Branşımın Grafik Tasarım olması nedeniyle tabelalardaki harf aralıklarının doğruluğunu ya da yanlışlığını eleştireyim derken yazıların yarı İngilizce yarı Türkçe olan cümlelerden oluştuğunu fark ettim. Hatta sözcükler de yarı yarıya Türkçe ve İngilizce haline getirilmiş ya da salt İngilizce tercih edilmişti. Tam da küreselleşme konusunun yoğunlaştığı bu günlerde gidişin, bu tabelalardaki değişimden farkı olmayacak mı diye endişe duymaya başladım. Evet gidişat, teknolojinin ilerlemesi, kapitalizmin yüz değiştirmesi ve sınırları zorlaması, pazarlayan ve de pazarlanan toplumlar sürecinin yaşanması, bilgi birikimi olması vb. nedenlerle yapıyı bir yere kanalize edecekti. Nitekim bu süreç salt ekonomi alanında olmayıp sanatı, kültürü, eğitimi de etkileme kıskacına almıştır. Hangi boyutta ve hangi alanda olursa olsun dayanan yer kimliktir. Beni de öncelikle ilgilendiren, Sanat Eğitimcisiyim ama ondan da önce insan olmam nedeniyle gelinen yerin kimlik sorunsalı olmasıdır. Yineliyorum yaşanan sürecin bizde bıraktığı yada bırakacağı en önemli vurgunun kimlik sorunsalı olacağı kesindir. Ayrıca bu pazarlama sürecinde hükümetlerin kimliği de bir sorunsal olarak karşımıza çıkacaktır. Her şey biçimle başlıyor. Öze doğru yol alıyor. Giysilerde etiket olayı buna en güzel örneklerden. Tüketime alıştırmanın bir yöntemi, üstelikte ayrıcalıklı olmanızı sağlıyormuş gibi gösteren bir yöntem. Devleti küçültmenin de altında bu pazar politikası yatıyor. Bu da ekonomik kuvveti olmayan devletin ilerleme adına gerçekleştirmesi gereken yaptırımları başkalarının inisiyatifine bırakması demek oluyor. Ayrıca sınırları kaldırmak, paylaşımdan eşit hak kazanmak adına kurulan hayaller, ütopyalar da yerini tek sese, tek İngilizce’ye, tek Holliwood filmlerine ve adeta ulussuzlaşmaya bırakıyor. Biz zenginleşmek adına dünyadaki tüm kültürlerden yararlanmalıyız. Tek boyuta getirilip eritilme sürecine sokulmamalıyız. Kendi yaşantımıza yabancı olmayan kendi filmlerimizi de izleyebilmeliyiz. Çağın getirileri çok televizyon, internet gibi ...Peki ya götürüleri, dünyanın öbür ucuyla internet vasıtasıyla iletişim kurabiliyorsunuz ama yanı başınızdakini unutuyor, yabancılaşıyorsunuz. Televizyon gerçeği de buna paralel. Evdekiler ve çevredekilerle iletişim koparken bu iletişim çağında, bize izlettirilenlerin içeriği çok ciddi bir şekilde tartışılır. Hızlı yaşam isteği, değişimin gerçeğinde alabildiğine hız kazanıp düşünmeyen, tasarlamayan topluma çevriliveriyor. Bu bağlamda küreselleşmenin ekonomik ve siyasi boyutu önemli ama en önemlisi de kültür boyutu oluveriyor. Çünkü sonunda yok olmak var. Özellikle de dil sorunsalı boyutu çocuklara kadar indirildiğinde. Sayın Y. Çotuksöken İngilizce eğitimin üniversite yüzdesindeki yerinin çok küçük olduğunu söylüyor. Vücudumuzun ortak yapısı %98 bizi birbirimizden ayıran yapı ise sadece %2 . Dünyadaki varsılların sayısı çok az ama yoksullar çoğunlukta. Üniversitedeki bu azınlıkta kalan bölüm, yönetici ve üst kadro yetiştiriyorsa ki amaç budur, o halde bu işin biçimine değil özüne bakmak gerekir. Ne yazık ki belirleyici olan azınlık oluyor . Her şey birbiriyle de ilintili. Çünkü ekonominin küreselleşmesi siyasanın ve kültüründe küreselleşmesini beraberinde getiriyor.
İktidar ve hükmetmek, para, siyaset, din, kültür çerçevesinde gerçekleştirilmek istenir. Bu istem de, hükmedenin ya da hükmetmek isteyenlerin görüşlerini ve ürettiklerini başkalarına bir şekilde dayatmaktır. Yumuşak yada sert, dolaylı ya da dolaysız ama sonuçta giydirmektir. Bu da çeşitliliği yok edip hükmedenin merkeziyetçiliği içine sokuyor diğerlerini. İşte sorun, bu savaşta “ben”in ne kadar büyük olmasında. Bunun getirdiği boyut ta yerellikteki zenginliğin, çeşitliliğin yok edilip merkeziyetçi, tek benci bir yere dayanmasıdır. Tekellerin, çokuluslu şirketlerin, kartellerin altında yatan gerçek budur işte. Onlar yeter ki yeni tüketim alanlarına açılsınlar diye kendi kimliğimizden, dilimizden, geçmişimizden taviz vermek durumunda olmamalıyız. Yani sponsorun isteğine göre üretmemeliyiz. Küreselleşme, eşit dağılıma yönelmeli, yöneltilmelidir.
Su, hava, toprak insanların ortak malıdır. Ama bu, parası olanların mülkiyetine dönüştü. Halbuki para hak sağlamak yerine görev yükleyebilseydi bu denli eşitsizlik olmazdı herhalde. Fabrika atıklarını nehre dökenlerle, sözüm ona gelişmiş ülkelerin zehirli sanayi atıklarını gelişmekte olan ülkelere yüklemeye kalkanlara hiçbir şey yapılmıyor, parası var kuvveti de var örneği. Hani kanunlar kötüyü cezalandırmak için yapılmıştı. Onlar önce insanları iliklerine kadar kullanıp , o insanlardan aldıklarını bağış olarak geri lütfetmeleriyle psikolojik olarak ne kadar rahatlayabiliyorlar acaba? Bir de bu boyutta küreselleşmeye baktığınızda kitleye karşı özelleşmenin hegemonyasında yaşamak kalıyor geriye. Bu da hükümetler üstü şirketlerde birleşiyor. O zaman Sayın Server Tanilli’nin dediği gibi bu şirketlere ekolojik, sosyal, kültürel şartları kabule zorlamak gerekiyor.
KAYNAKLAR
*TANİLLİ S. İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor – 2000 – Adam Yay.
*MARTİN.H.P. , SCHUMANN H. Globalleşme Tuzağı Demokrasiye ve Refaha Saldırı –1997 – Ümit Yay.
|