“ Savaşa Hayır” 100 ler Meclisi toplandı.
Ve ben oradaydım…
Hayatımın en duygulu günlerinden birisini yaşadım. Göz yaşlarımı tutamıyordum. Bir ara yüzümü yıkamak için gittiğim lavaboda bir kitap gördüm. Sahibi de yanında elini yıkıyor. Sevimli bir kız çocuğu. “Nereden aldın bu kitabı yavrum, “ dediğimde yanıtı şöyle oldu. “Çok güzel bir kitap, severek okuyorum.” Karıştırmak için elime aldım. Sayfalarına şöyle bir göz attım. Küçük illüstrasyonlar var. Keyifli olsa gerek diye düşünerek tekrar sordum. “Nereden aldın?” Diye. Aynı anda da kitabın sırt kısmına yapıştırılmış etiketi gördüm. Bu arada, “Okulumun kütüphanesinden” yanıtını aldım. Çocuğun yüzüne baktım, melek gibi... Böyle meleklere kitap yazanlar da melektir diye düşündüm ister istemez. O zaman savaş bu melekleri doğadan alan bir canavardı ve savaşa hayır denmeliydi, güzellikler, iyilikler adına. Bu nedenle bu gün çok özeldi… “Savaşa hayır” diyen herkes, dünyanın her yanından akmıştı bu salona. Lavabodan çıkmak üzere kapıya yöneldiğimde yıllardır görmediğim bir arkadaşıma rastladım, kızıyla birlikteler. Yıllar önce onunla fotoğraf çekmek için buluşur, İstanbul’u dolaşırdık. Yorulunca ya da ara vermek istediğimizde bir sinemaya gider veya bir yere oturur çay içerken saatlerce sohbet ederdik. O bankacıydı, para var ama zamanı yoktu. Ben öğretmendim. Yarım gündü, ama maddi yönüm öğretmenlik maaşımla sınırlıydı. Durmadan zaman ve paranın bir arada olmamasından dem vururduk. Şimdi ise “savaşa hayır” demek bir araya getirmişti bizi. Bu neden her şeyden önemliydi…
Üniversitelerde bazı gazeteler ucuz satılmaya başladı. Önceleri bu yüzden ekleri verilmiyordu. Durmadan itiraz ediyordum gazeteyi alırken. “Bari bir gün ya da bir hafta sonra verin, şu kitap ekini. Kitapları alamazsak bile nelerin yayınlandığını öğrenir, bilgileniriz” derdim. Sonradan vermeye başladılar. En azından bilgi sahibi oluyoruz. Yazarların kişiliklerini öğreniyor, duyarlılıklarını paylaşıyoruz. Yazarlarla ve özellikle ozanlarla aram iyi olmuştur hep. Okumayı sever ve teşvik ederim.
Yeni bir insan tanımak yeni bir dünyadır benim için. Bu nedenle yeni insanlarla karşılaşmayı seviyorum. Yeni bilgilere ulaşıyor, başka deneyimlerle zenginleşiyorsunuz. Bu yürektekiler. Ama gerçekte yeni bir insanla karşılaşmak bir o kadar heyecan ve çekinme duygusunu da bir arada yaşatıyor. Yani balkona çıkmak zorluyor insanı çoğu kez. Söyleşilerde de bu tür duyguları, bu nedenle çok yoğun yaşıyorum. Konuşkan, paylaşımcı olanlar ve cana yakınlar işimi biraz olsun kolaylaştırıyorlar. Çevreye duygusal ve eleştirel bakanlarla yürekler buluşuyor bir anda. Rahatlama duygusu yaşanıyor alabildiğine. Yoksa bir paniktir gidiyor. Soru sormayı çok sevdiğim halde, ne soracağım, nasıl soracağım? Devam etmem kolay olacak mı? Bir sürü endişe sorusu kafama hücum ediveriyor. Ama sohbet edelim, her şeyden konuşalım derken rahatlama da başlıyor. Çünkü söyleşi yapmak ilgi alanım olduğu kadar sevmem de gerekiyor. Bu nedenle kendimi en küçük parçalarıma, hücrelerime kadar hazırlıyorum. Tabii ortam da önemli. Sevimli, sıcak bir ortam sohbet havasına etki yapıyor. Yıllar önce öğretmen olan bir arkadaşımın evine gitmiştim daveti üzerine. Dağınık bir ev, “bu evden sıkılıyorum senin ne güzel ferah, düzenli evin var.” Demişti. Sonra konu eğitime, öğrencilere ve çevre kirliliğine gelmişti. Ona, “çevre düzenine en yakından başlamalısın, böylece sıkılmaz, benim eve de bu kadar özenmezsin” demiştim. Bir de sofrasının fakirliğinden dolayı üzüldüğünü söylemişti çok asık bir yüzle. Ona da, “Çok zengin bir yemek masasında aç kalabileceğimi, fakir sandığın bir masadan da tok kalkabileceğimi anlatmıştım. Nedeni de güler yüz, tatlı söz ve içtenlikti tabii ki. O zaman doyum olmuyordu güzel anlara. Tıpkı okuyup bitirdikten sonra doyamadığınız bir kitap gibi. Hatta içinizden siz yazmaya devam ediyorsunuz kitabı.
Hele daha ilk satırdan başlayan duyarlılık, bedeninizi sarmalayan sözcükler, romanın derinliğine sokuveriyor sizi hemen, ya da roman hayatınıza giriyor, siz romanın yaşamına girerken. Öykü, çevreyi resim çizer gibi gözleyen ve güzel betimleyen bir yapı, bir şiirsellik seli olmalı. Tarihselliği de içine alan, yani değişimi anlatan. Bahçeden, ağaçtan betona geçişi. Ya da sedirden sandalyeye veya yer sofrasından masaya… Atlara takılan nazar boncukların taksilere geçmesi… Parmakların yerini çatalın alması gibi…Örnekleri çoğaltmak zor değil. Bu cümleler farklı yazar ve şairlerden alıntı…Sunay AKIN, Orhan PAMUK gibi…
Yeni bir insan tanımak yeni bir bilgi, yeni bir duyarlık demiştim, günlük yaşamımda. Bunları satırlarda, mısralarda yaşamak da önemlidir benim için. Bu yeni bir eve taşınmak gibi, yeni bir çevreye girmek gibi…İnsanı tekdüzelikten çıkarıverir yeni yüzler-yazılar. Romana geçen bu zenginlik, duyarlı bir dille anlatıldığında değer kazanır yürekte. Çünkü bir romanda insan kendinden bir şeyler bulmalı. Okurken özdeşleşmeli. O sizi yazına, yazındaki yaşama bir başka sokuyor. Orada yaşananlar kendi yaşantınızla buluştuğunda bir sevinç, bazen bir burukluk yaşanır yüreklerde. Ama kitapla da bir güzel kaynaştırır, örtüştürür sizi. “Bunları ben de yaşamıştım” dersiniz bir yerleri okurken. Yatılı okuldan mezun olup ilk görev yerime gittiğimde neler yaşamıştım? Söylenir hep; yazsam roman olur diye…
İnsanı anlatmak, ama yaşadığı çevreyle birlikte…Sevgiyi yaşamışlık, sevgiye hasretlik, sevgiye doymuşluk dostunun yanından anlatılırken, doğaya düşkünlükte duyarlı bir anlatımla kalpler fethedilebilir bir çok romanda, öyküde. Kitaptan başınızı kaldırdığınızda daha bir doğa dostu olabilirsiniz. Daha bir sorumlulukla hareket edebilirisiniz. Çevrenize daha dikkat kesilir olursunuz. Hatta değiştirmeye bile kalkarsınız. Bunun için kitaplar önemlidir. Yazarlar değerlidir.
Çocuklar…Onları anlatılırken boylarına eğilmeli. Böyle bir film vardı sanırım. Çocuğun boyundan, çocuğun gözünden bakıyordu dünyaya kamera. Hep ayaklar, bacaklar görünüyordu. Onların seviyelerinden görünür olmuştu dünya. Bu nedenle çocuk kitabı yazmak önemlidir. Ama onların boyuna eğilmesini bilerek yapıldığında. Psikiyatrlar da aynı şeyi önerir. “Çocukların boyuna eğilip öyle konuşun onlarla” diye. Hatta bunu anlatırken sayın Doğan CÜCELOĞLU, bizzat diz çökmüştü bir söyleşisinde. Çocuk kitaplarını okumalıyım. İçimdeki çocuğu öldürdüm hiç. Sabah aynaya baktığımda görürüm hep ve bir şeye sıkıldığımda çocukları düşleyerek moral bulurum. Savaşı da bu nedenle hep dışımda tutar oldum, böyle insanlarla buluşarak.
Şiirsel anlatım olurda şiir olmaz mı romanda, roman kahramanında. Neden olmasın? Bilimle sanat bu denli kolkola girerde aynı kitapta şiir, resim olmaz mı? Böyle bir kitap düşlüyorum. Hayaller anlatılmalı. Hani çoğu kez yaşam veremediğimiz…İnsanlar bir güzel konuşturulmalı. Hani genelde sustuğumuz, susturulduğumuz toplumda. Suskunun vücut dili betimlenmeli. Hani gerçeğin anlatılmadığı anlarda doğruyu söyleyen dil, vücudun ta kendisi anlatılmalı…Yaşam resim çizer gibi gösterilmeli, göremeyenlere. İki göze sahip olduğu halde. Belki o roman, gösteren yürek olacaktır kendisine. Çevrenin fotoğrafı çekilmeli. Gerçeğe dikkati çekmek, derinliğine bakmak, baktırmak için…Ve ille de şiir gibi mısralar dökülmeli ardarda. Sizi içine çeken, coşturan olmalı böylece roman. İlk aşk, ilk yemek, ilk yapılanlar hep unutulmayanlar. Bizlerde de bunlar yaşanmadı mı? Yazsak, yazabilsek şiir olacak, romanlaşacak…
Sanırım bir romandan beklentilerim bunlar. Birde dile dokunulmuşsa ufaktan. Hani İngilizce ve Arapça’yla çalkalanan Türkçe’ye. Hepten sarar benliğimi. Romandaki akıcılık. Ve okuduğum bir satırda tarihe, diğer satırda dil sorunsalına rastlamam, onların adeta sayfalar dolu kitapların varlığını hissettirmesini sağlıyor. Tek sözcüğü, koca bir yaşamı önüme döküveren. Bir mısrası koca bir romanı anlatıveren şiir gibi…
Sanat tarihine geçmiş bir ressam, hastalandığında resme başlamış, hediye edilen boyalarla yatağında oyalansın, sıkılmasın diye… Bazen de parasızlık sizi evde oturtur ve neler yaratmaya başlarsınız? Ne resimler, ne yazılar çıkar ortaya. Başlayan güzellikler yeter ki yaratılan sıkıntılarla kesilmesin. Başlangıç nedenleri ayrı olsa da…
Ayrıntıda gezinen, planlı ve disiplinli olanlar, bunu konuşmalarına, tavırlarına dönüştürenler, romanlarına da yansıtıyor olmalılar. Tüm konularda böyle olan, yaşamda, yazında, çalışmasında da öyle oluyor sanki. Yani yazdıklarıyla buluşuyor ister istemez… Yazılan kitaplar ne kadar kurmaca olsa da yazarın yaşamından kesitler taşır. Romanın baş köşesine oturur. Yaşanan anlar bir başka kurguyla okuyucunun yaşantısına serilir. O nedenle daha çok insan tanımak için sürekli farklı yazar-ın kitabını- okumayı yeğlerim.
Çiçeklerle dolu harika bir balkonu, ötesinde yeşil bir bahçesi daha ilerisinde alçak evler ve arasından gözüken deniz manzaralı ev. Sahil ışıl ışıl, evin görüntüsü güzel. Her gelen, içinde sürekli yaşayanlar gibi memnun bu manzaradan. İstanbul’un ortasında, ama içinde değil Hakikaten inanılmaz güzel bir sessizlik. Yeşillik ona keza. Bir kentin beton yığınında değil, sanki bir doğanın ortasındasınız. Yaşanılacak bir yer. Ama yazılacak yer mi? İş ve yaşam yoğunluğundan, gelenden gidenden, teknolojiden. Nasıl yazılıyor? Sık sık kesintiye uğrarsa bir kitap, akıcılığını kaybetmeden. Üstelik yaşanan yoğunluğun boyutu sonsuzlukça olursa. Kesilince zedelenebilen. Sessiz, sakin, kesintiye uğratılmayan bir ortamda, sözcüklerin her birini doyasıya yaşayarak, büyük bir birikim bir çırpıda çağlayanlar gibi akıveriyor dünyamıza, yakalanan sessizliğin ortasında. Evet ortam da önemlidir. Ama yine de tüm yaratılar harika ortamlarda çıkmamıştır. Derslerimde, sunmaktan verdiğim örnek; “ iyi,güzel bir elmayı estetik, temiz bir tepside sunarsınız ya da aynı elmayı pis, çirkin bir tepside sunarsınız, hangisi tercihinizdir?” olurdu. Asıl olan sunuş tarzıdır. Sanat burada başlar. Sessiz güzel bir evde, sesli farklı bir yerde… Yeter ki böyle bir gereksinme duyulsun.
Bilgisayarı daha yeni öğreniyorum. Hiç kimse yedeklemeyi öğretmemişti. Öğrendiklerimi de, yazıyı da tıklaya tıklaya edinmiş, iki ay tam gün Temel Sanat Eğitimi kitap taslağımı bilgisayara geçirmiştim. İyi gidiyor az kaldı derken bir gün bir işaret çıktı karşıma “evet ve hayır” yazan. Sanırım “evet üzerine tıklamış ve tüm yazdıklarımı silmiştim bilmeden. Bir hafta ağlamıştım. Tabii müsvetteler vardı elimde. Hepsini yeniden yazdım. Belki teselliyi şurada aramalıydım, ya kurgu olsaydı ve hele müsvettesi olmasaydı ya da olsa bile bilgisayara geçirirken ilave ettikleriniz yok oluverseydi ne olacaktı? Aynı kurgu yakalanabilir miydi acaba? Teknoloji çok iyi, hoşta bir de bu sıkıntıları olmasa. Yine insan beyni, yüreği her şeyin üzerindedir derim. Özel yürekler ise yazılarında ve bizlerin ruhunda yaşayacaktır her zaman diye inanıyorum.
Adlandırdığım bazı şeyler vardır. İç hatlar çantam, konferans gözlüğüm gibi... Yazılanlarda, yaşananlarda böyle şeylere rastladığımda dikkat kesilirim. Farklılık güzeldir. Bazıları Gece kulüplerine gidip sanatçılarla sohbet ederler. Bense konferanslara ya da evime giderim. Yaşamlar ne kadar çeşit çeşit. İşte romanlar sizi bu çeşitliliğe taşıyor. Bir örnek; bazılarının çok sevdiği belli olan özenerek hazırlanan çaya soğuk su ilave etmem ve açık içmem insanları mahvedebiliyorken beni güldürüyor. Yüzleri izlemeye başlarım hemen. Tam bir hayal kırıklığı yaşanır. Ben de çoğu kez bu durumda yanımdakilere yatılı okulda okuduğumu, altı yıl kazan çayı içtiğimi hatta ilk kahvaltı sabahı nasıl da şeker aradığımı, ama şekeri de kazanlara koyduklarını anlatırım. Çünkü “bir de şekeri doldursaydın bari” denir rejim yapanlarca. “Yok onu sonradan azalttım. Gerçi yanında yediğim balla dengeleniyor ya“, dediğimde kahkahalarla güleriz birlikte…Mizahı sevmem bu yöne de itili tutar beni. Ama yorgunluğu ve azmi yüzüne yansıyan insanlar dikkatimi çeker hep. Altlarında ne ilginç romanlar vardır kimbilir? Bazen de ciddi bir yüzün altında yatan müthiş espriler gibi… İşte kitaplar bu nedenle çeker beni kendilerine…
Raflarında neler var acaba? Yüreklerde neler birikmiş? Balkona sermeli. İnsanları merak ederim. Kitap okuyan ve evde resim yapan birilerinin bulunması etkiliyor büyüme çağındakileri. Kurulan cümleler, seçilen sözcükler, insanların ilgi alanlarını da gösteriyor. Demek ki beyinde, yürekte yazı, resim, fotoğraf var diye düşünüyorsunuz. İlgi yelpazesi geniş. Yazılardaki zenginlik bundan olsa gerek diyorsunuz. Yani yazılan roman kahramanını hayallerken, yazarı da-yazanını da düşünmek gerekiyor. Çünkü yazarın zenginliği, kurgunun, bilginin zenginliğini de beraberinde getiriyor. Araştırırken öğreniyorsunuz. Tıpkı “yazarken öğreniyorum” diyen Enis BATUR bey gibi…
Çok planlı, disiplinli bir yapı olmalı insanda, yazarda. Sistematik olunması, soru sorulması, sorgulama yapılması, yanıt aranması, nedenler, niçinler üzerinde durulması… Bunlar dikkatimi çeker. Felsefi yapı öne çıkıyor, nedenler, niçinler çerçevesinde. Ve çok sevdiğim psikolojide. Planla hareket eden bir öğretmen, organizeyi hemen yapıveren bir idareci gibi. Eleştirel bakarken, olayları seriyor ve toparlıyor. Çözüm getiriyor. Salt kuru kuru sorgulamaktan çok öte gidiyor. Kimlere hitap ediliyor? Buna bakmalıyız ve ne yapmalıyızı ona göre tayin etmeliyiz... İşte bir yazar anatomisi… Bir yazarı anlatmak. Bir sanatçıyı betimlemek… Çok uzun ve zor iş. Bir grup yapabilir. İçinde felsefecinin, psikiyatrisin bulunduğu. Ama okuyucu da bunları yapar. Hiç unutmamalı ve arka plana atılmamalı. Hele söyleşi yapıyorsa, inceden inceye araştırır, araştırmalıdır da.
Not tutma alışkanlığım zaman zaman yerini teybe bırakıyor artık. Tıpkı kalemin yerini bilgisayara bırakması gibi. Teyp benim kurtarıcım ve hafızam oluyor çoğu kez. Ne yapacaktım? Notlar alıyordum ama bunlar yetersiz kalacaktı. Halbuki teyp tam bir bellek görevi görecek, duyduklarımı yazacak, gördüklerimi betimlemekte bana kalacaktı. Bazen ikisi de bana binince bir öğretmenimin, “aklımız hamalımız değildir” sözünü yıllardır yaşama geçiren ben panik yaşarım. Kısa sorular yada soruya benzer cümleler, başlıklar söylemeyi yeğlerim daha önceden hazırladığım notlarımdan da yararlanarak. Ama bazen tersi olur. “Korkudan dili çözüldü” derler ya... Teyp olmayınca konuşan ben olurum adeta. Bazen de derler ki “kendini anlat”. O zaman da her şeyi anlatırsınız ama kendinize gelemezsiniz bir türlü. Annem, “iş insanın namusudur”, diye büyüttü bizi. Bu nedenle yaptığım işin en iyisini yapmaya çalışırım. Tabii bu da artı sorumluluk getiriyor sırtınıza.
Konu kitap yazmak. Ama kitap yazımı konu olurda okunması geçilir mi? Tabii her okuyan, yazan da şikayetçi genelde bir okuma alışkanlığı olmamasından. Ailede, okulda bunun sağlıklı kazandırılmamasından, hele TV yayınlarının düzeysizliğinden çok şikayetçi olunur haklı olarak. İAAA Güzel Sanatlar Lisesinde sanatçı bir velimle sohbet ediyorduk. Veli demişti ki, “İnanıyorum siz okulda düzeyli bir eğitim veriyorsunuz, bizde evde bunu yapmaya çalışıyoruz. Ama çocuk TV yi açıp “kıl oldum abi” şarkısıyla karşılaşınca iki tarafında eğitimi ayaklar altına düşüyor ne yazık ki”. Türkiye gibi okuma alışkanlığının pekte olmadığı bir ülkede tabii ki satışların az olduğundan şikayet etmemek mümkün mü? Üstelik para kazanmak için başka iş yaparken yazmak sekteye uğruyorken. Önemli bir yakınma nedeni. Bizim de öğretmenlik, idarecilik yaparken resim yapmayı ertelememiz gibi…Kitap okumanın matematiksel olmayan yüzdelerine değinmeden de geçedim. Bu çok önemli çünkü. Gerçi belirli bir kitle de alabildiğine çok okuyor. Tıpkı sinema günlerinde-festivallerde bir grubun, sinemanın birinden çıkıp diğerine gitmesi gibi…
Kitapların kapak resmi de önemlidir. Bir iki yazarda kitap kapaklarını, kitapları yayınlanınca gördüklerini duyup çok şaşırmıştım. Aslında aynı sanatçıyla çalışmak doğru olur gibi geliyor bana. Kitap okuma alışkanlığı ve sevgisi nedeniyle derslerimde mutlaka öğrencilerime okudukları bir kitabın kapağının resimlemesini yaptırırım. Çizimler, içindeki olaylardan yararlanarak gerçekleştirilir. Kitap kapağı örneklerine bakarken Aziz NESİN’in kitap kapaklarının hep aynı sanatçı tarafından yapıldığına dikkatlerini çekerim. Onların da hoşuna gider genelde.
Çok saygı duyduğum, söyleşilerinden doyasıya yararlandığım Sayın Dr. Erdal ATABEK’in anne babalara verdiği bir seminerinden çıkınca şunları düşünmüştüm; okuma – yazma seferberliği yapılıyor. Ama içinde psikoloji yok, felsefesi yok. “Ali top at” la kalıyor tüm seferberlik. Bunun üzerine bir yazı yazmalıyım diye hayal etmiştim. Yazılacak çok şey var, tıpkı okunacak çok kitap olması gibi…
Yazarlar, ozanlar yazdıklarıyla, düşünsel yapısıyla, şiirsel tavrıyla daha bir çok kişiyle buluşmaya hazır dolu dolu, kucak açmış vaziyette yeşilliğin içinde olmalılar... İnanıyorum ki o yüreklerde bizlere anlatılacak daha çok yaşanmışlık ve kurgusallık var. Bekliyoruz. Çağlayanı bize ulaşacak, bizde çoğalıp genç nesillerde devam edecek. Okudukça göreceğimiz, birlikte yaşayacağımız satırlarda sorumluluğu, sevgiyi, korkuyu, heyecanı, güzelliği, gizi...
14-02-2004 / İSTANBUL
|