Sayın Mehmet ÖZER ile söyleşi yapmak için kendisini aradığımda, “önce eve gelirsin, orada konuşmaya başlar sonra atölyede devam ederiz” demişti.
Dediği gibi önce evine gittim. Ne zaman karşılaşsak ya da buluşsak konu sanat eğitimi ve öğrenciler olur. Nitekim daha teybi açmadan eğitime girdi söyleşi. Bu arada kahve ikram eden eşi de arada lafa giriyordu. Nitekim bir ara, “Tülay senin bu hocan var ya, ne zaman kendisiyle söyleşi yapılsa bir aksilik oluyor. Televizyonda böyle bir sorun yaşandı. Radyo ve gazetecilerle de aynı şeyi yaşadı. Ya konuşma kayda alınamıyor ya da yeniden konuşması gerekiyor. Yani hepsi ayrı bir stres yarattı. Çünkü hemen hepsinde olumsuzluk yaşadı,” dedi. Bu arada teybi açmıştım nasılsa konuya hemen girdik diye. Bu konuşma üzerine Mehmet bey, “teybi kontrol edelim” dedi. Teybi yanından alıp kontrol ettim. Her şey normal. “Tamam bu çözümlenir, güzel gidiyor. Devam edebiliriz” dedim. Söyleşi epey devam etti. Oğlu geldiğinde ara verdik ve o bizi atölyeye getirdi. Arabada e-posta adreslerini aldım. Çünkü benim için bu yol oldukça pratik ve kolaydı. Oğlu bilgisayarı çok iyi biliyor, Mehmet Bey ise yeni yeni ısınıyordu gördüğüm kadarıyla.
Bildiğim eski atölyesi küçüktü. Bu atölyesi oldukça büyük. Yeni taşındığı için de her şeyini henüz açamamıştı. Tüm çalışmalarını bilgisayara geçirmeyi düşünüyor. Salonu çalışma odası yapmış. Orada oturduk. Dosyaladığı çalışmalarını gösterdi. Birlikte söyleşide-kitabımda kullanmayı düşündüğümüz çalışmalarını seçtik. Tabii teybi de açtım. Mehmet beyle 13oo de evinde buluşmuştuk. Atölyesinden çıktığımda saat 18oo olmuştu. Gerçekten bu kadar zaman ayırması beni duygulandırmıştı. Zaman çok önemliydi benim için çünkü. Tabii söyleşiyi daha da rahatlatan meyve, çay, kahve molası vermiştik arada
Pazartesi fakültedeki odamda acil işlerim bittiğinde şu konuşmaya bir bakayım dedim. O da ne? Sadece homur homur bir ses. Ve tabii hiçbir şey anlaşılmıyor. Bir an vücudumdaki her şey normalin üstüne çıktı ya da düştü. Allak bullak bir vaziyette tekrar tekrar kontrol ettim. Hayır, hiçbir şey anlaşılmıyor. Hemen teybim bozuk diye, doğru yere gitmek adına bir sürü telefondan sonra bulduğum tamirciye taksi tutup gittim. Tabii sadece bozuk olan kaseti götürmüş, “sakın üzerinde deneme yapmayın” diye tembih etmiştim. “Keşke başka kasette getirseydin. Bizde kaset yok çünkü” dediler. Tamirciye bakın bir tamir – kontrol kasetleri bile yok. Üstelik teybin markasının orijinal tamircileri. “Yarın gel al” dediler. Tabii yarını nasıl yaptığımı anlatamam. Almak için gittiğimde, Teypte hiçbir bozukluk olmadığını ve anlayamadıklarını söylediler. Ne kadar kötü olduğumu anlatamayacağım burada. Odamda kıvrandım durdum. Bir türlü Mehmet beye telefon açamıyordum. Bu inanılmaz bir ızdıraptı. Bu arada sayın Tınaz TİTİZ ile söyleşi yapacaktım. Ona iki teyp getireyim bari de biri sorun olursa diğerinden kurtarırım diye düşündüm. Fakat o da hemen randevu vermez mi? Mesai saatinde Sirkeci’ye gidip almadım. Artık bir hafta sonu giderim alırım nasıl olsa söyleşilere devam edeceğim diye düşündüm. Tabii bu arada maddi durumumu da göz önüne almak zorunda kaldım. Hükümetin bize verdiği maaşla geçinme bu kadar oluyor işte. Fakat Tınaz beyin söyleşisinde bu korku ve sıkıntı vardı. Ya onun söyleşisinde de bir aksilik çıkarsa?
Tınaz beyle YTÜ deki bürosunda buluştuk. Sıcak bir karşılaşma ve kahve ikram edebilir miyim, diyen nezaketiyle rahatladığım bir söyleşi başlangıcı oldu doğrusu. Öğrencisi gittikten sonra hemen söyleşiye başladık. Söyleşi çok sıcak, samimi bir şekilde başladı. Konuşmaya girmek, nereden başlamak çok önemliydi. Giriş çok ilginç olmalıydı. Sıkıcı ve hemen akademik tarzda olmamalıydı diye düşünürken ve hesaplar yaparken, “sorularınız arasında ‘yazarlık’ konusunu var, isterseniz oradan başlayalım” dedi çok büyük bir nezaketle. O soru ortalardaydı. Ama Tınaz beyin bu önerisi beni öyle rahatlatmış, öyle sevindirmişti ki. Düşünemediğim ama tam da istediğim gibiydi. Tabii konu konuyu açtı. Son derece akıcı bir şekilde söyleşi devam etti. İlk kasetin önü arkası doldu. Bu arada başta ona Mehmet beyin söyleşisindeki aksiliği anlatmış moralimin bozuk olduğunu söyleşmiştim. Aslında çözümlenebilir bir şey olabilir, teknik bir hatadır, yapılabilir gibi bir şeyler söylemişti. Ama yine de konuşmaya teybi-kaseti deneme konuşmasıyla kontrol etmekle başlamıştı.
İkinci kasetin düğmesine basarken içimden, “acaba birinci kasette tek düğmeye basmış olabilir miyim,” diye geçirirken damarlarımdan kanın çekildiğini hissettim. Fakat ara vermeden devam ettik. Onun da fazla zamanını almaya hakkım yoktu. Konuşmanın çok güzel olması moralimi iyice düzeltmişti. Üst üste teşekkür ederek çıktım odasından. Hatta başka bir zaman başka konularda söyleşi yapmaya bile karar vererek ayrıldık. Evet konuşulacak o kadar konu vardı ki. Çok memnun olmuştum hem şimdiki söyleşi tam istediğim, arzuladığım ve beklentilerime çok iyi bir şekilde yanıt vermiş hem de gelecekte bir seri gibi devam edebilecektik. Daha ne isteyebilirdim ki?
Gerek derslerimin olması gerekse daha önce planladığım işlerim nedeniyle söyleşiye hemen bakamadım. Perşembeydi söyleşi yapıldığında. Cumartesi Beşiktaş’a kitap fuarına geldim. Eve döndüm. Şu konuşmaya bir bakayım dedim. İkinci kaset çok iyi. Birincisine de kontrol edeyim, dedim. Oda ne? Hiç ses yok. Kurallı, prensipli olan, sürekli not tutan, dosyalamayı seven biri olarak yapmam ama herhalde diğer kasetlerle karıştırmış olacağım diyerek tekrar Beşiktaş’a, fakülteye gittim. Fakat kötüyüm. Denize düşen yılana sarılır misaliyim anlayacağınız. Üzerinde söyleşi yapılan kişilerin isimleri yazan kasetlere bile tekrar tekrar baktım umutsuzca. Tabii yok. Masanın üzeri kaset dolu ve ben çok kötü gözlerle Tınaz beyin kasetini arayıp duruyorum. Yüzüm al al. Bayılmak üzereyim. Gerçekten vücudumda çok büyük bir değişiklik yaşıyorum. Tabii meşhur migrenim başlamakta gecikmedi. Sanki çok lazımdı. O geleceğine doğru kaset gelseydi ya. Bilgisayar beni kurtardı. Nasıl mı? Asla telefonu açıp ya da buluşup bunu söyleyecek ve o yüzü görecek halde ve cesarette değildim. Hemen e-posta ile bildirdim. Ve evime gittim. O gece ve Pazar gecesi, çok uykucu olmama karşın neredeyse sabahladım üzüntüden. Ki bir şeye üzüldüğümde iştahım kesilir. Olsa olsa bir gece o da çok nadir uykusuz kalırım ikinci gece ise, yarı baygın uyurum bu yüzden. Ama hayatımda sanırım üçüncü kez böyle oldum. Üst üste uyuyamadım. Baş ağrım da hat safhada. Artık pazartesi revire gider bir iğne olurum diye düşünerek bindim servise. Odama geldiğimde ilk işim e-postalarıma bakmak olur. O gün ilk açtığım Tınaz beyin iletisi oldu. Öylesine nazik ve anlayışlı bir tarz kullanmıştı ki. Söyleşinin yinelenebileceğini ve üzülmemi yazıyordu. Yani Sayın TİTİZ, benim bana göstermediğim anlayışı göstermişti. İnanılmaz rahatladım. Revire gitmeme de gerek kalmadı. Fakat yine de itiraf etmeliyim ki kendilerinin zamanını bu kadar fazla almak beni gerçekten çok fazla rahatsız etmişti. Nitekim iki günlük hatta Mehmet beyin kasetindeki aksilik nedeniyle bir haftalık yoğun gerginlik nedeniyle hayatımda ikinci kez kalbim sıkıştı pazartesi akşamı. Ancak kalbimin üzerine yatarak uyuya kalmışım. Bir de pazartesi öğle yemekte bir arkadaşa anlatmıştım. O da haklı olarak Tınaz beye ayıp olmuş dedi. Ben zaten üzüntüden ölüyorum. Birde haklı olarak böyle denmez mi, içim alt üst oldu durmadan. İkinci söyleşi de kendileri de teyp getirmişti. Ben de varımı yoğumu teyplere yatırarak tabii abartarak son derece tedbirli bir şekilde gerçekleştirdik buluşmayı…
Perşembe akşamı MÜ Güzel Sanatlar Fakültesinde sergi açılışı var. Gideceğim ve mutlaka Mehmet bey ve eşi gelir. Onlara ne diyeceğim? Telefon açamadım. Gerçi onlara da e-posta yoluyla biraz bahsetmiş teybi tamire verdiğimi söylemiştim. Ama tam sonuçtan haberleri yok. Ben de nedense umudumu yitirmiş değilim. Nitekim Elektrik-Elektronik Fakültesinde bir teknisyen var o gün ona getirdim. Akıllı bir genç. Meseleyi çözmüş. Sadece çözümleme yapılırken üsteki bir yeri sürekli tutmanız gerekiyor. Onu geriye çektiğinizde konuşma normale dönüyor. Tabii onun çözümlemesi inanılmaz zor oldu. Üstelik çözümleme yapmaktan nefret ediyorum. Adeta krize sokuyor insanı. Başıma ağrılar giriyor. Ve tabii çok zaman alıyor. Bu yüzden yardımcı bulmaya karar verdim yoksa çok sevdiğim bu söyleşilere devam edemeyeceğim. O akşam onlara giderek durumu izah ettim. Tabii onlarda haklı olarak duyduklarında çok üzülmüşler. Bir de benim yaşadıklarımı bir bilseler. Neyse o da tatlıya bağlandı.
Kiminle söyleşi yapacaksam önce onu araştırırım. Kitaplarını okurum. İnternetten bilgi toplarım. Söyleşilerini, konferanslarını vb. kısacası her şeyi gözden geçiririm. Sorularımı öyle çıkartırım. Çünkü ben nüfus memurunun sorularıyla söyleşi yapamam. Ya da bu söyleşi salt özgeçmiş amacı taşıyamaz. Bu nedenle söyleşi yapacağım kişileri de çok titizlikle seçiyorum. İşin içinde kitap olmalı, eğitim olmalı, yönetim olmalı, sanat, bilim ve yaratıcılık olmalı…Vb.
Sayın Coşkun ARAL ile söyleşi yapmayı bir akrabası önerdi. Ona dedim ki, “lütfen hemen arama. Her ne kadar Coşkun bey hakkında bilgiye sahipsem de bu bana yetmez. Çok derin bir araştırma yapmalıyım.” Nitekim YTÜ de söyleşi yapmıştı. Bende katılmıştım. Ama yine de Fotoğraf Klubü üyesi öğrencim Barış’tan bunun kaseti rica ettim. Bu arada kendisine de iletilmiş konu. Bunu duyunca aşırı heyecanlandım. Çünkü hakkındaki araştırmam henüz bitirmemişti. Gerçi araştırmayı çok sevdiğim için hiç bitmez benim araştırmalar. Önüme konanı mutlaka araştırmalıyım. “Heyecanlanma, nasıl olsa onu kolay kolay bulamazsın” diye yanıt aldım. Hakikaten bir arıyorum Mısır’da, bir arıyorum Ankara’da uluslar arası bir fotoğraf sergisi açılışında. Bir arıyorum, havaalanında yurt dışına çıkmak üzere. Neyse sonunda kendileri aradı. “Şu anda hava alanındayım. Müsaitseniz Yıldız’ın karşısında bir yerde buluşalım. Size yarım saatimi ayırabilirim” dedi. Müsaittim hemen kabul ettim. Tam koşarak buluşma yerine gidiyordum ki, Fakültenin kapısından çıkmak üzereyken bir telefon daha, “çok trafik var, biraz geç çıkar mısınız?” diyordu Coşkun bey. Doğrusu bu ayrıntı beni mutlu etti. Belli ki insana ve zamanına saygılıydı. Lokanta gibi bir yerde buluştuk. Hemen üniversitenin karşısında. Önce ne içersiniz, diye sordu. O an içeceğin bile boğazıma takılacağını bildiğimden, “sağolun bir şey içmeyeceğim” dedim. Kendisine portakal suyu söyledi. Severim ama heyecandan bunu düşünecek halim yoktu. Halbuki belki o, zaman kazandıracak, rahatlatacaktı. Yıllar önce böyle bir olay yaşamıştım çünkü. Fakat tabii zamanının çok kısıtlı olması da heyecanımı artırıyordu. Hemen soruları önüme koydum ve her şeyi unuttum. Neyse burada Coşkun beyin deneyimi yardımcı oldu. Beni de rahatlattı doğrusu. Güzel bir konuşma oldu. Birde SANTAS ın kütüphanesine bir kitabını hediye edebileceğini ve yayınevinden alabileceğimi söyledi. Odama gelince hemen yayınevini aradım. Hiç bilmediğim bir yerdeydi, Maslak tarafında bir yerlerde. Çok iyi tarif ettiler. Hemen gidip aldım. Ama kütüphaneye bırakmadan önce iyice inceledim ve CD sini izledim. Doğrusu bir kitap sahibi olmak da beni çok mutlu etti. İşim bitince dekanlığa vererek, “kütüphanemize Coşkun ARAL beyin hediyesidir” dedim.
Sayın Ara GÜLER ile yaptığım söyleşi ilk ve tabii en deneyimsiz söyleşimdi. Bu yüzden ben onunla değil de o benimle söyleşi yaptı adeta. Halbuki o kadar hazırlanmıştım ki. Adına dosyalar açmış. İnternetteki tüm bilgileri oraya koymuştum. Üstelik kendisinin söyleşilerine, gösterilerine ve sergilerine katılmıştım. Ama karşılaşınca önüme serdiğim notlarım, sorularım bana baktılar ben de onlara sadece. Ona da ulaşmak çok zor olmuştu. Sürekli telefon açıp, konuşmaktan nefret ettiğim telesekreterine not bırakıyordum. Bir kere bulmuş “hemen gel, matbaaya gidiyorum”. Demişti. Ama o an müsait değildim, gidemedim. Tabii yine durmadan aramak zorunda kaldım. Nihayet bulabildim. Bunu da kaçırmamak için kolay kolay yapmadığım bir şeyi yapmış taksi tutup gitmiştim Ara Kafeye. Ama dönüşte, bulmanın ve söyleşinin yapılmasının verdiği rahatlıkla Beyoğlu’nda yürümüştüm. Hatta bir vitrinde kendimi gülerken yakalamıştım. Belli ki mutluydum. Çünkü gerçekten Sayın Ara GÜLER, son derece anlayışlı davranmış, yardım etmiş ve kitaplarını da hediye etmişti. Ben mutlu olmamayım da kim mutlu olsun, bu durumda. Üstelik derinliğine hayran kalmıştım. Ama tadı damağımda kaldı. Umarım bir gün, daha istediğim bir şekilde ve daha ayrıntılı bir söyleşi gerçekleştiririm kendisiyle. Sunduğu kahveyi belki daha rahat içerek ayrıntıya girebilirim. Evet gerçekten hani derler, “bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır” diye. Ayrıca psikolojik olarak rahatlatma ve zaman da kazandırıyor orta şekerli bir Türk kahvesi…
Sayın Erdal ATABEK’in bir kitabını İAGSL de bir yılbaşında benimde kurasına katıldığım hediye dağılımında bir öğrencim hediye etmişti. Ben de hediye olarak kitap almıştım. Zaten kitap baş hediyemdir. Erdal Beyin söyleşilerine de katılıyordum sürekli. O zaman İAGSL ye de gelmişti. Yıllar sonra bir çocuk yuvasında karşılaştığımızda yuvanın müdiresine beni tanıştırmıştı. O zaman hafızasına hayran kalmıştım. Unutmamıştı. Oradaki sürekli olan söyleşileri, çok hoşuma gittiği için devamlı takip etmiştim. Halbuki yuvadaki çocukların anne babalarına seminer şeklindeydi. Fakat dışarıyı da açıktı. Oraya öylesine sürekli gitmiştim ki yıl sonunda Sayın ATABEK’in de imzasını taşıyan bir sertifika almış, çok şaşırmıştım. Söyleşilerinden gerçekten çok yararlanıyordum. YTÜ ye konferansa çağırsam, ayrıca bir söyleşi yapsam diye kıvranırken bir gün “dersinize girmek istiyorum” dedi. Ne çok memnun oldum. Tabii isteklerimi de bu arada sıralayıverdim. Kabul ettiler. Çok yoğun olduğu için söyleşi için buluşma uzadı. Bu arada onu da internetten araştırırken alanın iç hastalıkları olduğunu öğrendim. Yine şaşırdım. Çünkü psikiyatrist sanıyordum. Buluşma, onun muayenehanesinde oldu. Her zamanki gibi heyecanlıydım. Odasına geçtik. Önüme bir saat koydu. “45 dakikan var”, dedi. Heyecanım daha da arttı. Elim ayağıma dolaştı. Evet bende zamana çok değer veririm. Hep planlıyımdır. Saatsiz duramam. Ve asla kolumdan çıkartmam. En değerli mücevherimdir çünkü. Gece, gündüz, yaz, kış bakarım. Ama yine de ne yapacağımı şaşırdım. Ya yetiştiremezsem endişesi esir aldı tüm ruhumu. Zaten telaşeliyimdir. Bence en eğlenceli ve tabii sanat kabul ettiğim sinemayı en sona bıraktım. Bu arada sürekli gözüm saatteydi Gerçi sinema konusu gelmedikçe o da saati anımsatıyordu… Söyleşi bitti. Dairesinin kapısından çıktım ki, “ bir şey ikram etmedim” dedi. Ben de “ içmeye çok alışkın değilim, teşekkürler” deyip ayrıldım. Yıllık iznimi bu söyleşiye ayırdım.
En rahat söyleşi Sayın Feyza HEPÇİLİNGİRLER ile oldu. Odamda kahve, çay içerek. Söyleşi bitmedikçe ertesi gün ya da hafta yine odamda çok keyifli bir şekilde devam ederek. Onu ilk gördüğümde YTÜ Çukursarayın alt koridorunda yürüyordu. Karşılıklı odalarda oturduğumuz bir öğretim elemanıyla. Tanıştırmaya kalktığında, “ben Feyza hanımı tanıyorum”, dedim. YTÜ de göreve başlıyormuş. Ne çok sevinmiştim. Nitekim o zamandan beri öğle yemeklerini birlikte yiyoruz. Mesleğe başladığımdan beri edebiyat öğretmenleriyle aram hep iyi olmuştur. Feyza hanıma yemeklerde derslerinde ne yaptığını, nasıl işlediğini soruyor ve büyük bir keyifle dinliyordum. Aslında bir ara öğle yemeklerini yazmayı düşündüm. Baktım bu söyleşiler çok güzel, en iyisi mi bunu ciddi ciddi yapalım dedim. O da memnuniyetle kabul etti.
Her sunulanın, her sahnenin arkasında , her masadaki yemeğin arkasındaki mutfak gibi bir mutfak var. Bazısı çok neşeli, bazısı acı çektiren. Ama ne olursa olsun sunulanlara bakınca her şeye değer diyorsunuz. Bunları paylaşmak da o kadar güzel ki…
11-01-2004
|