“Öldürme Üzerine Kısa Bir Film”
Sanırım böyleydi, bir kaç yıl önce sinema günlerinde gittiğim filmin adı. Bir taksi şoförü, binmek için kendisini durduran ama durmadan da kavga eden karı kocayı gözü tutmadığı için arabasına almaktan vazgeçip gaza bastı. Daha sonra taksiyi aşırı sarhoş biri durdurmaya kalktı. Onu da arabasına almaktan vazgeçti. Daha ilerde bir kez daha durduruldu. Bu sefer yüzü gözü düzgün, temiz giyimli bir gençti arabasına binmek isteyen. Sanırım bundan zarar gelmez, canını da sıkmaz diye düşünerek taksisine aldı. Söylediği adrese gittiler. Burası bir tarlaydı. Genç, şoförü arabadan indirdi ve öldürdü. Bir söz vardır bizde; çekirge bir sıçrar, iki sıçrar üçüncüsünde yakalanır diye…
Ulaşacağımız yere çok az kalmıştı. Şoförün arkasında oturuyordum. Yanımdaki ve arkamdaki arkadaşla sanat üzerine konuşuyorduk. Konu soyut ve somuta gelmişti ki şoförün “gelme, gelme” diye bağırmasıyla dikkatim, konuşan arkadaşımdan ve konudan ayrılıp yola yöneldi. Bir taksi, otobüsün önüne doğru sakin sakin geliyordu. Sanki özel arabasını kullanan yaşlı bey, bizi ne görüyor ne de duyuyordu. Otobüsün yavaşlaması da sorunu çözemedi. Bir çarpışma sesi, çığlıklar ve şoförün arkasındaki demir şeye yüzümün çok şiddetli bir şekilde çarpması, yanımdaki arkadaşın yere yuvarlanması… Bunların hepsi çok kısa sürede oldu. Taksinin önü feci çarpılmıştı. Düşen arkadaş kalkıp yanıma oturdu tekrar. Ona inelim dedim. Çünkü “patlayabilir” diye bir ses duymuştum. Arkadaşıma aynı şeyi tekrarladım. Ve inip yolun karşısına geçtik. Etkilendiğim ve unutamadığım manzara: Taksiyi kullanan bey, ezilmiş hurdanın içinde boynunu eğmiş, sanki ölümü hiç isyan etmeye fırsat kalmadan kabul etmişti. Arkada bağıran kanlar içindeki genç kız ise tam tersi ölümü asla kabul edemeyeceğini gösterircesine “ambulans getirin” diye bağırıyordu durmadan var gücüyle. Hemen önümde biri, sağa sola giderek telefonla cankurtaran ile ilgili bir şeyler söylüyordu karşısındakine. En kötülerinden biri de otobüsün şoförüydü. “Adam öldü” diye vicdan azabıyla bağırıyordu durmadan. Cankurtaran geldi. Bağıran hanımı alıp götürdü. Yerde kanlar içinde bir hanım daha yatıyordu. Onu almadılar.
Daha sonra gelen otobüse bindik. Garaj olarak kullanılan yerde indiğimizde arkadaşımız hastaneye götürülmemizi söyledi. Benim az da olsa ağzım-dudağım kanıyordu. Ama düşünememiştim doğrusu. Hastaneye gittik. Hani denir: Ne doktorlu yapsın, ne de doktorsuz. O haldeydik. Filmler çekildi. Diş doktoru, daha önce yayalar için yanan yeşil ışıkta karşıdan karşıya geçerken geçirdiğim trafik kazası nedeniyle kırılan dişimin üzerine çarpmakla daha büyük bir olumsuzluktan kurtulmuşsun, dedi. “Çenene çarpsaydın durumun feci olurdu.” Ortopedi doktoru ise dizim için bir dizlik verdi. “Bu arada tetanos iğnesi olun ama denize girmek yok, mikrop kaparsınız ve kendinizi de yormayın. Birkaç gün dayak yemiş gibi olacaksınız” dedi. Yine acildeki doktor ağzım için dezenfekte amaçlı bir ilaç yazdı. Dudağım ve yanağım şişmişti ve rengi değişmişti hemen.
Sürekli bir şeyleri değiştiriyoruz. Değişim iyidir ama sık olanı, fazlası da zarar verebiliyor, yarar yerine. Eskiden sağlık karnemiz küçüktü. Onu her zaman yanımda taşıyabiliyordum bu yüzden. Cüzdanımdaydı. İçinde çalıştığım yer, kan grubum ve doktorların ilaçları yazdıkları sayfaları vardı. Küçüklüğü, pratikliği beraberinde getiriyordu. Bu nedenle yanımdan hiç ayırmıyordum. Ama sonra değiştirildi. Kocaman yapıldı. Hafta sonları normal çanta yerine bellik taşıyorum. Küçük olduğu içinde o kocaman sağlık karnesini taşımam mümkün değil. Kaldı ki diğer çantama da koymuyorum. Ağırlık ediyor doğrusu. Sanırım bir çok kişi de böyle yapıyor. Kaza geçirdiğimiz gün lazım oldu. Bunun bir pratiği düşünülmeli gerçekten. Yine sürekli çantamızda taşıyabileceğimiz nitelikte bir sağlık karnemiz olmalı. Tıpkı nüfus cüzdanımızın da defterken, bir tane ve sağlam yaprak haline dönüştürüldüğü gibi. Bu yazıyı yazma nedenlerimden biri bu.
İki yıldır anne ve babamı arka arkaya kaybetmem nedeniyle memleketime gidemiyordum. Evimizi onlarsız görmek çok acı vereceği için. Yıllık iznimin üç haftasını evde ve her gün yine fakülteye giderek geçirdim. Tek fark sabah erkenden değil de öğlende gidiyordum. Çok sıkılmıştım. Üstelik iki yıldır, yıllık iznimde oturduğum apartmanda tamirat var. Tak tuk sesleri de oldukça rahatsız edici. Bir değişikliğe gereksinmem vardı. Son hafta İzmir’deki sınıf arkadaşıma gitmeye karar vermiştim. Geçen sene olduğu gibi. Acımı bildiği için davet etmişti sağolsun. Birlikte adalara gidelim dedik. Hatta mavi gezinin dışında Yunan adalarını da düşündük. Biletimi ayırttım. Hazırlığımı yaptım. Ama arkadaşımın babasını hastaneye kaldırmışlar. Bu nedenle gidemedim. Fotoğrafla ilgili bir haberi vermek üzere bir arkadaşımı aradım. O da tatile gidiyormuş iki günlüğüne. “Sen de gelir misin?” Dedi. “Olur.” Dedim. Ama akşam başka bir arkadaşıma telefon açarak, “çok sıkıldım, bu nedenle bir arkadaşın gezi önerisini kabul ettim. Fakat içimden çok da gitmek gelmiyor. Sende öğretmensin ve tatildesin. Gel seninle ortak bir program yapalım. Buna çok gereksinmem var.” Dedim. Arkadaşın daha önceden bir programı varmış. Önerimi kabul edemedi. Ve ben istemeye istemeye çıktığım gezide trafik kazası geçirerek aynı günün akşamı, hastane ve ifade için götürüldüğümüz jandarmadan sonra evime geri döndüm. İki gündür, “çok şükürcü bir ulusuz” diye eleştirirken ben de şükreder oldum, “ölmedim ve ötesi sakat kalmadım” diye. Ama çok üzülerek. Çünkü 5 ölü vardı kazada. Daha dostumuz değerli karikatürist Necati ABACI’ nın ölümünü unutamamıştım. Üzerine olan tren kazası şokundaydım. O yetmiyormuş gibi, Gırgırı, Avanak Avni’ yi ve çizeri Oğuz ARAL hocayı çok seven biri olarak bir acı daha yaşamayı, zorlanarak kabullenmeye çalışıyorum. Doğanın kanunu da olsa gerçekten çok ızdırap çekiyorum. Ama farklı ölümler tartışılmalı, yazılmalı.
Lütfen kalplere ve sıcağa dikkat…
Yüreklerdeki sevgi sıcaklığının bitmemesi dileğiyle, paylaşmanın güzelliğiyle…
30-07-2004 / İSTANBUL
( Güzel Evim )
|