Ankara yolunda yemek yemek için mola verdiğimizde masama oturan Davutpaşa yerleşkesinde olduğu için sık sık görüşemediğimiz bir arkadaş, “İçimdeki Pencere Annem” yazısını internette okuduğunu ve çok duygulandığını söyledi. “Keşke benim çocuklarım da sizin gibi, yazdıklarınızdaki gibi düşünseler benim için. Gerçekten yüreğimi titrettiniz” dedi. Aynı şekilde Ankara’da Anıtkabir yolunda buluştuğumuz Tıp doktoru arkadaşımda “aldığım en güzel anneler günü hediyesiydi, o kadar duygulandım ki göz yaşlarımı tutamayıp ağladım .” Dedi, aynı yazı için.
Beni o yolda yürüten böyle değerli bir anne, baba ve böyle bir Atatürk’tü. Onların çocukları, onların gençleri, onların aydınlarıydık. Onların verdiği insanlığı taşıyorduk bünyemizde. Bu nedenle binlerce akademisyen buluşmuştu aynı yol üzerinde. Birbirimizle tanışmıyorduk ama herkes birbirine tanıdık, samimi gözlerle bakıyordu, amaçlarımız aynı olduğundan. Sessizce kurulmuştu yürek dostluğumuz umuda yolculuğa çıkan herkesle…
Gençlik ne güzel… Ne kadar enerjik… Varlığı ne çok neşe dolu… Bundan önceki Anıtkabir ziyaretimizde başlığına “Ankara Coşkusu” koyarak yazı yazmama neden olan yolculuktaki otobüste öğrencilerimiz de vardı. O nedenle yolculuğumuz çok canlı, eğlenceli geçmişti. Bu yolculuk 50 yaş civarı olanlarla gerçekleştiği için daha suskun oldu. Dönüş yolunda söylenen şarkılar o yaş ortalamasının şarkılarıydı…Hatta söylenen bir iki marş da bile o yaşın tonu hakimdi.
Anıtkabir merdivenlerinde birkaç kez dönüp arkama baktım ve önümde uzanan rengarenk insan seline…Yolda yoğun fırtınalara yakalandık. Yağmur bardaktan boşanıyordu adeta. Zaman zaman sel götürdü ortalığı. Ama yolun sarı çiçeklerle bezendiği yerleri de gördük, yüreğimiz heyecanla kabararak. Böyle fırtınalı bir yolculuk Anıtkabir’de güneşli bir havaya bıraktı kendini. Rengarenk cüppelerin içinden göğe çıkan sessiz çığlıklarımız güneşle buluştu. Ve bu manzara asık, morali bozuk yüzlere bir gülümseme yerleştirdi. İçimizden, “yalnız değiliz,” diye düşündük…
Görmek-görmemek, duymak-duymamak ve bir koltuğa yerleşmek. Bunlar salt kendi dünyanızdan bakarak çeşitliliği yok etmek olmamalı. Eğer olursa, yolların çiçeklere dönüşmesi, her akademisyenin oluşturduğu bir hayat damlası, bir odak noktası bir araya geldiğinde çağlayan gibi akan bir nehir olabiliyor. Ve bizlerin oluşturduğu bu koca okyanusu görmemek mümkün mü? İşte bunu görmezseniz, görmemek için inat ederseniz, sebep olduğunuz o denizde boğulursunuz.
O sabah “nereye?” diye soranlara, “Bir Ankara’ya yürüyüp geleyim” dedim. Ankara’yı yan komşum olarak hissetmeye başladım çünkü. Daha önce de birkaç kez gitmiştim. O zaman sanki daha ıraktı. İki kez Anıtkabir’e giderken de aynı duyguyu yaşadım. Ankara çok yakın, yanı başımızda ve yormuyor. Demek ki hangi amaçla gittiğimiz çok önemli. Bu, sizi tüy gibi hafifletiyor. Ve kuş gibi uçurtuyor kanatlanmışçasına ya da kaplumbağa yapıyor. Kuş olmuşsak o zaman moralimiz hep iyi olacaktır. Buluşma noktamızın renginde yaşamın pırıltıları var çünkü.
“Savaşa hayır” dedim, birileri evet derken, birileri bu olaydan çıkar hesapları yaparken. Hala hayır diyorum, diyeceğimde. Son gelişmeler, bir kere daha ne kadar haklı olduğumu, olduğumuzu gösteriyor. Nitekim 16 Mayıs Pazar günü Taksim AKM de gittiğim, “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Türkiye” konulu uluslararası sempozyumda da hukukçular savaşın haksızlığını vurguladılar. Aynı şekilde, aynı inançla Atatürk’ün önderliğinde kurulan laik Cumhuriyetimizin savunucusuyum, savunucusuyuz. Böyle bir şeyin de ılımlısı ya da ılımsızı olamaz. Tıpkı, “beş lira çalan hırsız değil, elli lira çalan hırsızdır,” denilemeyeceği gibi.
Bir Ankara’ya yürüyüp döneyim, dedim. Hiçbir şey aksamadı yaşantımda, yaşantımızda. Üstelik katılan çok şey oldu. Tıpkı tüm insanlarda olduğu gibi. Kendi seçtikleri derse sahip çıkan, fikirleriyle zenginleştiren, yöneten, kendi sınavını yapan değerli öğrencilerime baktıkça Atatürk’e hak veriyorum, Cumhuriyeti gençliğe emanet ettiği için. Onlara güveniyor, gözlerindeki zeka pırıltılarını, yeteneklerinin güzelliklerini gördükçe mutlu bir akademisyen olarak yaşıyorum.
Ve umuda yolculuk sessizce başlayıp sessizce bitti. Geriye göğe yükselen renkler, umutlar, paylaşma güzellikleri kaldı. Eğitimi bilimin ve sanatın ışığından yoksun bırakıp karanlığa dönüştüreceğini sananlara yanılgılarını bir kere daha göstermek sevincini yaşamak da bizlere kaldı.
16-05-2004 / İSTANBUL
|