Okuldaki varlık nedenim öğrencilerimdir.
En mutlu olduğum anlar öğrencilerimle birlikte bulunduğum ve beraberce oluşturduğumuz ders organizasyonlarımızdır.
“Biz kim için üniversitedeyiz?” sorusunun yanıtı olan öğrencilerimize gereken değerin verilmesi doğru ve güzel olandır.
YÖK başkanı Sayın Prof. Dr. TEZİÇ, öğrencilerle toplantı yapmış. Yani çoktan olması gereken ilk defa yapılmış. Bu olay, rektörlere padişahlık payesi verilmesinden çok daha doğrudur.
Öğrenciler doğru olarak oy hakkı istemişler. Halbuki üniversitelerde öğretim görevlilerinin bile oy hakkı yoktur.
Ben 22 yıl MEB de – orta dereceli okullarda - çalıştım. O kurum çerçevesinde en son çalıştığım İstanbul Anadolu Avni AKYOL Güzel Sanatlar Lisesinde 8 yıl idarecilik yaptım. YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi açıldığında gayri resmi 2 yılda idari görevlerde çalıştım. Şu an 28 yıllık sanat eğitimcisiyim ve benim gibi olan meslektaşlarım da var. Yani daha önce MEB de, dershanede ve yüksek öğretimde çalışmış, idarecilik de yapmış, en az benim kadar eğitimcilik yılına, deneyimine sahip olan değerli eğitimciler var üniversitelerde. Ama özellikle son düzenlemelerle araştırma görevlileriyle, yani yeni mezunlarla -, göreve yeni başlayanlarla eş değer tutuluyoruz. Kaldı ki ben İlköğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü mezunuyum. Ben ve benim gibiler pedagojik formasyonu olmayanlarla aynı potada eritiliyoruz. Üstelik yazılarım, araştırmalarım kadar deneyimlerimi de içeriyor. Eğitimin sorunlarını saptıyor ve öneriler üretiyorum. Uygulamamda da geleneksel yöntemlerin dışında farklı yöntemlerle ders organizasyonu gerçekleştiriyorum.
Merkeziyetçilik, disiplin ve kural adına olabilir, gereklidir de. Ama bizde bu da padişahlık tavrına dönüşüyor. Görev uzatmalarında bile araştırma görevlileri düzeyinde ele alınıyoruz adeta hakaret edilircesine…
Sanatçı olmak ayrı, sanat eğitimcisi olmak ayrı, idareci olmak ayrıdır, farklı yapı gerektirir. Bu üç yapıyı içinde barındıran bireyler de olabilir. Ama olmayabilir de. Bu nedenle bir sanatçı iyi bir eğitimci olacak anlamına eşitlenemez. Bunlar kişilik özelliği olduğu kadar deneyim de gerektiren şeylerdir. Pedagojik formasyonsuz bir kişiyi bu konuda araştırması, denemesi, deneyimi olmadan piyasa adıyla eğitim yuvalarında üst makamlara yerleştirip, sonra da verim beklemek hata olur. Nitekim bunları görüyor, yaşıyoruz. Bu yapıyla o makamlara yerleştirilenler sorumluluk alanını yıpratmaktan öteye gidemiyorlar. Aynı şekilde unvanlarda, biçim ve baskı aracı olarak kullanıyor çoğu kez ülkemizde. Halbuki alınan unvan alanının ayrıntısında yapılan bir araştırma, bir buluş içindir. Ama çoğu insan bu unvanı yaşamın her alanına hükmetmek anlamında alıyor. Halbuki falan alanın titri diğer alanlardaki başarıyı da yüzde yüz sağlamaz. Yani çok iyi bir bilim adamı iyi bir idareci ve eğitimci olamayabilir ya da olabilir kişiliğinde böyle bir yapılanma varsa. Bunları karıştırmamız, gerçek değerleri harcamamıza neden oluyor ne yazık ki. Önemli olan doğru seçimdir. Ve hiç kimse, kimsenin hizmetçisi değildir. Herkes kendi adı altında kendi işi, ürettiği ile sorumludur. Hiç kimse bir başkasının yaptığı çalışma, program, ders dosyasının üzerine-altına adını yazdırma etiksizliği içinde bulunmamalıdır. Atatürk, “ben bu ulusa her şeyi öğrettim. Ama uşaklığı öğretemedim” demiştir. En azından öğrenmeyi çok seven ben, bunu öğrenemiyorum.
O zaman bireysel farklılıklara göre hareket ederek herkesten tam verim almak adına her şey yeniden yapılandırılmalıdır.
Saygılarımla…
11-01-2004
|