GRAFİK TASARIMIN AFİŞİ - YARATICILIĞIN SINAVI
Tasarımın afişinde merkez nerede olmalı?
Yıllardır merkezi öğretmen-eğitimci-akademisyen bellemiş genç beyinler, heyecanlı yürekler tatlı bir şaşkınlık içinde. Şaşkınlık belirli süre sonra beyni, ruhu hatta bedeni kullanmaya dönüşüyor fikir üretme adına… Eleştirmek daha kolay. Söyledikleri gibi hele gösterilen saydamdaki çalışma beğenilmemişse, kötü, çirkin, yetersiz bulunmuşsa… Ya beğenildiğinde? O zaman zorlanıyorlar. Ama yine kurtuluş yok. Wöfflin’in, “Sanat Tarihinin Temel Kavramları” kitabı giriyor o zaman araya. Klasik sanatla, Barok sanatı karşılaştıran ve bu karşılaşmayı beğeni farklılığı olarak sunan yazar –araştırmacı yetişiyor imdada. Üstünlük, diğerini yok etme değil, farklı olduğunun bilinciyle birlikte yaşamak ve zenginleşen bir ortam oluşturmak. O konuda farklı olarak nasıl düşünür yeni bir problem üretir ve çözmeye kalkarsınız? Bunda zorlanma daha fazla. Çünkü iyi-güzel bilinen olduğu gibi kabullenilip, onun altında yaşanmış yıllarca. Yeni bir görüş üretmek zorluyor doğal olarak. Ama belirli bir süre sonra Osborn’un beyin fırtınasını şekilde fikirler uçuşuyor havada…Böylece herkes birbirinin deneyiminden, fikirlerinden zenginleşiyor. Olayın organizatörlüğünü daha sonra öğrenciye bırakan ben de, anılar ve araştırmaya açık çiçeklenmenin tohumları olan minik bilgilerle katılıyorum olaya ki çoğu zaman dersin başında anlatmak olmuyor. Uygulama esnasında gereksinme duyulup soru sorulduğunda yanıt buluyor. O zaman kalıcı oluyor. Büyük bilgileri onlar araştırmalılar, hazırı yutmak yerine diyerek. Çünkü tohumları çiçeğe döndürmek onların elinde olmalı.
Grafik Tasarım ve Grafik Atölye derslerinde uygulamam farklı. Merkezin yerini değiştirdim öncelikle.
“Eleştirir misiniz?” Yerine, ”Siz olsaydınız ne yapardınız? Sorusu aldı. Çünkü eleştirilip bitirmek yerine önermek, fikir üretmek için öğrenciye yöneltilen soruları da değiştirdim.
Derste Osborn’un tekniğine benzer - koşut bir tarzda beyin fırtınası gibi çalışma yaptırıyorum birinci bölümde. Saydamlar gösteriyorum. Asla “eleştirir misiniz?” Sözcüğünü kullanmıyorum. Eleştiriyi çok seven bir ulus olduğumuz halde. “Siz olsaydınız ne yapardınız?” Sorusunu yöneltiyorum. Böylece eleştirip bırakmak yerine eleştirel bakıp, önermelerini, fikir üretmelerini sağlıyorum. Burada beğeni farklılıklarını içeren, vurgulayan Wöfflin’in Sanat Tarihinin Temel Kavramları kitabından örnek veriyorum. Gösterdiğim saydamlar ki her ders gösteriyorum, konu başlıkları dışında Temel tasarım konularını da içeriyor. Yani salt ders konusu başlıklarıyla sınırlı değil saydamlar. Bu anlamda farklılıklarla, çok yönlülükle zenginleşiyor dersim
Yaşam derse nasıl girer, ya da ders yaşama nasıl taşınır? Böylece kendinden bir parça haline nasıl gelir dersin yaşamı?
Öğretmen okulundayken “Yöntem-Metot” diye bir dersimiz vardı. Öğretmeniz, “derse girdiğinizde hiçbir zaman konumuz şu çocuklar” demeyiniz. Etrafı gözleyip, örneğin pencere açıksa oradan bir anlatıyla konu arasında ilişki kurarak derse geliniz” derdi.
Buraya gelirken neler gördünüz? Bu haftanız nasıl geçti? Sorularıyla bir sohbet ortamı hazırlıyorum.
* “Bu hafta ev aramakla geçti.”
O zaman bu konuda nasıl bir afiş görmek isterdiniz karşınızda? Tam da yaşanan bir olay üzerine binen dersin konusu… Tabii diğer öğrencilerin de katılımıyla…
* ”Trafik kazasına şahit oldum bu hafta sonu…” “O halde bu konuyu nasıl bir afişle anlatırdık ki böyle kazalar olmasın…”
* “Çocuk satıcılar gördük. Acıdık bir şeyler almaya kalktık. Birden etrafımızda bir sürü çocuk toplandı. O kadar çabuk oldu ki bu kadar çocuğun nereden geldiğine şaşırdık. Daha sonra fark ettik ki arkadaşımızın cep telefonu çalınmış.” “Peki bu konuyu afişe nasıl taşırdık…” Herkes fikrini söyler…
* Bu hafta sonu sinemaya gittim.”
“Afişi nasıldı? Sen olsan böyle bir filme nasıl afiş yapardın? Neler bulunsun isterdin o afişte?”
Burada fikirler söylenirken aslında eleştiri de yapılıyor. Yeni bir fikir, var olanı eleştirmektir bir bakıma. Ama bu yıkıcı, aşağılayıcı olmuyor, üretici oluyor. Böylece bir kişilikle toplumda var oluyorsunuz.
Sınavın Yaratıcılığı – Yaratıcılığın sınavı
Sınavın konusu – sorusu “Yaratıcılık”. Süre üç hafta... Tabii ders dışı. Ama asla yaratıcılığı bilimsel, ansiklopedik, akademik anlatmayacaklar. Kendi yaratıcılıklarını anlatacaklar. İç yolculuklarına çıkacaklar. Bu sorgulama olabiliyor, tabii kendilerini. Yazdıkları bir öykü, bir şiir, bir deneme de olabiliyor. Projeleri, ütopyaları, hayalleri, düşlerini istiyorum, yazmaya çalışacakları denemelerinde. Bu benim vize konum. İstedikleri yerde, zamanda ve uzunlukta yazıp getirebiliyorlar.
“Belki Bir Gün” başlığında yazılanlar tiyatro çalışmalarının ne kadar güzel olduğunu lise son sınıfta üniversiteye hazırlık nedeniyle kesildiğini anlatıyor. İki not düşmüşüm kağıda. “Bunların sendeki yaratıcı süreci!” Çünkü çoğu tanımlama arkasına sığındı tüm uyarılarıma karşın. Ama bunun da nedeni, İlk defa böyle bir şeyle karşılaştıkları için belki de. Diğer notum: Hiçbir zaman geç kalındı sayılamaz. Yeter ki yaratıcı edimini öldürme, belki yön, yöntem değiştir, başka alana bak, ama sıfırlama lütfen…
"Ben hayaller kurarken gürültüleriniz ürkütüyor hayallerimdeki kelebekleri. Ne olur kelebeklerimi ürkütmeyiniz”
Bize kalan sadece hayalleri ürkütmemektir
Bir kayık alır kendini
Salar denizin ortasına
15 saniyelik
kısacık bir resim yapıp
çeker gider
………
KAPTAN
Yalnızlardayım.
Yolcusu olmayan gemimim,
Her sabah alacasında,
Bıkmadan yinelendiği,
Hüzün çıkarmaları var
Yalnız sahillerime
………………………
hecelerin seni incitmesinden
korkuyorum
………………
Son çareyi sıcak bir kucakta arayıp, bulmaktan korkuyorum
…………….
Diğer vize, uygulama… Verilen konunun üç saatte bitmesi gerekiyor. Neden mi? Zamanı nasıl kullandığına, ne kadar değerlendirebildiğine bakmak. Kısacası zamanda eğitim öncelikle. Üçüncü sınavda ise yapılan eskizlerin orijinalini iki gün sonraya istiyorum. Bu da onların sorumluluk duygularının önceliğiyle ilintili.
Temel Tasarım dersinde de geleneksel müfredatın dışına çıkarak, çizimin dışında yaptırdığım bir araştırmayı yazılı istiyordum. Bir konu seçmelerini öneriyorum. Örneğin bir sanatçı seçip söyleşi yapmak. Ama tabii salt bununla sınırlı değil. Sanatçıyı her boyutta irdelemek ve hatta kendi görüşüyle sonlamak yazıyı. Bu afiş konusu da olabilir, bir başka konuda. Nokta konusunu ya da örneğin doku konusunu salt "sanat" boyutunda değil, yaşamın tümü çerçevesinde araştırmak, sorgulamak durumunda öğrenci.Yani sanat, bilim ve yaşam bazında ele almak durumunda. Önemli olan araştırma yapması ve o konuda fikir üretip eleştirel bir tavır koyabilmesidir. Çünkü sunuş adeta küçük bir tez niteliğinde oluyor. En azından sunuş sistematiği açısından. Derslerimde salt resim, çizim yaptırmıyorum. Kültürün de, araştırmanın da yoğunlukla yaşanması gereken bir ders olarak sunuyorum önlerine. Aslında birlikte yapılan bir organizasyon desek daha doğru olur. Temel Sanat Eğitimi ile ilgili çok saydamım var. Öğrenci, sanatçı resimleri, fotoğrafları, yontuları vs…Çünkü görsel malzeme ile zenginlemek gerekiyor dersi. Üstelik üzerine basa basa bunların örnek olmadığını, fikir üretmek için bir konu, bir çıkış olduklarını vurguluyorum. Tüm bunlar farklı bir ders organizasyonu adına yapılıyor.
Örneğin, “Nokta” konusundan başlayalım. Noktadan neler yapılabilir. Film yapılabilir Norman Mc Laren’in yaptığı gibi...Başka....Benim Temel Tasarım dersimde yaptığım gibi...
Nokta ile ilgili bilgi öğrencilere yazılı olarak verildi ama daha genişini kendileri araştırma koşuluyla. Önce tüm programlar yani 7 program da ortak teknikle, siyah-beyaz tekniğiyle noktasal bir düzenleme yapacaklardı. Daha sonrası önemli. Çünkü kişilikleri değerliydi, yaratıcılıkları, aktarımları-transferleri önemliydi. Müziğini, Müzik Toplulukları Programının yapacakları, Modern Dans Programındaki arkadaşlardan-öğrencilerimden “nokta” konusunda bir dans gösterisi hazırlamalarını istedim. Hem düşünüyordum kendilerini nokta kabul edebilirler, örneğin patlama noktasında, suya atılan bir taşın sonucu sıçrayan tanecikler olabilirler diye, hem de ne yapacaklarını merak ediyordum. İnanılmaz bir şey oldu. Beni gördüklerinde, “biz birer noktayız” dediler. Hakikaten harika bir gösteri hazırlamışlar. Temel tasarımda edindiklerini kendi alanlarına, bedenlerine çok güzel aktarmışlar, noktaya can vermişlerdi. Benim için eğitim, yöntem tabii ki doğru yöntemler ve öğrencinin kişiliğinden hareketle yaratıcılık sürecine dayalı olan bir olgudur. Bu nedenle seçilen malzeme, alan çok önemlidir. O, bir kişilik göstergesidir. Fotoğraf programındaki öğrenciler, nokta konusunu fotogramla yapacaklar, yani fotografi malzemesini kullanarak bir düzenleme gerçekleştirecekler. Bileşik Sanatlar Programındakiler, resim malzemelerini ve serbest malzeme kullanarak, İletişim Tasarımı öğrencileri de bilgisayarı kullanarak bir çalışma gerçekleştireceklerdi. Sanat yönetimi ise “nokta” konusunu tanımlamadan anlatmalıydılar. Daha önceleri başka öğrencilerime aynı şeyi “renk” ve “yaratıcılık” konu başlığı vererek yazdırmıştım. Yani yaratıcılığı bilimsel, ansiklopedisel tanımlamadan anlatacaklardı. Kendilerini, yaratıcı süreçlerini, ütopyalarını, projelerini, anılarını düşlerini... Böylece bir derste, bir alanda edinilenler, öğrenilenler başka alanlara transfer edilmiş oldu. Bu salt eğitim bazında okulda değil, yaşam düzeyinde de geçerliydi. Ayrıca daha da mı farklı bakmak gerek. Parçadan bütüne gidilirken bütünden parçaya bakarak...
Diyelim ki bir kentin afişi yapılacak. O kentle ilgili tüm ansiklopedik bilgiye sahip olması gerekiyor öğrencinin. Böylece bilgi, işlevsellik ve estetik duyarlılık kaynaştırılıyor. Orijinalinde malzeme sınırlamalarını kaldırmak…Bu da bireysel farklılıklar adına yapılıyor. Tabii bu sıralar revaçta olan bilgisayar tasarımı başı çekiyor.
Bilim ve sanat… Bilimsel bilgi ve duyarlılığın kaynaştırılması. Nasıl bireysel farklılıklarda, beğeni çeşitliliğinde örneğim Wöfflin oluyorsa bunda da örneğim puantilistler oluyor. Derslerin en azından bir kısmı Osborn’un önerdiği tekniğe benzer-koşut bir tarzda beyin fırtınası gibi bir çalışma ve diğer yarısı uygulama.
Yaratıcılık salt sanatla, sanat eğitimiyle sınırlanmış bir olgu değildir. Önemli olan bunun karşılıklı olarak gerçekleştirilmesidir. Yani dersin bir konferansa dönüşmesi değil, farklı uygulamalarla “yaratıcılık” yöntemleriyle bir yaşam anının gerçekleştirilmesidir. Dolayısıyla bu salt eğitimcinin-akademisyenin deneyim, bilgi ve fikirlerinin aktarımı şeklinde olmamalı. Öğrenciler de deneyim ve bilgilerini aktararak birbirlerini zenginleştirmeliler. Saydamlardan çıkışla öğrencilerin fikirlerini ortaya çıkaran bir ortamın hazırlanması gerekir. Bu durumda akademisyenin böyle bir organizasyonu yönetmektir en fazla yeri. Her ne kadar gen ve gelenek nedeniyle öğrenci, öğretim elamanını dinlemeye geliyorlarsa da gençlik yeniliğe açıktır. Yeter ki öncelikle akademisyen bunu kendinde gerçekleştirsin. Böylece öğrencinin daha önce kendisine verilen geleneksel beklentiye yanıt vermek yerine onların konuşması, fikir üretmesi sağlanmalıdır. Yani öğretmen-akademisyen bilgi aktarıcısı değildir. Öğrencinin araştırmasını sağlayacak, fikrini söyletecek, bilgisini ortaya çıkartacak ortamı hazırlayan, olanak tanıyan bir organizatördür, bir bireydir ve burada herkes eşit olarak olayın içindedir.
Sonuç olarak; Grafik Tasarım, Grafik Atölye dersimde ve Temel Tasarım derslerimde de Türkiye’deki geleneksel yöntemle değil farklı yöntemle ders yapıyorum. Önce merkezin yerini değiştirdim. Öğrenciyi merkez yaptım. Dersi onlar işliyorlar. Bu nedenle de derse devam etmek durumundalar. Ben fikir vermiyorum. Onlar fikir üretiyorlar. Önce zorlanıyorlar ama sonra açılıyorlar. Çünkü yıllardır içlerine gömülü tutulan potansiyelleri her şeye karşın yok edilememiş. Sınıf 15 - 20 kişi olduğundan herkes söz almak durumunda. Hatta dönemin sonuna doğru organizasyondaki yönetimi öğrenciye devrediyorum. O kadar güzel soru üretiyorlar ki, zaman zaman şaşırıyorum. Saydamların izlendiği ve tartışma yapılan ilk bölüm bittiğinde verilen aradan - teneffüsten sonraki bölümde çizim var. Onlara bu konuda da müdahale etmiyor, gerektiğinde yönlendiriyorum. Gereksinme duydukları an sordukları teknikle ilgili sorularına yanıt veriyorum. Yani konu ve tekniği klasik anlamda olduğu gibi dersin başında anlatmıyorum. Yalnız araştırmaya teşvik ediyorum. Eskizlerin eleştirilmesini yine sınıfa bırakıyorum. Böylece herkes birbirinin deneyimlerinden, fikirlerinden yararlanıyor ve zenginleşiyor. Fikirler dallanıyor, budaklanıyor, çiçek açıyor. Burada tek sıkıntı ki o zaman araya giriyorum, kompozisyonu, “doldurmak” sanıyorlar. Beğendikleri ne varsa koyuyorlar. Seçmek, elemek, sadelik yok. Bunun üzerinde çok düşündüm ve şuna vardım. “Eğitim sistemimiz genç beyinleri çok dolduruyor. Bu nedenle öğrenci seçmeyi değil, doldurmayı öğrenmiş.” Halbuki hepsine tek tek eğildiğinizde görüyorsunuz ki zeki ve yetenekliler. Tabii bu uygulama zevkli, neşeli geçiyor. Çünkü esprilerle ve özellikle öğrencilerin öğrendiğim özellikleriyle süslenerek ders ilgi çekici hale getiriliyor. Zaten onlara artık, “bir dahaki derse bir kalem, bir silgi bir de espri getireceksiniz” der oldum. Her yerde yapmak istediğim bu. Seminerlerimde de anlatmıyorum, yaşatıyorum. Yaşamla ilişkilendirerek yaratıcılığın kendine yabanıl düşmesine engel oluyorum. Yoksa katılımsız bir konferans türünü benleyeceğimi sanmıyorum. Bu nedenle de sistemin bana dayattığını değil, riski göze alarak farklı bir tarzla ders işliyorum. Ve derslerime de talep çok. Burada belki şansım, deneyimliliğimin de verdiği bir tavırla en verimli, en rahat çağımı yaşıyor olmam ve bunu öğrenciye aksettirmem. Araştırmayı sevmem ve en önemlisi öğrencilerimi sevmem ve kişiliklerine saygı duymamdır.
04-10-2004 / İSTANBUL
Tülay ÇELLEK
Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi
|