve 3 - 6 yaş çocuklarının haklarını okudu. Bu ilgimi çekti. Okul öncesini ayırdı. Anne babalara çok iş düşüyor. “Çocuğun keşif yapma hakkı var.” Biz de bu hak ne kadar kullanılıyor acaba? Özet olarak; “Çocuğa sorumluluk vermek.” Bunu çok önemsiyorum. “Zeka gelişimi, işbirliği, sosyal hayat içinde bulunma 6 yaşına kadar gelişir ve tamamlanır.” Kişilikli olma üzerinde çok durduğum için şu bilgiyi de paylaşmak istiyorum: “Birey kimliği 2 yaşından itibaren olur. Çocuk bu yaşta kendini başkalarından ayırmayı öğrenir. 2 - 6 yaş arası sorumluluk vermek ve karar vermeyi öğretmek gerekir. Bu yapılmazsa negatif bir ergenlik geçirir. Üretici - tüketici kimliği 3 yaşında başlar. Tabii burada büyüklerin kendi duygularını kontrol etmesi çok önemlidir.”
Bir ara çocuk kavgalarından açıldı söz ve beni bir anıma götürdü bu. Annem mahallede arabulucuydu. Çocuklar kavga ediyor diye anneleri de kavga ediyorlardı durmadan. Annem de, “sizin kavganız bitmeden onlar barışıyorlar. Çocuk için kavga edip, birbirinizi kırmayın” diyordu bıkıp usanmadan. Onlara son derece olgun bir tavırla, “aralarındaki dargınlık nedeninin çocuklar arası kavganın sebep olmaması gerektiğini” söylerdi hep. Çocukluğumdan kalan en önemli anımdır. Ben arkadaşlarımı anneme şikayet ettiğimi hiç anımsamıyorum. Sadece yoğurt üzerine şekerli ekmek isterdim. “Yine birinden gördün değil mi,” derdi ve hemen hazırlayıp verirdi.
Çocuğa ilginin dozu çok önemli, bir de kurallar…
Aslında gittiğim bu 3 toplantıdan da yazacak çok şey var. Başka yazılara saklasam iyi olacak. Anılar uzadıkça uzuyor çünkü. Şimdi Asuman hanımın yazılarını okumaya devam etmeliyim ve arada Tınaz beyin söyleşisine dönmeliyim. Tabii sürekli öğrenci geliyor. Başta Sanat yönetiminden olmak üzere. Sanırım daha önce seçenler memnun olduklarını söylediler. Bu çok belirleyici oluyor. Öğrenciler diğer seçmeli dersleri de saydılar. Onlara girmek istemediklerini de söylediler hemen… Yazacak ne çok şey var… Vicdanen de çok rahat değilim. Ders sayım arttığı halde. Okumam, kendimi de beslemem gerekir ki, öğrencilerimi doğru besleyeyim. Daha önce gelen öğrenci de, bunlar da kontenjan artırmamı istiyorlar. Ama o zaman dersin kalitesi düşüyor. Yoksa bu kadar talep olur muydu? Tabii kalite derken seçenlerin yetersizliğinden değil, tam tersi yeterli olmasından dolayı ders saatinin yetmemesinden kaynaklanıyor sıkıntım.
Pazar günü söyleşiden çıktıktan sonra Kadıköy’e yürüdüm. Hava güzeldi. Alışveriş yaptım. Kitapçıya gidip, gözünden ufak bir ameliyat geçiren çocuğa kitap aldım. Çok kalabalıktı. Ödeme yerinde kuyruk vardı. İlk defa kuyruğa sevindim. Bu kitaba verilen değerin göstergesidir. Çocuk kitapları bölümüne gittim. Ve hemen bir gün önce Can kitapevinden çıkıp bir şeyler yemeğe gittiğim arkadaşlarla yapılan konuşmayı anımsadım. Bir arkadaşımın dikkatini çeken, 0 - 6 yaş arası kitaplar sözüne nasıl takıldığını anlatmasıydı. “Bu aralık çok fazlaydı,” diyor. Nitekim bunu seminere gittiği yerde de söylemiş, semineri veren hoca hemen ödev vermiş. Hakikaten burada da öyle bir şeyle karşılaştım. Ve sevgili arkadaşım Gülay’a hak verdim. Bir çok kitap var ama yaş grupları yok. Bundan rahatsız oldum. Görevliyi buldum. Hediye alacağım çocuğun yaşı 2 idi. Sadece şunun üzerinde durdu bayan, yani “anne okuyacak.” Okul öncesi olması önemli o kadar. Halbuki biraz önce Erdal bey hocamız 0 - 3 yaşla, 3 - 6 yaş arası hakları ayrı ayrı okumuştu. O zaman burada da bir ayrıntı olmalıydı. Tam o sırada Aytül AKAL hanımın kitaplarını gördüm. “Ben bu yazarı tanıyorum,” dedim ve onun bir kitabını aldım. Aile İstanbul dışında oturuyor. Bu da biraz belirleyici oldu. O nedenle “ağaçlı” bir kitabı tercih ettim. Ama bu seçim çok uzun sürdü. Bir ara 6 yaşlarında bir kız çocuğu yanıma yaklaşarak elindeki kaplığı gösterdi. O bölüme girerken yuvarlak, uzun bir kabın içinde rulo şeklinde bir sürü kaplıklar görmüştüm. “Bir tanesini alsam,” dedim ve hemen vazgeçtim. Çünkü önünde “çocuklara hediyedir,” yazıyordu. Çocuk bana bir fikir verdi ve ondan yardım istedim. “Küçük bir kız çocuğuna uygun kaplık seçer misin, benim için lütfen.” Dedim. Ama “kız” sözcüğünü yineledim. Çünkü elindeki erkek çocuğa daha çok hitap edilecek bir çalışmaydı. Aferin çocuğa, gerçekten kıza daha uygun bir kaplık seçti. Rengi sevdiğim mavi olan ve kuşları bulunan. Diğerinde aslanlar vardı ve rengi sevmediğim kahverengi tonlarıydı. Çok çok teşekkür ederek çıktım oradan. Küçük Buse’ye kitabının yanında onu da hediye edeceğim. Bu gün amcası odama gelecek, ona vereceğim. Tabii kitaba, her çocuğa yazdığımı yazdım: “En genç arkadaşıma sevgilerimle…” Kasa da hediyedir dedim. Kaplamak için diğer kasaya gönderdiler. Rica ettiğimde ne kaplık ne de üzerine konan süsün rengi hoşuma gitti. Çünkü cıvıl cıvıl değildi. Ağırbaşlıydı ve büyüklere daha iyi giderdi o renk. Kahverenginin tonları…
SANTAS’ın öğrencileri kendileri için özel bir grup açmamı önerdiler, seneye…Görüşmek üzere
Sevgiler…
21 – 02 - 2005 / İSTANBUL
|