Teknolojik yoğunlaşmanın yaşandığı çağımızda, kendine ve çevresine yabancılaşan insanın hayat kurgusu değişmeye başlamıştır günümüzde… Tiyatroya tutkumun nedenlerinden biri de araya makinenin girmemesiydi. Her ne kadar sahnede yaşamdan, düşlerden bir kesit sergileyen ve onları koltuklarında izleyen insanların arasındaki mesafe, birbirine dokunmasını engelliyorsa da bu duygu, hep arada bir aracının olmaması nedeniyle taze kalıyordu bende. Ama yine de itiraf etmeliyim ki son yıllar sinemaya kaydım. İstanbul’un en güzel tarafı tiyatro biletlerinin hemen tükeniyor olması. Demek ki seven insan çok diye düşünüyor, yalnızlığınızı gideriyorsunuz. Ama bir kötü tarafı da biletlerin önceden alınması. Gerçi şimdi bilgisayar yetişti imdada. Sanırım oradan yer ayırtılabiliyor. Teknolojiyi iyiye kullanabildiğinizde gerçekten hayatınız kolaylaşıyor. Tiyatrodan nereye geliverdik? Çünkü yaşam teknolojik hale dönüştü. Ama tüm bunlara karşın insan var olduğu sürece tiyatro devam edecektir ve yerini hiçbir şey dolduramayacaktır.
Herkesin bir yaşam anında tiyatro sanatçılığı vardır. Ya öğrenciyken ya çalışırken ya da yaşamın içindeyken, ille sahnede olması gerekmeden. Birbirimize yaptığımız rollerle…
İlk tiyatro deneyimimi orta okul son sınıfta yaşadım. Oyunun adı,”Sinir Hekimi”. Aslında rol gereği “hemşire” olmam lazım. Ama oyun içinde oyun olunca “doktor” rolü yapıyorum. Esas “doktor” olan Ayşe isimli yakın arkadaşım. “Deli Kraliçe” rolünü yapan da sınıftaki diğer yakın arkadaşım Zerrin. Bir de muhafızımız var, Hasan üstlenmiş o rolü de. Tüm yıl okulda bulduğumuz boş odalarda çalışmıştık ders sonraları. Sonuna doğru birkaç prova da, sahnesini kullanacağımız Mim Kemal İlkokulunda olmuştu. Yıl 1969. Sınavlarımızın bittiği gün herkese oynamıştık bir kez. Ne çok alkış almıştık. Yine aynı gece çok sevdiğim ve son kez oynadığım “Şirinnar” ve “Çayda çıra” halkoyunlarıyla o geceyi alkışlarla kapatmıştık. Aklımda kalan sahne, selam vermek için sıralandığımız andı. Şimdi anımsıyorum da oyuna başlarken tüm vücudum titriyordu. Kimseyi görmüyordum. Sahnedeydim ve rolümleydim sadece…
Yatılı kız okulu. Sınıfın en uzunu ve incesiyim. Ahmet adıyla başrolü üstlenmişim, sınıfın en gizemlisi Mehtap tarafından yazılan bir oyun olan “Anneler Günü “ için. Adı, “Çiğnenen Nimet”. Kız okulunda belki de boyumun uzunluğu nedeniyle erkek rolü bana düştü. Edebiyat öğretmenimiz bıyıklarımızı yapmıştı-çizmişti. Doğrusu boyuma uygun kaytan bıyık beklemiştim, hani uzunca da olan. Oysa küt bir bıyık çizilmiş, buna da çok bozulmuştum. Resmim iyiydi. “Keşke ben çizseydim, daha güzel olurdu diye geçirmiştim” içimden. Ama çizen öğretmen olunca itiraz edememiştim. Sarhoş bir baba rolü. Oyun yeri spor salonu. Sahnede bile değil. İzleyiciler tribünlerde. Anımsadığım, belki de ağlanacak bir oyuna sarhoş rolüyle herkesi çok güldürdüğümdü. Gerçekten tuhaf bıyıklarımla ve kısa gelen pantolonumla komik bir görüntü sergiliyordum öncelikle. İçki içerken de ayrı bir güldüren görüntü…
”Bak şunun rengine, bak şunun kokusuna…Hangi çiçekte var bu koku. Neden rakı kokmaz ellerin? Neden ha…Belki o zaman biraz adama benzersin. Bak kadın bak. Nasıl akacak boğazımdan nasıl gidecek yoluna…”
Mehtabın adı olmuştu Ayşe. Zavallı bir anneydi, rolü de. Ben dolaşırken o yalvarırdı hep. Karşılığı ise, “kafamı kızdırıyorsun. Seni döverdim ama yapmayacağım bu gün. Yapmayacağım ama defolup gideceksin bu evden…” Olurdu.
Bir başka sahne. Belli ki denildiği gibi içki şişede durduğu gibi durmamış. Verilen sözler de yerini bulmamış. Hem bağırmak hem de dövmek sahneyi doldurmuş… “Bıktım nasihatlerinden. Komşuymuş, komşusuymuş evcilik mi oynuyon be! Bir gün gitsen barındırırlar mı seni? Bakarlar mı sana? Defol git bu evden. Bir daha da eşiğimin üzerine adımını atma. Defol, defol diyom saaa…”
Ufak tefek Birgül, olmuş kızım. Adı da Meral ile yer değiştirmiş. Belli ki annesinin kaderini paylaşıyor, yataktan dövülerek kaldırılırken. “Haydi köstebek yavrusu, çık bakayım yuvandan! Haydi çabuk, tembel tembel duracağına doğrul. Ne olurdu biraz da babandan huy kapsaydın, miskinin kızı…(Bu söze gülüşmeler)
Yakın arkadaşım Neriman ama aramızdaki adı Nerro’da okulun salt kızlardan oluşması nedeniyle erkek rolüne kalmış, adı da Ali olmuştu geçici bir süre. Emine arkadaşımız da Rüştü adıyla erkek rolünde görünmek durumunda kalanlardandı. Beni ayıltmak, eve götürmek onlara kalmıştı. “Bırakın beni yoluma yav…Akşamdan beri içmedim. Susadım aslan sütüne. Bırakın yahu…”
Tabii rol dağılımı bu kadar değil. Hatçabo dediğimiz Hatice, Zeynep hala adıyla komşu olarak yerini almış. Bir komşumuz da Ayten. Adı değişmemiş piyeste. Sarhoş olurda, doktor olmaz mı? Zeliha arkadaşımız da bu rolü üstlenmiş. Anımsadığım kadarıyla sessiz bir kızdı. O zamanlar bende öyleydim. Ama belli ki iç dünyalarımız göründüğü gibi sessiz değilmiş. Canla başla bir tiyatro da rol aldığımıza göre.
Bir başka oyun, yönetmen yardımcılığını üstlendiğim. Edebiyat öğretmeniz Saim bey sahneye koymuştu. Bu sefer erkek oyuncular dışarıdan, anımsayabildiğim kadarıyla Endüstri Meslek Lisesinden gelmişti. Önce başroldeydim. Ama aynı zamanda yönetmen yardımcısı olunca ağır gelmiş role itiraz ederek, “küçük bir rolde kalabilir miyim,” demiştim. Mazeretimi olumlu karşılamıştı öğretmenimiz. Saim bey gelmediği zamanlar oyunu yönetirdim. Geç geldiğinde de hazırlıkları yapar, yaptırırdım. Bir gülme sahnesi vardı. Saim bey tek tek nasıl gülmemiz gerektiğini gösterir ve çalıştırırdı. O yokken yana yakıla çalıştığımız, çalıştırdığım en önemli sahneydi. Hep en fazla gülme rolüne çalıştık gerçekten. “Kurban” adındaki bu tiyatro eserini oynayan profesyonellerden videosunu getirtmişti öğretmenimiz. Aklımda kalan rüya sahnesi. İzleyicinin tepkisi çok önemlidir. Saim beyin eşi haber göndermişti. “Fazlaca ışıkları yakıp söndürmeyin” diye, oynandığı gece. Spor salonu ağzına kadar doluydu.
Samsun İlk Öğretmen okuluna geldiğim ilk yıl yemekhanede oynadığımız oyunu da hiç unutamam. “Kına Gecesi” idi. Yerel kıyafetleri anımsatan şalvarları giymiştik. En çok gülünen sahne de, gelen dürüleri, “bu kumaş amcasından”, “bu hediye teyzesinden” diye bağırırken ve dürü diye adlandırılan hediyeleri sağa sola döndürürken olmuştu. O zamanlar böyle adetler vardı. Bir de semet günü diye çeyizlerin sergilendiği bir gün. Şimdilerde bir nikah ve arkasından balayı geliyor. Halbuki eskiden düğün sonrası geline ziyarete gidilir, el öptürülürdü. Şimdi bunlar tiyatro oldu ya da tiyatrolarda kaldı diyelim.
Bir başka küçücük tiyatro oyunuyla son verelim bu harika maceraya. Resim öğretmenimizin doğum günü için özel yazılmış ve sınıfta oynanmış bir oyun,.”Ana ile Kızı”. Yine erkek rolündeyim ve subayım. Hatcabo = Hatice ana olmuş, Hanife’ de istemeğe gittiğim kızı. Ne çok gülmüştük…
Fotoğrafa ve tiyatroya tutkum İstanbul’da çevre edinmemi sağlamıştı. İstanbul Avni Akyol Anadolu Güzel Sanatlar Lisesinde çok yetenekli öğrenciler vardı. Bir tiyatro ekibi oluşturuldu. Çalıştıracak biri lazım. Ben de fotoğraftan dolayı şehir tiyatrolarında yönetmen Engin ULUDAĞ beyi tanıyorum. Kendisine rica ettim. Sağolsun o da oldukça çalışkan bir öğrencisi olan Arda’yı yolladı liseye. İnanılmaz derecede yaramaz da olabilen sevgili öğrencilerimiz nasıl çalıştılar bilseniz. Önce beden hareketleri yaptılar, konser salonumuzda. Sanki ders, beden eğitimiydi… Sonra “Keşanlı Ali Destanı” çıktı, tam bir destan gibi… Evet artık doğrudan değil, dolaylı katkım olmuştu yaşamın en güzel yeri olan tiyatroya… Şimdiler de ise salt izleyici olarak kaldı yüreğimde.
Bir gün, TÜYAP a sergiye gidiyorduk. Yanıma tiyatrodan bir bey oturmuştu. Yaşı epey büyüktü… Hangi tiyatrolara gittiğimi sorduğunda, ona o kadar tiyatro ismi saymıştım ki, kendisi de sevindi, ben de… Doğrusu o an, tiyatronun ne kadar çok yaşantımda olan yerini görmüştüm birden… Şimdilerde geç de olsa eğitimimizde yer almaya başladı, “Yaratıcı Drama” adıyla…”Eğitimde dramanın kullanımı, çocuğun öğrendiği şeyleri tamamen kendi akıl ve hayal gücü süzgecinden geçirmesini sağlar.”
( PİVOLKA sayı 6, Anıl KARAOĞLU)
Yüzyıllar öncesi insanının doğanın doğal yapısını tiyatroya çevirmesiyle gerçekleştirdikleri oyunlar şimdi çarpık kentleşmede yer bulamaz oldu çoğu kez. Ama bunun yanında okuma yazma düzeyi belirli bir yerde olan köylerde de başladı. Tiyatro gibi bazı yaşam tarzlarının, ne yeri var, ne tarihi… Başta da dediğim gibi her yerde her gönülde hep var hep de yaşayacaktır...
Tiyatronun yaşamında, yaşamın tiyatrosunda güzellikler diliyorum herkese…
1 Nisan 2004 / İSTANBUL
|