Tülay Çellek
  Mavi bir günaydın yolluyorum sabahına
Yüreğimin sıcaklığını da gününe...
 Sending a blue ‘bonjour’ to your morning,
And the warmth of my heart to your day…
 Tülay ÇELLEK


Ana Sayfa
Yazılar
Şiirler
Poems
Söyleşiler
Tül'den Yansımalar
Resimler
Art
Fotoğraflar
Photograph
Karikatür / Çizimler
Cartoon / Drawings
Tasarım
Design
Tipleme
Character
Barış
Peace
Gerze
Ders Notları
Lesson Notes
Özgeçmiş
Autobiography/cv
Belgeler
Duyurular
Değiniler
İletişim
Contact

Yayın Tarihi: 8.12.2003  

<b>TINAZ TİTİZ İLE EĞİTİME VE YAŞAMA BAKIŞ</b>


TINAZ TİTİZ İLE EĞİTİME VE YAŞAMA BAKIŞ


TINAZ TİTİZ İLE EĞİTİME VE YAŞAMA BAKIŞ

Eğitim-öğretim salt derse girmek, dört duvar arasında bu işi bitirmek olamayacağına göre eğitime ciddi şekilde kafasını, yüreğini, bileğini yoranlarla bir dizi söyleşi yapmak gerekliliğine inanarak çıktım yola. O güzelim yolun başında rastladıklarımdan biri de Sayın Tınaz Titiz’di. Onu önce basından, sonra yazılarından, kitaplarından en sonra da kendisinden tanıdım. Bu güzel tanışmayı sizinle paylaşmak istedim. Keyifli bir yolculuk olacak bana göre… Tıpkı diğer yolculuklar gibi. Sanatı ve eğitimini, fotoğrafı, belgesel tarafını da içine alan yolculuklarda olduğu gibi…

“Ezbersiz Eğitim ‘Yol Haritası’”, “Okulda Yeni Eğitim”, “Ezbere Hayır” isimli kitaplarınızı okudum. Sizinle eğitim ve yaşam üzerine söyleşi yapmak istiyorum. Tabii bu söyleşiyi yapmadan önce sizi araştırdım. İtiraf edeyim araştırma bitmedi, daha doğrusu bitemedi. Çok yönlü oluşunuz, araştırmacı yapınız, ilgilendiğiniz her konudaki derin bilginiz nedeniyle kendimi uçsuz bucaksız okyanusunuzda buldum.

İlk söyleşide yaşadığımız bir olumsuzluk nedeniyle birkaç teyp getirdim. Sayın Titiz, bu konuda benim bile bana göstermediğim anlayışı çok nazik bir şekilde gösterip kendisiyle ikinci kez söyleşi yapmama olanak tanıdı.



TÇ – Tam basın toplantısı gibi oldu. Siz alışkınsınız nasıl olsa. Şimdi abarttı diyeceksiniz biliyorum ama ne yapayım çok üzülmüştüm vaktinizi harcadım diye. Daha fazla kendimi ve sizi üzmemek ve de zamanınızı almamak için böyle tedbirli davrandım. Hayatım hep tedbirdir ama…
Kitaplarınızı okuyup bazı notlar almıştım. “öğretmek”, “öğrenmek”, “ezber eğitim”, ve “yaratıcılık” gibi. Ama sitenizdeki yabancı dille ilgili olan yazınızı okuyunca benim de kafamı çok meşgul eden Türkçe’nin yozlaşması ve yabancı dil karmaşası ile ilgili konuyu öne aldım. Eğitim - öğretim sorunsalına öncelikle dille başlamak istiyorum. Ülkemizde, eğitim gibi yararlı olması adına başlatılan ama getirildiği boyut nedeniyle bizlere olumsuzluğu da yoğun bir şekilde yaşatılan “dil-yabancı dil” sorunsalından söz etmeliyiz diye düşünüyorum, siz de uygun görürseniz. Tabii çok merak ettiğim bir konu var hakkınızda. Bilim insanısınız. Yazıyorsunuz. Yazarlık nasıl başladı? Öncelikle yazarlığa nasıl başladığınızı anlatır mısınız?

TT – Onu anlatayım 1992 yılıydı sanırım. Bir arkadaşımı iş yerinde ziyarete gitmiştim. Beni bir an yalnız bıraktı. 5 dakika kadar sonra bir ara kapı çalındı. Bir delikanlı kafasını uzatıp birisini sordu. “Burada mı?” diye. Ben de, “hayır, burada yok” dedim, gitti; tekrar döndü geldi. “Ağabey siz yazar mısınız?” dedi. “Ne yazısı?” dedim. “Biz bir gazete çıkartıyoruz, her şeyimiz hazır fakat yazı kısmı eksik” dedi. “Onun için eğer siz yazı yazarsanız basmak isteriz.” “Teşekkür ederim, ben yazar değilim, yazı yazmıyorum” dedim. Sonra aklıma geldi. “Acaba yayınlatmak istediğim bir şeyim var mı?” Diye. Gerçekten 1980 yılında o zamanın Sanayi Bakanlığına hitaben yazdığım “Elektronik Sanayinin Geleceği” ile ilgili bir raporum vardı. Rapordan bahsettim. Böyle, elektronik sanayi ile ilgili bir şey var, siz de bilişim sektörüyle ilgilisiniz, basmak ister misiniz?” “Şu an sıkıntıdayız ne verirseniz basarız. “ Dedi. “Peki” deyip adreslerine gönderdim raporu. Yalnız raporun içinde hem metin hem de şekiller, grafikler var. Hakikaten bir hafta sonra tabloid gazete yayınlandı. Bilişim sektörüne hitap ediyor ve baktım benim yazı da hemen birinci sayfadan itibaren çıkmış. Çıkmış ama grafikler eksik, sadece yazılar var. Yazıların içinde de “şekil 1 de görüldüğü gibi” diyor. Ama öyle bir şekil yok içinde. Tabii çok da anlamsız olmuş, o rapor. Ben de açtım telefonu epey tarizde bulundum. “Madem bir şey yapıyorsunuz. Doğru bir şey yapsaydınız.” Diye. Bunun üzerine özür dilediler. Bir de raporu grafikleriyle birlikte tekrar yayınladılar. Aradan bir hafta geçtikten sonra aynı çocuk ya da patronu hatırlamıyorum. Telefon etti dedi ki, “o yazınız epey iyi tepki aldı. Başka da yazınız varsa elinizde böyle yollayın bana.” Dedim ki, “başka yazı yok.” “O halde her hafta bir yazı yazar mısınız, bize. Köşe yazarı olarak” dedi. “Peki.” Dedim. Hoşuma gitti. Bende 1,2,3…. Hafta yazmaya başladım. Benim ilk yazarlığım böyle oldu. O sırada beni bir panele çağırdılar. Bedensel özürlülerle ilgili bir paneldi. Bende epey iyi hazırlık yapmıştım. Oturuş sıramıza göre bana sıra en son geliyor. Ben o bütün konuşulanları dinledikten sonra hazırladığım konuşmayı yapmaktan vazgeçtim. Yeni bir kitabın bir nevi dizin kısmını orada oluşturdum. Ve kitabın adını da orada koydum. “Sorun Nasıl Çözülmez?” İlk kitap da böyle çıktı. Fakat ilk kitabın ortaya, piyasaya çıkması daha başka. Hafif trajikomik bir durum. Ben o güne kadar yazarlıkla, kitap yazınıyla ilgili hiçbir deneyimim olmadığı için, kitapların matbaada bastırılmasının ve yayınlanmanın bir yolu olduğunu düşünüyordum. Bir de arkadaş buldum. Dedi ki, “kağıt parasını verirsen sana kitabını basarız.” Ben de dizgisini evde yaptım. Sadece baskısı kaldı. Onu da iki bin küsur bastılar. Kitap yayınlamanın bu olmadığını bu iki bin tane kitap eve getirildiği zaman anladım. Bir çırak bunları eve getirdi. “Ağabey sizin kitapları getirdik,” diye iki bin tane kitabı eve bıraktı. “Ben bunları ne yapacağım?” Dediğimde, “valla siz bunların basılmasını istemişsiniz, biz de bastık” dedi. “Basılmasını istedim ama böyle değil, nasıl yazarlarınki vitrinde satılıyor ben de öyle istedim” deyince, “ağabey o başka bir iş, onu biz yapmayız, yayıncılar yapar.” “Siz yayıncı değil misiniz?” . “Yok, biz matbaacıyız” dedi. O zaman bu ikisinin birbirinden farklı olduğunu anladım. Ondan sonra evde durmaya başladı bunlar. Yakın dostlarıma kitap yazdım diye birer ikişer tane verdim. Toplam 50 tane verdik insanlara. Ama ondan sonrası evde toz toprak içinde kalmaya başlayınca eşim söylenmeye başladı. Ben de bunları ne yapacağıma karar vermeliyim. Doğrusu utanıyorum. Üstünde adım yazdığı için kağıtçıya verip karşılığında leblebi almak, insana tuhaf geliyor. Veremedik, öyle durdu evde. Bir süre sonra bir yayınevi buldum. Buna ilgi gösterebilecek olan ufak bir yayınevi. Onlar, “biz bunları senin dediğin gibi vitrine koyabiliriz” dediler. Benim de hoşuma gitti, verdim hepsini. Aradan 5 -6 sene geçti. Ben farkında değilim ne kadar olduğunun Ankara’dan milletvekili adayı oldum. Kahvehanede konuşma yapıyoruz. En arkalardan bir hanım beni dinliyor ara sıra alkışlıyor ve zaman zaman da elinde bir fotoğraf var onu çıkartıp sallıyor. Uzaktan o fotoğrafın ne olduğunu göremiyorum. Konuşma bitti. O hanım kalabalığı yararak yanıma geldi. Elimi sıktı ve dedi ki, “Sizin bir gazetede yazılarınızı okumuştum. Çok hoşuma gidiyor. Kitabınız da tesadüfen elime geçti. ‘Sorun Nasıl Çözülmez’. Bakın sorunun niye çözülmediğini bu fotoğrafa bakarak anlayabilirsiniz” dedi. “Nedir o fotoğraf?” dedim. Aldım, baktım. Bir apartmanın üst katından çekilmiş bir bahçe fotoğrafı. Bahçede bir takım tenekeler yan yana duruyor. Yağ, zeytinyağı tenekeleri gibi bir şeyler. “Ben bu fotoğraftan bir şey anlamadım, nedir bu fotoğraf?” dedim. “Dikkatli bakarsanız anlarsınız, bu aşağıdaki tenekeler turşu tenekesi. Turşu tenekeleri toprağa deyip de altları çürümesin diye altlarına sizin kitapları koymuşlar, Sorun Nasıl Çözülmez’ kitaplarınızı, kitabınız bu işe yarıyor, işte sorun bunun için çözülmez, kitaplar turşu tenekesi altı olarak kullanıldığı sürece sorun çözülmez” dedi. Benim ilk kitabımın macerası böyle. Sorun nasıl çözülmez? Şimdi bir tane elimde kaldı. Turşu tenekesi altına konmayan bir kitabım var. Ondan sonra bir daha matbaada kitap bastırmadım. Yayınevlerinde bastırdım. Yazarlığa başlamamın hikayesi böyle. Tamamen tesadüf yani.

TÇ – İyi bir tesadüf. Gerçekten de yazın ve eğitim dünyasında iyi bir yer edindiniz. Bizleri bilgilendirmek ve ipuçları vermek açısından inanılmaz bir şekilde yararlı oldunuz. Bilim Teknik dergisinde iki bölümden oluşan yabancı dille ilgili yazınızı okudum. Çok beğendim. Beni çok düşündüren, kafamı ciddi şekilde yorduğum bir konuya değinmişsiniz ve madde madde yazmışsınız. Yabancı dilin öğretiminin Türkiye’deki boyutuna biçimsel ve içerik olarak değinelim. Yabancı dillerin öğrenilmesinin gerekliliğine inanıyorum. Ama getirilen boyutu tartışmak lazım diyorum.

TT – Zannediyorum ki o yazıyı okuyanlar veya yabancı dil üzerine yapılan söyleşileri dinleyenlerde hemen şöyle bir kuşku oluşuyor. Yani yabancı dilin gerekliliğine inanamıyor musun? gibi… Ben doğrusu, hani eski bir özdeyişimiz vardır “bir dil bir insan, iki dil insan” diye; Gerçekten bunun yüzde yüz deneyime dayalı yaşam birikiminin sonucu söylenmiş bir söz olduğuna inanıyorum. Ve bu günün ilişkiler dünyasında bir yabancı dilin veya ikinci dilin değil, üçüncü, dördüncü dilin dahi önemli olduğuna bunun hatta zorunlu olduğuna inanıyorum. Ayrıca da bir ikinci dili öğrendikten sonra üçüncüsü, dördüncüsü -hele aynı dil grubuna dahilse- dillerse daha da kolay öğrenilebileceğini düşünüyorum.

Ana dilinin öğrenmeksizin, şimdi söyleyeceğim noktaların üzerinde iyi durulmaksızın sadece yabancı dilin öğrenilmesinin doğru olmadığı, ayrıca doğru olmadığını bir kenara bırakın mümkün olmadığı üstünde durmak istiyorum.

TÇ – Kitabınızda da İngilizce öğretimiyle ilgili geniş bir bölüm var. Oldukça da ayrıntılı bilgi var. Sözcüklere kadar, önekler, sonekler gibi…

TT – İzmir’de bir kolejdeki 3 yıllık deneyimlerim sırasında, sadece anadille yabancı dilin ilişkisini değil, anadille bütün diğer derslerdeki başarıların ilişkisinin çok yakın olduğunu birebir korelasyon bulunduğunu gözledim. Hatta bırakın onu, giriş sınavları gibi eğitimle ne kadar ilgisi olduğu tartışmalı konularda dahi anadil başarısının bunları dahi çok yakından etkilediğini gördüm.

Tabii eğilim öyle ki anneler, babalar ve eğitimciler, insanların kendi dilini çok önemsemeyip küçük yaştan itibaren başka bir dili öğrenmesinin sevdasına ya da çabasının içine düşüyorlar. Bu mümkün değil. Kendi ana dilini, ağzından çıkanların ne anlama geldiğini tam olarak bilmeyen bir kimsenin bir başka dili öğrenmesinin mümkün olmadığını ancak o dili öğrenmiş olmanın taklidinin yapılabileceğine inanıyorum.

Nitekim Türkiye’de bu gün çok karşılaşıyoruz yabancı dili çok iyi özümsememiş, ana diliyle iyi bir bütünleşim sağlamamış olan insanlarda yabancı dilden ziyade yabancı kültürlerin belli mimiklerinin, jestlerinin taklidinin çok yaygın olduğunu görüyoruz. İşte bizim kendi kültürümüzde şaşırdığımız zaman dile getirdiğimiz nidalar var. “Vay, ya, o, öyle mi” gibi. Bunun yerine “vav” diye diye bir şey çıktı. Bizde böyle bir şey yok. Biliyorsunuz her yerde insanlar vav diye birtakım sesler çıkartıyorlar. Tişört giyiyorlar. Göğüslerinde “University of Oclohama” yazıyor. İnşaat işçileri bile bunları giyiyorlar.

Sonuçta yabancı dil öğrenmek değil ama onun tavırlarını, jestlerini taklit etmek gibi böyle bir yapay tatmin yolu sağlanmış oluyor. Ama bu insanlar ana dillerinde masa, sandalye, tentürdiyot dendiği zaman ne anlama geldiğini bile bilmiyorlar.

İtiraf ediyorum. Ortaokulda, lisede hatta üniversitede üçgenin hipotenüsü dendiği zaman, niye ona hipotenüs dendiğini, bu sözün niye o dik üçgenin diğer dik olmayan kenarına verilen isim olduğunu anlamamıştım. Daha doğrusu anlamamıştım değil, hiç böyle bir soru aklıma gelmedi. Şimdi şimdi anlıyorum ki hipotenüs, “iki nokta arasına gerilmiş” anlamına geliyor. Tentürdiyot ve tetanos sözcükleri de aynı yerden geliyor. “Kaslarda gerginlik yaratan” anlamına geliyor.

Şimdi okuduğumuz mesleki veya genel kültür dersleri içinde kullandığımız sözcüklerin çoğunun ne anlama geldiğini bilmeksizin kullandığımızı düşününüz. Boğaziçi Üniversitesinde mütercim tercümanlık bölümünde Bülent AKSOY diye bir hocamız var. O “efendi” sözcüğünün kökenini çözümlemişti. O beni çok etkilemişti. Oto ve hentes sözcüklerinden geliyor. Oto, kendi kendine, hentes de buyruk demek. Kendi kendine buyruk veren. Oradan döne dolaşa afante, afandi, efendi sözüne geliyor. Hatta Çinliler Nasrettin Hoca için bir kitap yazmışlar. Kitabın adı “Afanti”. Afantiyi görünce önce ne olduğunu anlamamıştım. Afanti, efendi anlamında. İşte bu oto hentes lafından bozma olarak buralara gelinmiş. Dolayısıyla masa, sandalye, marangoz, direk dediğimiz zaman neyin nesidir? Bende hiçbir şey çağrıştırmıyor. Ayna dediğimiz zaman bunun Arapça da “ayn”dan, gözün kendisini görmesi anlamından gelen söz olduğu bende çağrıştırmıyor. Ya da hipotenüs dediğimde yine “iki nokta arasında gerilmiş” demek olduğunu çağrıştırmıyor; yani ağzımdan çıkanlar bende somut olarak bir şeyler uyandırmıyor.

Böyle olunca sık sık halk arasında duyarız; “ben dediğimi size tam ifade edemedim, siz beni yanlış anladınız” gibi kalıpları. Bunun nedenini şimdi şimdi anlıyorum. Çünkü problem karşınızdakinin anlayış eksiği değil, insanların kendi kafasında ifade etme isteğine tam karşı gelen somut deyimler yok. Soyut kavramlar ki, medeniyetin ölçüsü olarak soyut kavramların çokluğu gösteriliyor. Çünkü yüksek değerlikli, yüksek katma değerli düşünceler ancak soyut kavramlarla oluşturabiliyor. Yani masa, sandalye, kurşun kalem gibi sözcüklerle elin dokunduğu, gözün gördüğü 5 duyumuzla algılayabildiğimiz şeyler çok yüksek düşüncelerin ifade edilmesine yetmiyor. Ama bunlar aracılığıyla edindiğimiz, bunlara yüklediğimiz anlamlarla bunları soyut hale getirdiğimiz zaman yüksek değerlikli bir şeyler ifade ediyoruz. Mütevazı dendiği zaman tek başına masa, sandalye gibi somut değil; mütevazı dediğimiz zaman, tevazu olan bir şeylerle karşı karşıya geldiği anlamını anladığınız anda mütevazının ne olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Onun için anadilini öğrenmemiş bir insanın yabancı dili öğrenmesinin imkansız olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bunun için yazdım. Birinci nokta buydu. İkinci nokta; yabancı dil öğrenmenin hangi yaşta, hangi sınıfta, hangi düzeyde olursa olsun zorlayıcı bir neden olmaksızın öğrenilemeyeceğine inanıyorum. Bu zorlayıcı nedeni de birisinin baskısı anlamında kastetmiyorum. Bireyin kendisinin ihtiyaç duymasını kastediyorum. İçerden kaynaklanan bir ihtiyaç. Böyle bir ihtiyaca dayalı olmayan, böyle bir ihtiyacın üstüne inşa olmamış bir yabancı dil öğrenme istediğini hüsranla sonuçlanacağını sadece olsa olsa herkesin hoşuna gidebilecek, başkalarına şaşkınlık yaratabilecek olan bazı tekerlemeleri ve unvan kazandıracak olan, yabancı dil biliyor musunuz dendiğinde, evet ben yabancı dil biliyorum gibi bir şişinme aracı olabileceğini biliyorum. Halbuki hepimiz yaşamımızda rastlamışızdır. Sadece yabancı dil için değil başka konular için eğer bir şeye ihtiyacınız var ise onu çok kolay öğreniyorsunuz. İnanılmaz bir hızla ve tekrarlamadan öğreniyoruz. Bu, tekrara dayalı olmayan öğrenme’ dir. Bizim eğitim sistemimiz ihtiyaca dayalı olmadığı için tekrara dayalıdır. Yani öğrenme iki türlü oluyor. Ya tekrara dayalı oluyor, beynimize kazınıyor bir şey. Yahut ta ihtiyaca dayalı oluyor. Ben Siyasi yaşamımım 12 senelik bölümünden hatırlıyorum.

Zaman zaman seçimlere katılırdık. Seçimler sırasında da midibüs ya da otobüs gibi araçlarla geziler olurdu. Sabahın erken saatinde binersiniz. O partinin favori şarkısı, türküsü olur. Akşama kadar yüksek sesle bangır bangır çalar ve akşam eve hurda halinde geldiğinizde etraf sessizdir. Ama kafanızın içinde sonuna kadar açılmış bir sesle saatler boyu çalar ve siz onu susturamazsınız.
Tekrara dayalı öğrenme ve bu tekrara dayalı öğrenmenin de en yoğun olduğu alan fen bilimleri ve mühendisliktir. Halbuki genel inanç sosyal bilimlerin ezbere çok yatkın olduğudur. Öyle değil tam tersine, fen bilimleri ve mühendislikte tekrara dayalı öğrenme çok yaygındır. Orada birbirine benzemez problemleri -ama aynı kategoriye ait problemleri- defalarca çözerek artık o gruptan başka bir şey önümüze çıkma olasılığı kalmayıncaya kadar tekrarlatırlar. Böylelikle bir nevi zihinsel travma yoluyla zihnimiz kazınır.

Halbuki ihtiyaca dayalı öğrenme yönteminde bir defada öğrenilir. “Anladım” dediğinizde, yani bir şeye çok ihtiyacınız olduğu anda, tam önünüze çıktığında hiçbir çaba göstermeksizin bir defada öğrenirsiniz. Buna ait örnekler hepimizde vardır. Bende de çok var böyle örnekler. Anlamadığım, ihtiyaç duymadığım bir şeyi öğrenmekte çok zorluk çekerken, çok ihtiyaç duyduğum bir şeyi bir defada ve inanılmaz bir süratte öğrenebiliyorum. Herkes böyledir. Benle ilgili bir şey değil bu. Dolayısıyla yabancı dil öğrenmekteki dürtü de mutlaka ihtiyaç olmalıdır.

Kolej hazırlık sınıfına giden, kaç yaşında olur? 12-13 yaşında olur. Bu ihtiyaç,13 yaşındaki bir insanda, onun öğretmeni, annesi, babası durumunda olan biz yetişkinlerin yaş grubunun ihtiyaçlarıyla örtüşmeyen bir zorlama biçiminde dile gelecektir. Ben bir çocuğun, yabancı dili öğrenmesini istediğimde, piyasadaki iş ihtiyaçlarının genellikle yabancı dil gerektirdiği, dünyadaki değişimlerin yabancı dil bilmeden algılanamayacağı, çeşitli kültürlerin yabancı dil aracılığıyla algılanmasının ancak mümkün olduğu gibi gerekçeleri sergilerim. Halbuki çocuğun o andaki ihtiyaçları içinde kız olsun erkek olsun yüzündeki sivilceler, karşı cinse kendini beğendirip beğendiremediği, spor, basketbol, voleybol ne oynuyorsa onu iyi yapıp yapamadığı, arkadaşları arasındaki iyi fıkra anlatması, bir enstrüman çalması, popülaritesi gibi dürtüler yatıyor. Onun ihtiyaç alanı içindeki öncelikler bunlar. Benim önceliklerim bana göre çok anlamlı, belki benim yaş grubum içindeki insanlar içinde çocuğun geleceği için anlamlı. Ama o yaş grubu için, şu anda bunun anlamı yok. İzmir’deki bir eğitim kurumu içindeki deneyimim sırasında bir ara spor kazası geçirip bileğimi kırmıştım. O zaman bir deneyim yaşadık. Lise 1 ve 2. sınıf çocuklarına, ikinci derece denkleminin, ikinci derece matematik fonksiyonların köklerinin irdelenmesi işini öğretmeye çalışıyor matematik öğretmenleri. Biz de onlardan ezbersiz eğitim yapmalarını istiyoruz. Ve gelip bana şikayet ediyorlar. Bu işin imkansız olduğunu, matematikte zaten ezber olmadığını, ezbersiz eğitimin lüzumsuz olduğuna dair şeyler söylüyorlar.

Bunun üzerine ciddi ciddi düşünmeye başladım. O yaştaki bir çocuğa, gence, ergenlik çağındaki bir insana ikinci derece matematik fonksiyonun kökleri nasıl öğretilir? Onun ilgi alanlarıyla üst üste gelmediğini biliyorum. Bunun üzerine, gazetelerde pop şarkıcılarıyla ilgili sayfalarında “top ten” dedikleri tepedeki, zirvedeki 10 la birleştirdim konuyu. Dikkat edince bunların haftalar itibariyle bir eğri çizdiği, yükseldiği andan sonra zirvede bir süre kaldıktan sonra indiğini, onların o değerlerini, popülaritesini, yani birinci sırada mı, onuncu sırada mı, onun dışında mı olduğunu gösteren indekslerin, göstergenin X ve Y fonksiyonu cinsinden ifade edildiğinde bir 2. dereceden denklemi olduğunu, ondan sonra bunun bir parlayıp sönen şarkıcı mı olduğu veya zirvede uzun süre kalan bir insan mı olduğu, eğrinin eğimiyle ilişkili olduğunu, bunun ne kadar süratle yükseldiğinin türev demek olduğunu, zirvede ne kadar kaldığı, kökünün yeriyle ilişkili olduğunu anlayınca çocuklar çok zevk duyarak ve severek bunu öğrenmeye başladılar. Çünkü ilgi alanlarına denk geldiğini gördük. İlişkilendirme meselesi yani.

Biz erişkinler olarak kendimize bir takım değer ölçüleri koymuşuz ve bunları bizden yaşı çok daha farklı olan insanların benimsemelerini ve buna göre öğrenmelerini istiyoruz. Bunun için de elimizde yaptırım araçları, tehdit araçları var. Diploma, sınıf geçme, not verme vs. gibi. Diploma, ikiye katlanmış kağıt anlamına geliyor. Kağıt çok ölümcül bir araç haline dönüşüyor. Bir süre sonra kişiyi aç, mesleksiz bırakabilecek bir enstrüman haline geliyor. Onun için yabancı dil kargaşası içinde ilk karar verilmesi gereken bu insanlara ihtiyacın ne olduğu, konusunun gündeme getirilmesidir.
Eğer biz ısrar ediyorsak ki bu çocuklar filan okulu bitirdikleri anda bir yabancının aksanıyla bir dili konuşur “taklidi” yapacaklar, biz bugünkü yönteme devam edelim. Ama yok öğle değil de biz bunların gerçekten bir dili, kendini ifade etmek ve ifade edilenleri anlama hatta bir problem çözme aracı olarak kullanmalarını istiyorsak ki dil öğrenmenin amacı budur herhalde, yabancı dil öğrenmeli diyen insana verilecek cevap budur.
Ben problem çözme dağarcığıma yeni bir alet, yeni bir araç katmak için yabancı dil öğreniyorum. Yoksa başkalarına hoş görünmek, dilimi dudağımın arasına sıkıştırarak “the” sözcüğünü söylemek için değil. Böyle baktığınızda o zaman anadilini iyi öğrenmek, ana dilinde her bir sözcüğün kendisine uzun, derin anlamlar çağrıştırmasının farkına varmak ondan sonra bunu Malezya, Utantu dilinde Mısır dilinde, İngiliz dilinde nasıl yapılır, onun çeşitli türevlerini öğrenmek şeklinde algılandığı anda o zaman bütün işin stratejisi, yol haritası değişir.

Artık 13 yaşında, ergenlik çağında olan insanlara dilbilgisi, yabancı sözcüklerin her gün belletilmesi gibi yöntemler yerine, bir dilin ana unsurları nedir, bir kökün arkasına veya önüne ön ad, önekler, sonekler getirerek somuttan soyuta nasıl çeşitlendirilir, bunlarla kendimizi daha iyi nasıl ifadelendirebiliriz? Bunun sihri, bunun zevki anlaşıldığı takdirde bizim insanlara yabancı dil konusunda hiçbir şey söylememize lüzum yok. Onlar bunun en iyi yolunu bulup öğreneceklerdir. İhtiyaç olarak hissettikleri anda öğreneceklerdir. Dolayısıyla yabancı dil konusunda bugün ki bu histeri nöbetini terk edip ana dilini iyi öğrenmesini sağladığımız zaman yabancı dilin temelini iyi atmış olacaksınız. Ana dilini iyi bilen toplumlarda özellikle Anglosakson toplumlar ana dilini iyi biliyor. Bir yabancı, aksanı biraz bozuk da olsa Türkçe yi çok iyi şekilde öğreniyorlar ve kullanıyor. Kanıt olarak size Türkiye’de yaşayan ve Türkçe’yi iyi öğrenmiş yabancıları göstermek istiyorum. Onların aksanlarından hemen Türk olmadıklarını anlıyorsunuz. Ama itiraf etmem gerekir ki onların ifade zenginlikleri, o sonradan öğrendikleri Türkçe’yle sağladıkları ifade zenginlikleri bizim Türkçe’yi iyi bildiğini düşündüğümüz insanların Türkçe ifade zenginliklerinden daha fazladır.



TÇ – Yabancı dille ilgili yazınızda aklıma takılan bir şey var. Fransızca ve İngilizce’den de söz açmışmışsınız. Fransızların, Almanların dillerine nasıl sahip olduklarını ama onlarında gerektiğinde nasıl yabancı sözcükleri aldıklarını yazmışsınız. Onlar da başka dilleri öğreniyorlar. Aradaki fark, sizin biraz önce anlattığınızdan kaynaklanıyor. Biz de yabancı dil öğrenmek istiyoruz, bize de gerekli ama onlarda içsel bir durum var, kimlikli, kişilikli bir yapı var…

TT – Kimlikli bir durum var ve genelde ana dillerini çok iyi öğrenmişler.

TÇ – Kimliklerine, kişiliklerine, dillerine sahiplenme. Bizde ise özenti hakim.

TT – Biz ses çıkartmasını öğreniyoruz. Onlar ifade etmesini biliyorlar. Bizim ağzımızdan, boğazımızdan bir takım sesler çıkıyor. Papağanın da boğazından bir takım sesler çıkıyor. Papağan aptal olduğu için değil, o belki çok akıllı ve çok becerikli bir hayvan. Muhabbet kuşu da öyle. Onlarda bir takım sesler çıkartıyorlar. Ama doğrusu ben 61 yaşındayım. Masa dendiği anda bende hiçbir şey çağrıştırmıyor. Masa ya da pirzola, benim için hiçbir farkı yok. Masanın şunlardan bir tanesi olduğunu, pirzolanın da o olduğunu biliyorum. Ama niye ona pirzola deniyor. Niçin buna masa deniyor? Bilmiyorum. Aynen bir çocuğumuzun da hipotenüs, tentürdiyot, tetanos dendiği zaman ne ifade ettiğini bilmediği gibi. Dolayısıyla ben, bu topluma dilsiz toplum diyorum. Dili olmayan bir toplum.

TÇ – Birde şunları gözlemledim. Türkçe cümlenin tam ortasına İngilizce sözcük kullanıyorlar. Bence bu Türkçe’ye de, İngilizce’ye de saygısızlıktır.

TT – O tabii bu beceriksizliğini telafi etme ihtiyacından kaynaklanıyor. Yani insanlarımıza dikkat edin çok iyi yabancı dili bilen insanlar kesinlikle bunu yapmıyorlar. Hatta burada bire bir orantı var. Bir dile hakim olma düzeyi arttıkça insanlar daha düzgün, arasına başka bir şey karıştırmadan konuşuyorlar. Dile hakimiyet azaldıkça arasına yabancı sözcükleri katarak, yani ben de yabancı dil biliyorum, hatta ben bu sözün Türkçe’sini unutacak kadar o dili biliyorum gibi iş bir ukalalığa dönüşmeye başlıyor. Maalesef böyle. Tabii ki bazı zorunlu terimler var. Ona bir şey demiyorum. Fransız da dil konusunda bu kadar milliyetçi olmasına rağmen la chip diyor. Ama bunların hiçbir zaman anadillerini öğrenme konusundaki tutkularını zedelemiyor. Alman da televizyon demiyor. Ferzehen diyor galiba. Uzaktan görüntü anlamında gibi. Aslında teknolojiyi üreten genelde ismini de koyuyor.

TÇ – Kendi dillerine sahip olma bilim dillerini de oluşturmuş. Bizde kendi dilimize bu kadar sahip olunca niye Türkçe bilim dili olmasın?

TT – Türkçe için ayrıca şöyle öngörüler de var. Yapısı itibariyle ön ve son eklerle zenginleştirilmesi sayesinde çok da mantıklı bir yapısı olduğu, hatta geleceğin dili olma gibi özelliği olduğuna dair Noam CHOMSKY’nin iddiaları var, olabilir. Bence herhangi bir dil bu hale gelebilir. Yeter ki ne söylediğimizi, ağzımızdan çıkanın kulağımızın duyma ihtiyacının farkında olalım. Bunun farkındaysanız bence Hotantu kabilesinde dahi iyi dil konuşabilirsiniz. Bunun farkında değilseniz, en ünlü kolejlerden mezunsunuzdur ve hiç de bir şey bilmeyebilirsiniz.

TÇ – Ve hala ülkemiz de gelişmekte olan ülke konumunda kalır.

TT – Evet. Bana bir yabancı şöyle bir şey söylemiş ve ciğerimin ortasına oturmuştu. Çok doğru olduğu için de hiçbir şey söyleyememiştim. “Biz normal olarak sizin anlayacağınız gibi bir dille yazar ve konuşuruz. Ama çıkarlarımızın tehlikeye girdiğini fark ettiğimiz, hissettiğimiz anda öyle bir dille konuşmaya ve yazmaya başlarız ki siz onu anlayamazsınız. Ama utandığınız için de anlamadığınızı belli etmezsiniz. İşte bizim size karşı en büyük üstünlüğümüz dilimizdir.” Ben bunu gördüm. Bizzat yaşadım. Avrupa Konseyinde çok ünlü kolejlerden birinden mezun bir milletvekili arkadaşımız oradaki özel dili olan, kendine özgü olan bir dili -ona da jargon diyelim-, Jargonu bilmediği, ama bilmediğini de bilmediğinden Avrupa Konseyine kabul oylamamızda çekimser oy verdi. Aleyhte vermedi ama, evet de diyemedi. Tabii sırf anlamadığından dolayı. Bu nedenle, ağızdan çıkanı kulağın duyma özelliğini dikkate almayışı, sonuçta en ünlü kolejden yabancı dil bilmeyen insanların çıkmasına yol açar. Ben bunu kimseye anlatabileceğimizi, kimseye kabul ettirebileceğimizi özellikle ünlü kolejlerden mezun olan, dünyanın parasını vererek, çok büyük iftiharla bunu herkesin gözüne, kulağına sokmaya çalışan insanların kabul etmeyeceğini biliyorum ama bu konuda uyanıp kendi kendimize bir çimdik atmanın zamanı geldi.

TÇ – Ben de bir şeye takılırım. Haberleri hep dinlerim. O Avrupa’daki toplantılarda herkes kendi diliyle konuşur. Ve herkeste kulaklık vardır. Fakat bizimkilere sıra gelince Türkçe değil İngilizce konuşurlar.

TT – Evet bizimkiler çat-pat Kapalıçarşı İngilizce’siyle orada dertlerini anlatmaya çalışırlar.

TÇ – Üstelik de dünya Fransızca’yı, İngilizce’yi duyuyor da Türkçe’yi niye duymuyor? Bir yerlerde duyulması lazım. İnsanlarda alışsınlar buna. Türkçe de var, Türk de. Bunu kafatasçı olarak getirmiyorum. Ama kişiliksizliğe de, kimliksizliğe de hoş görülü değilim doğrusu.

TT – Bu aşağılık duygusu sonuçta. Niye böyle olduğunu, niçin oralarda böyle konuşulduğunu anladığımı sanıyorum. Dil gerçekten duyumsadıklarımı, düşündüklerimi ifade etmenin bir aracı değil, sadece ses çıkartma aracı ise bunu bildiğim herhangi bir şekilde, hoşuma giden biçimde söyleyebilirim. Nitekim bazı sözcükler var. İnsanlar bu sözcükleri diğerlerinin arasına katmaktan hoşlanıyorlar. Hani evimizde eşyalar vardır. Sorduğumuz zaman hepsi mantıki bir dizin içinde değildir. Yani niye şunu buraya koyuyorsun? Niçin bu biblo burada? Öyle hoşuma gidiyor. Mantıki bir neden sorarsınız, söyleyemez. Belli şeylerin mantığı vardır. Buzdolabı niye burada? İşlevseldir. Ama bazı şeyler öyle değildir. Hoşuma gittiği için öyle. Niçin bu kravatı takıyorsun? Niçin bu eşarbı takıyorsun? Ne bileyim, hoşuma gidiyor olduğu için denir.
İnternational, lojik, kompozit, konsept vs. gibi sözcükler söylendiği zaman ağız dolduran ve içine deruni bir takım anlamlar yüklendiği zannedilir. İnsanlar bu konuda uzmanlaşmışlar. Böyle sözcükleri yan yana getirerek bir şey ifade etmeden, bir şey ifade ediyormuş durumu çıkıyor.

Benim kızım erken yaşta evde çok konuşan bulunduğu için onları taklit etmek ihtiyacı duyardı. Daha 1 yaşındaydı sanırım, oturur annenin elini, kolunu, yüzünü, mimiklerini benzeterek taklit yapardı ve bütün bu sözcükleri söylerdi. Ama kendisi bir şey anlamadan söylüyor. Hatta biz onları teybe aldık. Yıllar sonra dinleyip gülerdik. Çocuklar da yapıyor böyle. Anlamadığı şeyleri peş peşe söylüyorlar. Onun için toplumumuzun da silkinip uyanmasını, doğrusu bu farkındalığın yaratılması gerektiğini söylüyorum. Ağzımızdan ne çıktığını ne olur bir an düşünün. Ben ne söylüyorum? Duvar dediğim zaman ne demek? Kağıt ne demek? Bunu biraz merak etsin insanlar. Ana dili Türkçe olan birilerinin bu ihtiyacı hissetmiş olmasını istiyorum. Örneğin bu kişilerden ilki Atatürk’tür. Bursa Merinos suni ipek fabrikasının açılışı sırasında orada bulunuyor. Bir resim imzalatıyorlar kendisine. Bu resim bizde var. Altında merinos suni ipek fabrikası diye geçiyor. Suni sözcüğünün nereden geldiğini yazıyor. Sun-ğ yazan, sunğ diye okunan bir sözcük var. İngilizcede de, güneş anlamına gelen “sun” sözcüğünü kullanıyoruz. O da Farsça ve Arapça kökünde veya öz Türkçe de güneş anlamına geliyor. ray-on lafında olduğu gibi ışın anlamında. Hakikaten ince bir delikten püsküren ışın inceliğindeki yapay naylon malzemesi olduğunu gösteriyor. Güneşten çıkan ışınlar gibi fışkıran anlamında kullanılıyor. Yani bir dile bu kadar sahip olan lider Atatürk. Atatürk’e dahi etimolojik çözümlemenin yapılmaması gerektiğini, çünkü yapılırsa Türkçe diye zannettiğimiz sözcüklerin köklerinin Yunanca, Latince vs. gibi Türkçe olmayan yerlerden geldiğine, bunun da bizim çıkarlarımıza aykırı olduğuna ikna ediyorlar ve yaptırmıyorlar. Şu anda Türkçe de iki tane köken bilim sözlüğü var. Bir tanesi oldukça sınırlı. Ama diğeri ansiklopedik olarak A dan E ye kadar yayımlandı. E den sonra da herhalde geliyor, yolda. Mükemmel bir yayın. Bir Avusturyalı Türkolog tarafından yapılmış. Oğlum bir sözcük bulmuş. Türk Dil Kurumuna yazarak sordu. Bu sözcük ne demektir? diye. Bezez diye bir sözcük TDK dan cevap verdiler. Türkçe’mizde böyle bir sözcük yoktur diye. Ansiklopedik olanda bezez sözcüğünün nereden geldiği ve ne anlam taşıdığı açık açık yazıyor. Bunun fotokopisini çekip yollamıştı TDK na. Onun için bu ağızdan çıkanı kulağın duyması işini bütün kurumların, özellikle okulların kapısına yazmamız gerekiyor. Kendi dilini bilmeyen bir insanın ne doktor, ne avukat, ne mühendis olabileceğini aklım kesinlikle almıyor.

TÇ – Buna katılıyorum. Az önce siz konuşurken “merak” sözcüğünü not aldım. Konu yabancı dil de olsa, başka bir konu da olsa eğitime gelmek durumundayız. Kitaplarınızda da sık sık geçen merak, yaratıcılık, ezber eğitim ve öğrenmek, öğretmek sözcüklerinin açılımını yaparsanız sevineceğim. Çünkü girişte yaptığımız konuşma daha yerine oturacak ya da en azından tespitlerinizi, eleştirilerinizi önermelerle zenginleştirirsek, karşılıklarını verirsek yararlı olacaktır inancındayım. Tabii bunların, kesin ve reçete olarak sunulmasını kastetmiyorum. Üstelik sizin de bu konudaki duyarlılığınızı biliyorum. Ama yine de böyle bir açılım yaparsak iyi olur kanısındayım.

TT – Yapalım, kuşkusuz herhangi bir kavramdan yola çıkabiliriz. İster “yaratıcılık”, ister “öğrenme”, “öğretme” diye. Şuradan yola çıkalım isterseniz. Yaratıcılık öğrenmenin yöntemlerinden bir tanesi diye görüyorum. Öyle açıklamaya çalışıyorum. Öğrenme ise sadece insanlarda değil, bütün canlıların, hatta yarı canlıların – ki o alana ait fazla bilgim yok- bitki ile hayvan arası veya bitkiyle cansız dediğimiz taş, toprak arasında bazı tek hücrelilerin bir özelliği. Öğrenme yetisinin onlarda da olduğuna inanıyorum. Onları gözlem imkanımız arttıkça, onlar hakkında daha çok bilgi sahibi olabiliyoruz. 21. yy’ın hayvan psikolojisi yüzyılı olacağı yönünde öngörüler var. Halbuki bundan önce sadece psikolojinin insanlar için söz konusu olduğu, hayvanların herhangi bir şey hissetmediği düşünülürdü. Şimdi artık bunun hiç böyle olmadığını, hayvanların en az bizim kadar – hatta bana sorarsanız bizden daha fazla hislerinin güçlü olduğuna - psikolojilerinin olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla bütün bu varlıkların, varlığını sürdürebilmesinin altında yatan bir tane dürtü var. Bu onlara -dindarsanız tanrı deyin, dindar değilseniz doğa deyin- ne derseniz deyin o olgunun bir hediyesi. Hatta hediye de demeyelim. Olmazsa olmazı diyelim: o özellik öğrenmek. Öğrenme, kesinlikle birisinin dizinin dibine oturarak, ona tekrar ettirerek bir şey öğrenmek filan değil. Varlığını sürdürmeyle iç içe olan, hatta varlığını sürdürme, eşittir öğrenme diyebilirim. Eğer bir şey öğrenilebiliyorsa varlık sürdürebiliyor demektir. Hatta bundan sonra öğrenme yerine varlığını sürdürme diyebilirim. Öğrenci yerine de, varlığını sürdüren diyebilirim. Eğer birisi varlığını sürdürüyorsa mutlaka öğreniyordur. Çünkü çevresindeki onu çevreleyen fiziki, sosyal ve diğer bütün koşullar değişirken, eğer o değişmeden kalabiliyorsa varlığını sürdürmesine imkan yoktur. Aynen, direksiyonu belli bir yöne sabitlenmiş bir otomobil gibi, yol düzgünken çok güzel, çok süratli gidebilir. Ama ufak bir dönemeçte gidecek, karşı tarafa çarpacaktır. Dolayısıyla sürekli olarak o yolun kavislerine, eğriliklere göre direksiyonunu ayarlamaya öğrenme diyorum. Yaşamın önümüze getirdiği çeşitli değişkenliklere göre kendimizi uydurabilmek, onun çözümlenmesine, o çözümlemelerine göre kendimizi değiştirmemize bağlı. Ben buna öğrenme diyorum. Ve bunun altında mutlaka “ihtiyaç” yatar.

TÇ – Bunu bizim eğitim sistemimize kadar getirebilir miyiz?

TT – Oraya getirelim. Bizim eğitim sistemimizde öğrenme ya da öğretme dendiği zaman bu, demin tanımladığımız öğrenme kavramın tamamen dışında olan bir şeydir.

O da şu; egemen sınıf dediğimiz, toplumun bütün kurallarını koyan yapıyı düşününüz. O sadece hükümet ve Millet Meclisi değil. O yapı içinde hükümetin, meclisin bir bölümü var. Sivil toplum kuruluşları var. Hiçbir unvanı olmayan kişiler, kurumlar var. Ağalar, şeyhler, şıhlar vs. bunlardan ibaret. Fiiliyatta olan bir egemen mekanizmayı kastediyorum. Egemen yapı deyince bunu ne yüceltme ne de aşağılama anlamında söylemiyorum. Ama dağılmış bir otorite var. Bu otorite tanımlanmış, yasal otoritenin bir bölümünü kapsayan ve tanımlanmamış bir bölümünü de içine alan daha karmaşık bir yapı. O yapının benimsediği doğrular ve yanlışları akıl boyutunu, iyiler ve kötüleri ahlak boyutunu, güzeller ve çirkinleri ise estetik boyutunu oluşturur.
Yaşamın her anında bu üç boyuttaki değer yargılarının bir bileşkesi söz konusu olduğuna göre, bu bileşim içinde her kesimin rolü var. Şeyhin, şıhın da istekleri, doğruları, güzelleri var. Yasal otorite dediğimiz meclisin, hükümetin de doğruları var. Bilim dünyasının, akademinin de, bunun içinde doğruları, iyileri, güzelleri var. Dinin de iyileri, doğruları, güzelleri var. Mafyanınkinin de, ahlaksızının da, ahlaklının da doğruları var. Bütün bunların bir bileşkesini yaşıyoruz. Bu otoriteye mutlak otorite diyebiliri, çünkü onun üzerinde daha etkili bir otorite yok. Bu gerçeği hazmetmemiz gerekiyor. Bu gerçeğin işimize gelip gelmemesi, bizim değer yargıları kümemizle uyum halinde olup olmaması başka, bu gerçekliğin var olup olmaması başka.

Dolayısıyla bütün yargılarımız bunların bir bileşkesinden oluşuyor. İşte bu günkü eğitim sistemimiz bu mutlak otoritenin tanımladığı bir eğitim sistemidir ve o bileşik yapının isteğine “tam olarak” uygundur.

Hani deniyor ya, “eğitim sistemimiz bozuktur” diye. Gerçekte ise eğitim sistemimiz mutlak otoritenin isteğine tam uygundur, “bozuk” filan da değildir. Ha, evrensel kabul görmüş akıl, ahlak ve estetik boyutlarının ölçütlerine uygun olmayışı o tamamen farklı bir problem tanımını gerektiriyor.

Bu durumda problem, bileşik otoritemizin değer yargılarıyla evrensel değer yargıları uyuşmuyor demektir. Bu problem “eğitim sisteminin bozukluğu” diye tanımlanırsa zaten baştan çıkmaza girilmiş olur. Görüyor musunuz, yıllardır, “bozuk eğitim sistemi” diye yakındığımız olay aslında değer ölçüleri uyuşmazlığı imiş.

Peki niçin sorun tanımlaması böyle yapılmadı. Cevabını yine kendim vereyim: çünkü sorunu tanımlamak durumunda olan her kişi ve kesim, kendi değer ölçülerinin en doğru, en iyi ve en güzel olduğunu varsayarak mevcut sisteme baktı ve onu uymadığını görerek eğitim sistemine “bozuk” dedi. Bozuk olan bir şey var ama o eğitim sistemi değil, bizim değer yargılarımız. Daha da Türkçe si bizim – biz derken toplum bileşiğini kastediyorum- eğitim sisteminden neler beklediğimiz.

Sokakta rastgele 100 kişiyi çevirip, “sizce iyi bir eğitim sistemi nasıl olmalıdır?” diye sorsanız ne denli farklı şeyler beklendiğini derhal göreceksiniz. Ama verilen cevapların hamasi laflardan arınmış, net, anlaşılabilir olması kaydıyla.

İşte bu bileşik değer yargılarını çocuklarımıza, gençlerimize, erişkinlerimize benimsetme yöntemi ile öğretmeye çalışıyoruz. Bunu televizyonla yapıyoruz, konferanslarla, okul kurumu ile, gayri resmi dersliklerle yapıyoruz. Bunu yasa dışı örgütlenmelerle, yasal örgütlenmelerle yapıyoruz.

Yani elimizdeki tüm kanallarla bu doğru, iyi ve güzelleri ortaya koymuş bileşke otoritenin doğrularının, iyilerinin, güzellerinin öğretilerini birilerine ezber yoluyla yani sorgulamaya kapalı bir biçimde öğretmeye eğitim deniliyor. Burada öğrenmek, ihtiyaç diye bir şey söz konusu değil. Burada sadece otoritenin talepleri söz konusu.

Ama bunun sorgulanmamasını sağlama yöntemlerinden bir tanesi de bunun sorgulanmaya çok açık olduğunu sürekli olarak tekrarlamak. Hani dikkat edin, mesela belli konularda zafiyeti olan insanlar sürekli olarak o zafiyetlerini örtecek biçimde konuşurlar. Muhtemelen mafya içinde en çok kullanılan şeylerden bir tanesi dürüstlüktür. Şişman olanların her gün konuştukları şey kilo vermekten ibarettir. Hırsızlar herhalde kendi aralarında oturup konuşsalar her gün çalmanın kötülüğü, çalmamanın fazileti üzerine konuşurlar. Sürekli olarak bir telafi mekanizması var.

Dolayısıyla, ihtiyaca dayanmayan bir biçimde bir şeylerin öğretilmesi işini de gözden kaçırmanın veya bunun günahını çekmemenin yöntemi olarak sürekli öğrenci merkezli eğitim, insanların sorgulamaya çok açık oldukları gibi böyle doğru olmayan söylem gelişmiş durumda. Bizim eğitim sistemi dediğimiz bu.
Gerçek eğitim ise, insanların ta doğuştan varlıklarını sürdürme yolunda hiç öğretilmesine gerek olmayan yetenekleridir. Bizim yaptığımız işe söyle bakabiliriz. En iyi yüzen deniz canlıları, galiba yunuslar veya deniz aslanları. Onları sudan koparıp, ama ölmemeleri için de onları bir şekilde solunum sistemlerini su ile besleyip karada yaşatıp, iyice yüzme yeteneklerini kaybettirip, ondan sonra kurs açıp bunlara yüzme öğretmeye benziyor. Yaptığımız iş bizim aynen bu. Doğuştan gelen bu en yetenekli öğrencilerine öğrenme yeteneklerini kaybettirip, ondan sonra da bizim okul dediğimiz tamamen öğretmeye dayalı kurumlar, onlara tekrar unutturduğumuzu öğretiyor.
İşin daha da feci tarafı, bu şekilde dondurulan yaratıcılığın “dersler yoluyla” öğretilmesi konusu. O tam bir felaket herhalde. Yaratıcılık, öğrenmenin araçlarından bir tanesi ve bütün varlıkların tamamında var. Biz onu da unutturduktan sonra, onu da özel kurslarla, özel derslerle okullarda öğretmeye kalkışıyoruz.

Şimdi işin bir de “saklı içerik” tarafı var. Gerçek eğitim sürecinin vazgeçilmez öğesi bu “saklı içerik” dediğimiz yolla verilen kısmıdır. Okulda tarih, coğrafya, matematik ve diğer dersler öğrenilir ya da öğretilmeye çalışılırken esas öğrenilmesi beklenen ya da beklenmesi gereken, rol modelleri yoluyla benimsenenlerdir. Rol modeli öğretmen olabileceği gibi okuldaki diğer öğrenciler de olabilir. İyi basketbol oynayan bir öğrenci bütün diğer öğrenciler için rol modeli iken, yabancı dili iyi öğrenmiş bir öğrenci de bu konuda rol modelidir. Bir hatayı affeden öğretmen büyüklük konusunda rol modeli iken, bulduğu bir parayı cebine atmayıp sahibini arayan bir hizmetli de yüksek ahlak konusunda rol modelidir.

Okul kurumuna kısaca, çeşitli rol modelleri arasında saklı içerik yoluyla değiş-tokuş yapılan yer diye bakılabilir.

Duruma böyle bakıldığında ve eğitim süreci içinde rolünün farkında olmayan rol modellerinin çokluğunu ve verilmesi gerekenin tam aksi yönde, çocuk ve gençlerimizin saklı içerik bombardımanına tabi tutulduklarını göreceksiniz.
En basit bir örnek, sınavlarda uygulanan gözetim yöntemidir. İlkokuldan üniversite son sınıfa kadar ne kadar sınav varsa orada gözetim vardır. Gözetim aslında ne demektir? Şu demektir: “Sen kopya çekmemiş olabilirsin, şimdi de çekmeye niyetin olmayabilir. Ama sen potansiyel olarak kopya çekebilirsin. Çünkü diğerleri genelde çeker. O halde sen bir potansiyel suçlusun”
Bunun yıllarca sistemli biçimde devam ettiğini düşünürseniz, bir kişi erişkin hale gelince kime güvenebilir? Herkesi potansiyel suçlu olarak görecektir. Ve bu duygu o kadar derindedir ki, ağzı ile potansiyel suçlu kavramına karşı savaşacak, eylem yapacak belki hapse girecek, ama fiilen kendisi de başkalarına böyle davranacak.

Görüyor musunuz, eğitim diye yaptığımız işin farkında olmayan paydaşların (ana babalar, öğretmenler, yöneticiler, politikacılar ve nihayet öğrenciler) yol açtığı trajediye. Ondan sonra ortaya çıkan türev sorunları nasıl çözeriz diye kafa patlatıyoruz!

TÇ – Özetle öğrenci olarak öğrenmek durumunda olmalıyız. Yoksa bu söyledikleriniz önümüze konacak. Böylece başka boyutta kalınacak diyoruz. Tabii bu konuda konuşulacak çok şey var. Sorgulamanın yanında önermeler de olabilir. Bir konferansınızda ki bunu bir yazımda kullandım, “eğitim”in eğmekten, “education”un dik durmaktan geldiğini söylemiştiniz. O zaman bizim eğitim sistemi sizin biraz önce bahsettiğiniz tüm örnekleri, açılımlarınız kapsıyor…



TT – “Ağaç yaşken eğilir.” Gerçekten de niyetimizi çok iyi ifade eden sözlerden bir tanesi. Dikkat ederseniz genel bir söylem var. Bu böyle doğrudan ortaya atılmıyor, ama laf arasında hemen geçiveriyor: “Bütün insanların karakteri 3 yaşına kadar oluşur. Ağaç yaşken eğilir. Bu saate geldikten sonra bu işler olmaz. ” filan gibi.

Bana da ezbersiz eğitimle ilgili en büyük itirazlar buradan geliyor. Tabii itirazın çeşitleri var. En kaba olan itiraz, “ben sizin fikrinize katılmıyorum.” tipindeki itirazdır. En ince ve etkili itiraz ise, “evet ben sizinle aynı fikirdeyim” diye başlayan, arakasından “ama” diye devam edendir. “Bu söylediklerinizde tamamen haklısınız ama bunların ana okulunda, ilkokulda hatta ana okuluna gitmeden önce evde olması lazım” denir. Böyle dediğimiz zaman, bir kere karşınızdakinin bütün silahlarını elinden almış oluyorsunuz. Artık savunacak bir şeyiniz kalmıyor. “Haklısınız” diyor. Ama arkasından da diyor ki, “evet ama bunları şimdi yapamazsınız; artık vakit geçmiştir, bunları o zaman yapmanız lazımdı. O zaman geri dönüp yapamayacağınıza göre…” Daha kaba Türkçe’ye çevirirseniz, “bunlara boş ver, yapma bunları” diyor.
Halbuki insan kaç yaşında olursa olsun bu gün 80-90 olan yaşam ortalaması yarın 200 olabilir, 1 yaşındaki çocukla 200 yaşındaki insan arasında öğrenme açısından hiçbir fark olduğuna inanmıyorum. Çünkü varlığını sürdürme, her an kalbi atan bir insanın ya da varlığın hayatta kalma dürtüsünü oluşturuyor. Onun için o öğrenmekten vazgeçtiği anda gerçekten ölmüş oluyor. Ancak öldüğü anda artık ona ihtiyaç kalmıyor. Ama kesinlikle bunun böyle 3 yaşına kadar olup ondan sonra durduğu gibi bir şeyin olmadığına kesinlikle eminim.

TÇ – Siz bilgisayarı benden çok önce öğrenmişsiniz. Bilgisayarı nasıl öğrendiğinize ilişkin bir yazı okumuştum. Öğrenmeseydik herhalde değişime ayak uyduramayacaktık. Bir şekilde ölü olarak devam edecektik sözüm ona yaşamaya. Zaten şunu sürekli söylerim. “Bir çocuğu, genci öldürmek için tabanca kullanmaya gerek yok. Başka bir çok şeyle de öldürüyoruz. Örneğin ilgi, yeti alanında okumasına, araştırmasına engel olarak.”

TT- Evet. Öğrenmesini engellediğimiz anda eminim ki öldürüyorsunuz. İlkokul 3. sınıftaki çocuklara dikkat edin. Ne kadar canlı, ne kadar hareketli, hayat dolu, öğrenmeye açık olduklarını okullarda, teneffüslerde görürsünüz. 4. sınıfa geçmiş çocuklarda birden bire bütün bu tavırlar değişir. Daha beyaz bir yüz, daha kalıplara dönük hareketler, öğrenmeye daha kapalı, kalıplara daha bir bağımlı hale gelmeye başlarlar. Ben buna doğrusu bir çeşit ölüm diyorum. İnsanlara “sen öğrenmeyeceksin” kalıbını tekrarlamaya başladığınızda insanın trajedisi başlıyor.

İnsan bütün çevresindekilerin kendisine doğruyu, iyiyi, güzeli telkin ettiğine yönelmiş olarak dünyaya geliyor. Dolayısıyla hiç kimsenin onu kandıracağı gibi bir şey aklına gelmediği için, sen öğrenemezsin işi yeteri kadar tekrarlandığı zaman bunu da öğreniyor ve öğrenemeyeceğini öğreniyor. Buna öğrenilmiş çaresizlik deniyor.

Biz insanlarımızı para sarf ederek öğrenmiş çaresiz durumuna sokuyoruz. Ve bu gün insanlar hala eğitim sorunlarının çözümü için daha fazla okul yapılması gerektiğini düşünüyorlar. Ben bunların yakından uzaktan hiçbir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Türkiye insan haklarına ne kadar gayret ediyor? Bütün dünya zorluyor insan haklarına. Halbuki biz her gün üniversitelerimizde dahi, yani insanların en bilinçli olduğu yerlerde dahi insanlarımıza potansiyel suçlu olarak bakıyoruz. Ve bunu polisler eliyle yapmıyoruz, en çok okumuş insanlarımız eliyle yapıyoruz.

TÇ – O zaman “merak” gibi, “güven” i de yok ediyoruz.

TT – Özgüveni de aşındırıyoruz. “Merak etme, çünkü senin nelere ihtiyacın var, ben sana onları öğreteceğim. Benim öğrettiklerim dışındakiler senin işine yaramaz.. Kendi başına bırakırsanız kızı ya davulcuya ya da zurnacıya varır”, lafı buradan gelir. Anneler, babalar buna itiraz ediyorlar. Yani çocuğu kendi başına bırakırsak o gider kendine zararlı olan şeyleri öğrenir gibi bir korkuları var.

En son HIV virüsü taşıyan çocuğun sınıfından çocukları aldılar. Niye alıyorlar? “Milyarda bir risk olsa çocuğumuzu orada okutmayız”, diyorlar. Şunun farkında değil ki, acaba eğitim ne demektir? Bir anne baba çocuğuna nasıl eğitim verir? Karşısına, dizinin dibine oturtup belli şeylerin isimlerini, kavram isimlerini öğretmek midir eğitim? Yoksa katlanılamaz risklerin, katlanılabilir risklere dönüştürülmesi midir gerçek eğitim. Hayvanlara bakınız, nasıl eğitiyorlar yavrularını? Katlanılamaz riskleri katlanabilir hale dönüştürüyorlar. Bir ceylan yavrusu doğduğu andan itibaren ilk 5 dakika sonra ilk meme emeceği zaman annesinin peşinden koşarken meme emmek zorunda bırakılıyor annesi tarafından.

Peki bu, vicdansız annelikten mi kaynaklanıyor? Hayır. Çünkü eğer durarak meme emmeyi sürdürmeye kalktığı anda açık hedef haline gelecek ve onu avlayabilecek kaplanlar, aslanlar, yırtıcı hayvanlar bu tazecik yavruyu yiyip yutacaklar. Onun bir an evvel koşmaya başlaması gerekir ki, karnını doyururken dahi bu tehlikelerden, tehditlerden kendini koruyabilsin. Hayvanlar dahi bunları düşünürken -dahi sözcüğünü özür dileyerek kullanıyorum- ama onlar bunu düşünürken bu kadar çeşitli hayvan sürekli olarak risk altında öğrenme kavramının farkındayken, biz nasıl olabilir de insanlara, üniversite tahsili yaptırdığımız insanlara o bilgiç tavırlarla ben çocuğuma milyarda bir risk olsa yaptırmam günahını işletebiliriz.

Bu olabilir mi? Olsa olsa o insanların ısrar edecekleri şey, buradaki katlanabilir risk ortamını oluşturmakta, “ben size güvenmiyorum, dolayısıyla bunun denetimi konusunda bir şey yapalım” denebilir. Bakın boksörleri ayırırken şimdi hakemler naylon eldiven giyiyorlar. Niye? Çünkü kan ellerine bulaşmasın, benim gibi elinde kedi tırnağı çiziklerden içeri kan girmesin diye. Sınıfta da tabii böyle risk olabilir. İki tane insanın kanı birbirine karışabilir. Dolayısıyla öyle bir risk ortamıyla karşılaşmamak için bir beyin fırtınası yaparak ne gibi özel önlemler alınabilir? Bu özel önlemler hem HİV virüsü taşıyan, taşımayan çocuklarda yeni bir bilinç düzeyini oluşturmada nasıl bir fırsat yakalanabilir? Bunun peşinde olacak insanlar. O risk ortamından çocuklarını mahrum ederek onların öğrenmelerine mani olup bir takım şeylerin isimlerini ezberleterek onlara eğitim verdiklerini zannediyorlar. Bu zavallılıktan başka nedir?

TÇ – Bir de bu konuyla ilgili yazınızda sadece HİV virüsü üzerinde durmamışsınız. Dışarıda, okulun kapısında satılan açık yiyecekler üzerine de eğilmişsiniz. Açalım mı?

TT – Onları da açalım. Bakın okul kapısının önünde simitlerdeki Hepatit-C den tutunuz, servis otobüsünde veya minibüsünde gelirken ki taşıdığı risklere varıncaya kadar yüzlerce riskle beraber çocuklar. Bunların tamamından yalıtmak, tamamından korumak diye bir şey söz konusu olamaz. Bir kere anne babalar şunu anlamalı ki eğitim denilen şey, kontrol edilemeyen, taşınamayacak, öldürücü, yaralayıcı, zarar verici riskleri, katlanabilir ve dolayısıyla birer eğitici araç haline dönüştürme sürecinden ibarettir. Okul bunun yeridir. Yoksa okul, Himalaya dağlarının kaç metre olduğunun öğrenildiği yer değildir. Ona ihtiyaç olduğu anda çocuk kitaptan öğrenecektir. Bütün eğitmenlerin, tüm eğitim yöneticilerinin bunun farkında olmaları gerekir.

“Öyle işlerle benim başımı derde sokmayın, biz burada bir takım şeylerin isimlerini öğretiyoruz. Ondan sonra bir takım kağıtlar –diploma deniliyor- veriyoruz insanların ellerine. Evet mezun olanlar zavallı olarak buradan çıkıyorlar: Ondan sonra da anneleri, babaları veya tanıdıklarının peşinde koşuyorlar, ömür boyu ayrıcalık sağlanması için. Bunun için rüşvet alıp veriyorlar. Bunun için ahlaklarını bozuyorlar. Bunun için insanlık onurundan uzaklaşıyorlar” gibi şeyler düşünülüyorsa bu tabii bir felakettir. Bu felaketin farkına varmamızı istiyorum.

TÇ – O yazınızda dikkatini çeken en önemli sözcüklerden bir tanesi, bilim adamının kullandığı “kesin” sözcüğüydü. Oradan da, öncelikle lütfen bağışlayın, sizde bilim adamısınız ama, elektrik mühendisi olduğunuz halde, eğitim alanında inanılmaz bir şekilde kafa yormak, üretmek ve yazmak gibi çok güzel bir tavır içindesiniz. Bilim insanız ama salt o alanla sınırlı kalmayıp başka alanların sorunlarıyla da yakından ilgileniyor yaşamı bir bütün olarak ele alıyorsunuz. Eğitimin sorunlarıyla ilgilisiniz ve farklı alanlarla ilişkiler kuruyorsunuz, çok şeyle ilgilenip iletişim içine giriyorsunuz. Böyle çok yönlü insan tipi üzerinde açılım yapabilir misiniz lütfen. Ben yazılarınızdan yararlanıyor ve güzel örneğim olarak bakıyorum size. İşte bunu da bir yaşam boyutunda ele alırsak söylenecek çok şeyler olmalı. Gerçi çok vaktinizi aldım, biliyorum ama…

TT – Önce bu kesinlik işini ele alalım. Doğrusu bu gün bana sorarsanız, “60 yılda sen ne öğrendin? Diye en kesin bildiğim şey, hiçbir şey bildiğimden emin olmadığımdır. Hiçbir bilgimin kesin olmadığından neredeyse eminim.

TÇ – Çok özür diliyorum, araya giriyorum çünkü, lütfen heyecanıma verin. Arkadaşlarıma da anlatıyorum. Çok etkilendiklerimi çevreme tekrarlarım hep. Sizinle YTÜ de yemek yediğimizde dikkatimi çok çeken bir şey vardı. Hangi sözcüğü kullanırsanız kullanın diyelim ki karınca, onunla ilgili derinlemesine bilginiz olduğunu gördüm. Bu beni çok etkiledi doğrusu. Çözümlerinizi de bu bilgi derinliğine göre yapıyorsunuz anladığım kadarıyla.

TT – Şuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu kesinlikten uzaklaşma, her birinin biraz derinliğine indiğiniz anda daha da kökleşmeye başlıyor.

TÇ – “Araştırma” sözcüğü de o anlamda bu açılımınızın içinde yer alabilir ...

TT – Orada yer alıyor. Bir şey hakkında ne kadar az şey biliyorsanız o konuda o kadar kesin yargılı oluyorsunuz. Bir şeyi ne kadar kurcalayıp da altına doğru inmeye başladığınızda her şeyin birbiriyle çok ilgili olduğunu, dolayısıyla öyle tek başına kesin olabilecek hiçbir şeyin olmadığını, her şeyin birbirine göre değişebilir olduğunu anlamaya başlıyorsunuz.

Çok kesin zannettiğiniz matematikten yola çıkıyorsunuz, orada bile üçgenin iç açılarının toplamına tanrı buyruğu gibi 180° olduğunu yıllar yılı ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite de belledik. Ben bunu hep 180° zannettim. Neden sonra öğrendim ki yahut farkına vardım ki, açılarının toplamı 180° olan üçgenler düzlem üzerine çizilmiş üçgendir. Peki düzlem üzerine çizilmiş üçgenler hangi üçgenlerdir? Yani düzlemler hangi düzlemlerdir? Bildiğimiz en yakın düzlem de su yüzeyinin düzlemi olduğu. Ama su yüzeylerinin de , ideal bir su yüzeyi dünyanın eğriliğini üzerinde barındırdığına göre o da düz değil, peki düz nerede bulunabilir? Uzayda acaba böyle bir şey bulunabilir mi? Eğer bulunabilmesi için sabit bazı noktalar tespit edip, onlara göre söylememiz lazım, düz dediğiniz şeyi. Madde dediğimiz şeyin, uzay zaman sürekliliğini eğdiğinin konuşulduğu ortamda düzlem dediğimiz şeyi tarif edecek kişi var mı ortada? Kimdir? Düzlem nedir? Hangi şey düzleme uymuyor? Leğen içindeki su mudur düzlem? Değildir. O dünyanın eğriliğini taşıyor. Çok ufak miktarda dahi olsa 180°den büyüktür. Zaten dünya üzerine baktığımızda iki tane boylam kutupta birleşiyor. Geliyor ekvator çizgisinde bir enlemi kesiyor. Orada bir üçgen oluşuyor. Mükemmel bir üçgen var orada. İki tane 90° var. Zaten o, 180° ediyor. Birde yukarıda 5° si var. O da 185° ediyor. Bu üçgen 185° iken hangi üçgen dünyada 180°dir? Efendim olmayan bir düzlem tarif edeceğim. O olmayan düzlem, olmayan noktalara göre köşeleri sabit olacak ki bu orada da “big bang” tan sonra patlamış hala bütün evren saçılıp gidiyor, “big bang” dan sonra sürekli genişleyen, hepsi hareket halinde olan bir evrenler topluluğunda sabit nokta diye bir şeyden söz ediliyor.

Sabit nokta neyin nesidir? Bize hep öğrettiler üçgenin iç açılarının toplamının 180° olmadığı, onun olmayan sistemde çizilmiş bir düzleme göre olduğunu anlıyorsunuz. İki nokta arasındaki en kısa uzaklığın doğru olduğu, hareket etmeyen sabit bir uzayda olduğu hareket etmeyen sabit bir uzayında olmadığı, ancak zihinsel olarak böyle bir şeyin olacağı, zihinsel olarak da ancak bildiğimiz şeylerin karşılıklarını zihnimizde canlandırabileceğimizi, olmayan bir şeyin zihnimizde nasıl canlandıracağını kimsenin bilmediğini, dolayısıyla buradan Ankara’ya veya başka bir yere uçakların hiçbir zaman en kısa mesafe olan iki nokta arasını birleştiren doğru gibi gitmediği onun yerine bir eğri boyunca gittiği dolayısıyla en kısa uzaklığın onların birleştiği doğru değil, başka bir eğri parçası olduğunu anlıyoruz. 9 kere 9un 81 olduğu sadece 10 tabanlı sayı sisteminde böyle oluyor.10 tabanlı sayı sisteminin dışında yüzlerce, binlerce sayı tabanı var. Belki de 12,5 tabanlı bir sayı sistemi de pekala yapabiliriz yada 14,7 tabanlı bir sayı sistemi yapabiliriz. O zaman değişmez doğru dediğimiz, kesin dediğimiz şeyler neyin nesidir? Ne doğrudur? Bunları kim, neye dayanarak doğru diyor da bunların üzerine yargılarımızı koyuyoruz. Şunu anlamamız lazım ki bilim bir tek sözcükte başlıyor. Ve orada bitiyor: (….mi?) dediğimiz zaman ve bunu söyleyen kim olursa olsun çoban, alim, cahil orada bilim başlıyor. “….dir” dediğiniz zaman ise bilim bitiyor. Ben dolayısıyla “araştırma” diye sürekli olarak kesin zannettiğimiz şeyin niye kesin olmadığının “merak” edilmesi konusunda, bir şeyin başka türlü nasıl olabileceğinin anlaşılmasına geliyoruz.

Bir örnek vermek istiyorum. Bu gün toplumda Ar-Ge konusu çok konuşuluyor. Herkes Ar-Ge den başka bir şey konuşmuyor. Ve bunu sorduğumuz zaman, Ar-Ge neyin nesidir, kim yapar bu Ar-Ge yi dediğimiz zaman, çok büyük paralarla devlet kurumlarının, araştırma kurumlarının yapacağı söylenir. Halbuki böyle baktığımız zaman bir ev kadını, ilkokul mezunu olmayan bir kadının ve küçük bir ücret alan kocasını bu ücretiyle evini nasıl geçindireceği konusunu merak etmesinin, bunun yollarını aramasının o Ar-Ge nin “Ar”ı olduğunu, 18 yaşındayken taşıyabileceği 160 kiloyu 40 yaşında da aynı şekilde taşıyıp hayatını sürdürebilmesi için nasıl bir pozisyonda taşımasının omurgasına en az rahatsızlık verecek şekilde olacağının merak etmesinin “Ar” demek olduğunu, bunları uygulamaya koymasının “Ge” olan geliştirme olduğunu, bunu hissettiğimiz anda fabrikatörün veya sanayicinin ben işimi daha iyi, daha ucuz nasıl yaparım diye merak etmesini, kapısındaki güvenlik görevlisinin ben buraya hırsızları ve uğursuzları nasıl yaparsam uğratmam düşüncesini merak etmesinin araştırma demek olduğunu anladığınız anda Türkiye Ar-Ge ye gerçekten girmiş demektir. Yoksa devlet eliyle araştırma yapan insanlara para vermenin araştırmayla uzak yakın hiçbir ilişkisi olmadığını düşünüyorum. Bu bağlamda araştırma ve geliştirmenin ne demek olduğunu konuşmuş olduk

TÇ – Bilim adamının kullandığı “kesin” sözcüne gerçekten çok takılmıştım. Çünkü kanla diğer çocuğa virüs geçtiği an bilim adamının kesin sözcüğü nerede kalacak? İşin içine etikte mi giriyor? Ne dersiniz?

TT – Tabii, demin bahsettiğimiz üç boyutun bir tanesi de ahlaki boyuttu. Ahlak boyutunda özel bir ilgi alanına özgü olan kesimine de etik diyoruz. Tıp etiği, mühendislik etiği diyoruz. Ahlak dediğimiz şey de son derece göreceli Ama orada sağlam yerlere varmak zannederim ahlaki açıdan araştırma, yani ne yaparsam doğrudur? boyutuna gelir. Bütün canlılar dünyasına bakıyorsunuz sürekli olarak birbirlerini yiyerek varlıklarını sürdürüyorlar. O zaman biz de birbirimizi yiyerek mi varlığımızı sürdürmemiz lazım? En temel ahlaki soru buradan kaynaklanıyor. Kendimi nasıl doyurmam lazım? Çok karnım açıkınca sizi mi yemem lazım? Ya da evimde beslediğim bir hayvanı mı, sokakta yaşayan bir hayvanı mı, meyveleri mı, ağaçları mı? Nasıl besleneceğim? Sizinle olan ilişkilerimde hangi ilkeyi göz önünde tutarsam o iyi ahlak dediğimiz şey gelir. Biz var olmuş bir şeyin içinde varlığımızı sürdürmeye çalışıyoruz, başkalarını gözleyerek ne yapıyorlar? diye. Onlara da bakıyoruz, kendi varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Bunların içinde 1,2,3,4 tanesi değil bütün canlı, yarı canlı ve cansızlar dünyasında uygulanan belli metotlar var, varlıklarını sürdürebilmek için zayıf olan gidiyor, kuvvetli olan öbürlerini yiyor. Fakat bu arada bakıyorsunuz kuvvetli olan hayvanlar hiçbir zaman egemenlik kurmak, başkalarına kendi doğrularını benimsetmek için öbürlerini avlamıyor. Sadece kendini doyurabilecek, varlığını sürdürebilecek olan kısmı kadarını yiyor, avlıyor. Ondan sonrasına dokunmuyor. İnsana bakıyorsunuz bütün cabası kendi doğrularını başkalarına benimsetmek ve başkalarına benimsettikten sonra onlardan sağlamış olduğu katma değerle daha rahat yani doğanın dışında yaşam yollarını keşfetmek. Ahlak diye de bu yöntemin başkalarınca benimsenmesini kabul etmiş, öyle tanımlamış.

Dolayısıyla burada bize yol gösterici bir ahlak ilkesine ihtiyaç var. Birlikte yaşamanın ahlakı acaba ne olması lazım? Burada bütün dinlerin, bütün felsefecilerin peşinden koştuğu yerleri tartışmaya geliyoruz. Tabii o bireysel olarak kendi felsefesini yapacak.

Ben doğrusu şöyle bir temel ilkeye getirip bağlıyorum. Ama onu söylemeden önce de örnek vermek istiyorum. Örneğin ufak çocuklara yemekte görgü kurallarını verirken yüzlerce şey söyleriz. Ağzını şapırdatma, yemek yerken ağzının içini gösterme, çok ses çıkartma, etrafa sıçratma. Bir şey keserken şöyle yap gibi… Hepsiyle bir tek şey söylersiniz aslında. Başkasını iğrendirme. Ondan sonra konu başka bir alana geldiğinde veya hayvanlara geldiğinde yine onlarca, yüzlerce nasihatte bulunuruz. Kuyruğunu, kulağını, bıyığını çekme, dövme, atma, yakma, kuyruğuna teneke bağlama gibi… Esasında söylediğimiz yine bir tane şeydir. Hayvanlara zarar verme. Bitkiler içinde; çiçeği kopartma, bitkiyi dibinden eşme, bitkiye zarar verme. Bütün bunları topladığımız zaman hepsi tek noktadan geliyor. Zarar verme. Bu acaba ilke olabilir mi? O zaman bir nokta adı açıkta kalıyor. Peki bütün bunlara zarar vermezken benim etrafımda bana zarar verebilecek olan şeyler var. O halde eksik olan tarafı şöyle tanımlıyorum. Kendine zarar verme. Kendine zarar verilmesini de önle. O halde ne zarar gör, ne zarar ver. Bu ikisini birlikte yaşamaya çalış. Dolayısıyla zarar verme deyip de başından öznesini kaldırdığınızda yani şuna buna zarar verme değil de, hiçbir şeye, kendine de dahil zarar verme dediğimiz zaman bence iyi bir ahlaki ilkeye varmış oluyoruz gibi. Bundan da çok emin değilim. Böyle olabilir ya da olmayabilir. Başka koşullarda baka şeyler olabilir.

Eğitimle niye ilgileniyorum diye baktığınızda, başkasının eğitimiyle değil esasında kendim öğrenmek için, acaba bu işi nasıl yaparım? nasıl öğreniyorum? Kendi verimimi artırmak için merak ediyorum bunu. Kendim öğrenmek için, bu işin doğrusunu merak ediyorum. Kendiliğinden geliyor. Doğrusu okul kurumundan epey zarar da gördüm. Bunu da açıkça söylüyorum.

TÇ – Kitap kapağınızda Einstein’in bir sözü vardı.

TT – Evet Einstein’in bir sözü var. “Okul daima öğrenmenin karşısında en büyük engel olmuştur” diye. Okuma, yazma ve dört işlem, bunu ilkokul 2., 3. sınıfa kadar orada öğrendim. Bunu yadsımıyorum. Başka şekilde öğrenir miydim? Belki öğrenirdim. Bilmiyorum. Ben onları orada öğrendim. Ama onun dışındaki şeylerde doğrusu bende olumlu etkileri olmadı okul kurumunun. Onunda nedenini şimdi anlıyorum. Demin üstünde durduğumuz sebepten dolayı. Yani okul kendi doğrularını bana öğretmek istediği için. Ben tesadüfen birisiyle tanıştım. Hayatımda rastladığım en ilginç insanlardan birisiydi. Bir bilgisayar firmasının kurucusuydu. Tanıştığımızda 1986-87 yıllarında CDC diye bir firması vardı Amerika’da. Emekli öğretmenmiş. Bu şirketi kurmuş. Biyografisini yazmış. Bana hediye etti. William NORRİS adında birisi bu. Kitabın başına şöyle yazmış. “Herkesi toplu olarak kuzeye doğru gidiyor görsem, içimde güneye doğru gitmek için dayanılmaz bir arzu duyuyorum.” Bana bir biyografi yaz deseydiniz kendi hakkımda belki sadece bu cümleyi yazabilirdim. “Başkalarının toplu olarak doğru gördüğü şeyler bende müthiş bir isyan duygusu oluşturuyor.” Yani niye öyle? Başka türlü olamaz mı? Diye. Doğrusu bu öğretme işinin bu kadar yaygın olarak böylesine üzerinde durulması bende bunu araştırmaya, bir tepkiye yol açtı. Bunu da yazma işini başkalarına bunu belletmekten ziyade başkalarından geri besleme alarak acaba bu düşündüklerimde nereler eğridir, diye bir merakın sonucunda ortaya çıkıyor. Yoksa başkalarına bir şey öğretmek isteğinden, ihtiyacından değil.

TÇ – Sorulacak çok soru, konuşulacak çok konu var. Devamını dileyerek teşekkür ediyorum.

TT – Başka bir zaman başka bir konuda söyleşi yaparız.

TÇ – Tekrar teşekkürler…





Başta da yazdığım gibi bir aksilik oldu söyleşiyi yinelemek zorunda kaldık. Ne kadar üzüldüğümü anlatmak ne sözcüklerime, ne sayfalarıma sığacak. O yüzden noktayı koyup yapmak istediğim açıklamaya geçeyim. İlk konuşmanın sorunu birinci kasetteydi. İlk konuşmanın devamı olan İkinci kasette çok güzel konuşmalar olduğu için ikinci konuşmamızın içine koymak gereği duydum. Büyük bir memnuniyetle…Bu konuşmalar zaten bir hafta ara ile olmuştu. Güzel bir yolculuk daha, hep birlikte… Tabii ki konu eğitim ve sorunları… Ezber eğitim…




TT – Vücudunda herhangi bir yolla kinetik enerji biriktirmiş bir çocuğun mesela koşarken veya kayak yaparken herhangi bir yolla, sörf yaparken biriktirdiği kinetik enerjisini yuvarlama enerjisi haline dönüştürmeyi öğrenemezse, takla atmayı öğrenemezse bu biriken enerji onun adalelerini koparabileceği ya da kemiklerini kırabileceği gerçeğini öğrendiği için takla atmayı veya yuvarlanma enerjisine çevirmeyi öğrenmeyi gerekiyor. Yoksa basit bir hareketi yapmasını istendiği için değil., beden eğitimi dersinde.

TÇ – Siz bu örneği verirken “ilişki” sözcüğünü not aldım. Farkındasınız sizde. O Fizikle, Beden Eğitimi dersi arasında öğrencilere ilişki kurularak ders verilmiyor. Ben bunu A. Güzel Sanatlar Lisesinde idarecilik yaparken yoğun yaşadım. Fark ettiğim ve gözlemlediğim bir şey vardı. Kültür dersleriyle sanat dersleri arasında öğrenciler ilişki kuramıyorlar. Halbuki orası Anadolu lisesiydi. Bir yıl hazırlık okunuyordu, dünya sanat literatürünü takip etsinler diye. Hazırlık bu amaçlıydı. İngilizce öğretmenlerine dedim ki çeviri yaptırıyorsunuz öğretmek için, ama bu çeviriyi sanat kitaplarından yaptırın ki öğrenciyi ilgi alanına çekin. Dolayısıyla ilişki kursunlar kültür dersleriyle sanat dersleri arasında. Hayır müfredat böyle olmadığı mazereti getirildi. Ama bir tek öğretmenimiz çevirileri sanat kitaplarından yaptırdı. Ve öğrencilerin ilişki kurmalarını sağladı. Sevilen bir öğretmendi. Nedenlerinden biri bu olsa gerek. Eskiden fizik kitabında ses, kimya kitabında ise renk konusu varmış kaldırılmış. Ama bizim A. Güzel Sanatlar Liseleri için bunlar gerekiyor. Fizikle sesin ilişkisi; iki konu arasındaki bağlantıyı bilmeleri gerekiyordu ama çocuklar fizik dersiyle müzik dersini birleştiremediler. O ayrı, diğeri ayrı kaldı.

TT – Ne kadar önemli ki demin ezbersiz eğitim paketini konuşuyorduk. Onun parçalarından biri de “Senaryo Temelli Eğitim”. Senaryo temelli eğitim dediğimiz şey, yaşamın kendisi. Yaşamda fizik diye, müzik , kimya diye diğerlerinden soyutlanmış bir şey görmüyoruz. Bunu tamamını, bütününü görüyoruz. Tamamının içinde yaşıyoruz. Bir arabaya bindiğiniz anda fizik var. İçinde para ilişkisi dolayısıyla aritmetik var. İçinde müzik dinliyorsunuz. İçinde sigara dumanı veya egzoz dumanı dolayısıyla belki biyoloji var. İçinde yaşamın bir çok noktası, bir çok yüzü var. Bu yüzleri birbirinden koparttığınız an bu aynen şuna benziyor, bu gün çok keyifle yediğiniz bir yemeği içindeki malzemeleri ayırsanız ve tek tek verseniz ondan sonra da bunu pişirme dediğimiz şeyinde karşılığı ısı enerjisi, sonra da sıcak su içseniz üstüne, bu yemekten aldığınız zevkle besleyicilik olabilir mi? Olamaz. Kahveyi, kahveleri çiğneyip üstüne sıcak su içseniz olabilir mi? Olamaz. Bunu biliyoruz. Böyle birbirine parçalamamayı, süreçleri parçalamamayı yaşamımızın çok önemli bir ilkesi yapmışız da niçin yaşamın kendisi olan eğitimi, süreçleri parçalayarak çocuklara vermeye kalkıyoruz? Bu hangi akla hizmettir. Bunu eğitimciler nasıl olurda düşünmezler. Yani doğrusu zaman zaman bana söylüyorlar. “Senin eğitimcilere çok eleştirin var” diye. Evet bunu itiraf ediyorum. Saklamıyorum da.Yani bu büyük olumsuzluğu birilerinin akıl etmesi gerekiyor. Bunu eğitim fakülteleri nasıl olur da edemezler? Nasıl olurda kendilerine öğretilen şeylerin doğruluğundan bu kadar emin olabilirler? “Efendim, ben böyle kolay öğretebiliyorum” diye bütün olarak parçalanmaması gereken şeyleri parçalayarak öğretmek hangi akılsızın aklına gelmiş bir yöntemdir. Bunu hala biz nasıl sorgulamayız?

TÇ – Ama Türkiye’de sadece eğitim fakülteleri sorunu da yok Başka şeyler de var. Örneğin farklı amaçlı okullardan mezun olup, pedagojik formasyon almadan üniversitelere gelip işte sizin biraz önce bahsettiğiniz tamamen kendi kişiliğini öğrenciye geçirmek, devam ettirmek gibi yöntemlerle dünyadan aldığı çağdaş anlayışlar, sistemler olsa bile uygulamada çağdışı yöntemlerle yaşama geçiriyorlar. Bir de bu boyut var Türkiye’de. Ama bir de şu var. Sizin yapıklarınıza baktığımız zaman düşünen bir insan olarak karşımıza çıkıyorsunuz. Galiba fakülteden öte bir şey bu. Siz bildiğim kadarıyla elektrik mühendisisiniz. Fakat eğitim alanında oldukça araştırmalarınız ve çalışmalarınız var.

TT – Çok haklısınız. Burada tek suçlu olarak esasen sadece eğitim fakültelerini görmemek lazım. Belki Türkiye’nin eğitim konusunda düşünen, taşınan söyleyen, bunları eleştiren insanlara ihtiyaç var. Ama Eğitim Fakülteleri de tabii belki böyle role en yakın insanlar olması gerektiğini düşündüğümüz için, bu isyanım oradan kaynaklanıyor.

TÇ – Başrol… Buna kesin katılıyorum. Sadece alternatif getirdim. Her yöne bakmak gerek diye. Yoksa ben de sizin gibi düşünüyorum bu konuda.

TT – Şurada kulluktan yurttaşlığa 75-80 yıl önce ancak geçebilmiş insanlar olarak, bu konularda daha hızlı daha derin düşünüp irdelemeye, herhalde buna 700 yıl önce geçmiş Anglosakson toplumuna göre 20 defa daha ihtiyacımız var. O toplumlar bu tür sorunlarını seçkinlerini çok yönlü düşündürerek halletmişler. Ama biz hala padişahımızın kulu gibiyiz. Şapka da giysek, kravat da taksak, padişahımızın kuluyuz henüz. Biçim değişti ama içerik olarak aynıyız. En önemli yerlerde, “ne düşünüyorsunuz?” dendiğinde, “siz ne emrederseniz onu düşünüyoruz.” diyorlar.

TÇ – Ama bir yanı da, söylemezse hala başı uçabiliyor, yollanıyor yani.

TT - Ufak bir azınlık olsa oturup birilerinin bu işin bayraktarlığını yapması gerekiyor. Ben 70 milyondan ezbersiz eğitimin bayraktarlığını yapmasını beklemiyorum. Hiç olmazsa on kişi çıksın istiyorum.

TÇ – Çıkmaz mı? Şöyle tavırlar olduğu sürece nasıl çıkar? Ya da nasıl çoğalır? Örneğin birisine bir dersin organizatörlüğünü veriyorsunuz. O da şunu söyleyebiliyor. “Benim gibi düşünlerle bu dersi götüreceğim, farklılıkları kabul etmiyorum.” Üstelikte bakıyorsunuz bunu söyleyenin eğitimle ilgili araştırması, birikimi, yazıları ve en önemlisi pedagojik formasyonu yok. Salt kendi okulunda öğrendiği yöntemde kalmış, bir başka yerden alıntılanan çağdaş sistemin, anlayışın içinde uyguladığı yöntem ciddi şekilde tartışılır. Hani bilirsiniz söylemle eylem çoğu kez farklıdır. Farklılığı kabul etmediğinizde ise o ders tek boyutta olmayacak mıdır? Farklılıkları dışarıda bırakan ne denli başarılı olacaktır? Daha önce de bahsettiğimiz gibi yöntem olarak bu güne hitap etmeyen bir organizatör dersi koordine ederken farklı olan, çağdaş yöntemleri uygulayan kişileri kabul etmeyecek ve yönetici tarafından da bu tek boyutlu tavır kabul görecektir. Mühendis olmak ayrıdır, mühendisliğin eğitimini vermek ayrı bir özelliktir. Sanatçı olmak ayrıdır, sanatın eğitimcisi olmak ayrı şeydir.

TT – Delikanlılık denen şeyi, tabii hem kızlar hem erkekler için söz konusu olan bir şey ve çok iyi anlıyorum. Belli yaşların fizyolojik gerekleri tarafından oluşturulan bir durum bu. Bunu ben iyi anlıyorum. Lise son sınıfla üniversite arasındaki yıllarda çok yoğun olarak bu delikanlılık yaşanıyor. Ve o esnada insanlar ailelerine, topluma, her türlü otoriteye başkaldırma, her şeyi sorgulamak gibi bir eğilim içinde oluyorlar. Bunu da anlıyorum. O yıllarda yoğun olarak bu delikanlılık yaşanıyor. Tamam, o esnada insanlar ailelerine, topluma her türlü otoriteye başkaldırma, her şeyi sorgulamak filan gibi bir eğilim içinde oluyorlar. Bunu da anlıyorum. Üniversitelerde genellikle ideolojik kavgaların temelinde böyle dürtüler de bulunduğunu, daha doğrusu bu olmasa bile bunun çok yardımcı faktör olduğunu biliyorum. Daha ileri bir yaşa gelmiş erişkinin çok yutkunup geçebildiği bir durum karşısında delikanlının, kız veya erkek, çok daha büyük, şiddetli tepkiler gösterdiğini görüyorum. Bunu anlıyorum. Ama anlamadığım bir şey; bu insanların yüzüne biraz sert baktığınız anda dahi tepki gösteren bu delikanlılık dönemindeki insanlar her gün kendilerine belli bir muamele yapılmış potansiyel suçlu muamelesi ve bu gün üniversitede yapılmaya devam ediliyor ve bu insanların hiçbirinin sesi çıkmıyor. Çıksın da boykot yapsınlar, camı çerçeveyi kırsınlar demiyorum. Ama ortak bir yolu ortaya koysunlar. Benim gördüğüm şu ki, işin farkında dahi değiller. Ne kendileri ne de anneleri babaları farkında. Nedir bu, potansiyel hırsız meselesi.

Kopya çeken insanlar olduğunu biliyoruz. Ömrümüz boyunca bunu gördük. Ama kopya çekmeyen insanlarda var. Kopya çekmeyen birilerinin başında da insanlar var, bekliyor. Bu çocuklar, sormuyorlar. “Hocam, öğretmenim benim başımda niye bekliyorsunuz?” Alacağı cevabı ben biliyorum. “Kopya çekmenizi engellemek için.” “Kopya çektim mi?” “Çekmedin ama çekebilirsin. ” Amerika’nın yeni bir stratejisi var. Olmadan önce önleme diye. Yani bir gün siz benim başıma dert olabilirsiniz. Ben şimdiden sizin başınızı ezeyim de olmasın gibi… Bunu çok eleştiriyor insanlar. Bunun ondan ne gibi bir farkı vardır? “Siz kopya çekmediniz, bu güne kadar da ben sizin hiç kopya çektiğinizi görmedim. Ama çekebilirsiniz. Bu sınıfta başkaları da yapıyor. Sen de yapabilirsin. Sen potansiyel suçlusun.

İşte buna saklı içerik diyoruz. Yıllarca bu düşünceyi gizliden gizliye enjekte ediyoruz. Dokularına işletilmiş bir çocuk, yarın öbür gün hangi meslek sahibi olursa olsun, birlikte çalıştığı, yönettiği ya da yönetildiği insanlardan güven bekleyebilir mi veya güven gösterebilir mi? Böyle insanları biz zihinsel olarak soykırıma tabii tutuyoruz. Ama öbür taraftan güven olarak da soykırıma tabii tutuyoruz. Kendine güvenmeyen, riskle karşılaştırılmamış, dolayısıyla beceriksiz, korkak, zihinsel olarak bütün yaratıcılığı kaybettirilmiş, her türlü sorunla başa çıkma özelliği yitirilmiş, öldürülmüş ama sanki dışarıdan cereyan verilerek elleri, kolları hareket eden bir takım insanlarla karşı karşıyayız. Dünyada bunun örnekleri var. Zorla insanlara bir şey itiraf ettirip onun suçlu olduğuna ikna edip, kişiye on bin kez arka arkaya “ben suçluyum” diye yüksek sesle bağırtıp önce inanmadan sonra yavaş yavaş ikna olarak, sonunda hiç kuşkusu kalmadan kendisinin aşağılık bir yaratık olduğunu, kendi bildiklerinin hepsinin zararlı olduğunu, ancak kendisine yeni ezberletilecek edilen doktirinin doğru olduğunu, o ideolojiyi benimserken arınacağına inandırılmaktan daha beter ne olabilir? Bunu hangi ideoloji adına yaparsanız yapın bu bir rezalettir. Bu korkunç bir şeydir. Din adına yapsanız olamaz. Başka bir şey içinde olamaz.

TÇ - “Gülün Adı”na gittiniz mi? Aynı şey. Ya da “Amen” filmine gittiniz mi? “Schindler’in Listesi”ne gittiniz mi? Amen de aynı konuya din adamlarının nasıl kayıtsız kaldığının yönünü işleyen bir film. Bir de “Piyano” var

TT - Böyle isyan ediyor insan. Bunun sorumlusu olarak kimse üstüne alınmıyor. Ama burada herkesin alabileceği sorumluluklar var. İlkokulda öğretmenlik yapan benim elimde ne var ki diyen öğretmenden üniversitedeki dekan, rektöre, bölüm başkanına varıncaya kadar şu söylediğim noktadan başlayabilir bu iş. İllaki oturup bir paket olarak ezbersiz eğitimin yüzde yüzünün uygulamasını beklemiyoruz. Ama en basiti insanlara siz potansiyel suçlu değilsiniz. İçinizde suç işleyen varsa bunlar hırsızlık yapıyorlar. Onlara bir kere bunun farkına vardıralım. Çünkü bir bölümü hırsızlık yaptığının farkında değildir. Bir bölümü bilerek yapıyordur. Kasıtlı yapıyordur. Onları oluşturacağınız sosyal ortamla, sosyal baskı sitemiyle kontrol etmeye, minilize etmeye çalışalım. Ama geri kalan hırsızlıkla ilgisi olmayan insanlara potansiyel suçlu muamelesi yapmayalım. YÖK le ilgili tartışmalarda, en önce insanların sahip olmaları gereken en temel özgürlükleri hiç gündeme getirmeyen konular ele alınıyor. İdari anlamda kim kime bağlı olacak, kim seçilecek, kim egemen olacak? Sorularının üzerinde duruluyor. Beni hırsız yerine koyan şimdiki ya da gelecek olan; beni ne alakadar eder?

TÇ – Yönetim, eğitimsel yönetim çok önemli. Böyle insanları yönetmek, biraz önce örneklediğimiz insanları yönetmek daha kolay olduğundan sorun oradan kaynaklanıyor.

TT – Tabii, kesinlikle. Onun için yapılıyor zaten. Farklılıkları yönetmek çok zor.

TÇ – O zaman okullardaki yöneticilerin yapılarının önemi çok ön plana çıkıyor. Çünkü etrafındaki insanları ona göre organize ediyor. Ya nitelikli, iyi insanlar organizede yer alıyor ya da demin dediğiniz gibi laf dinleyen, niteliksiz iltifatçı insanlar oluyor ki o zaman o kurum gelişemiyor. Ama söyleme bakıyorsunuz harika, fakat eyleme bakıyorsunuz tam tersi.

TT – Bir ara ben bilgi toplumu ya da bilişim sektörüyle ilgili bir gazetede haftalık yazılar yazıyordum. “İnsan Ne Yerse Odur” Kitabımdaki yazılar onların derlemesidir. Parantez içinde, bu kitabım en çok satılan kitaptır.

TÇ – Branşım gereği kitap kapaklarına çok takılırım. Dersimde öğrencilerime de kitap kapağı tasarımı yaptırıyorum. Bu arada kitap kapaklarınızdan da bahsedebilir miyiz?

TT – Bahsedelim. En çok satan kitap olmasının nedeni de kapağı nedeniyle.

TÇ – Nasıl bir kapaktı ve konuyla ilgisi neydi?

TT – O kitabın esas adı, “Bilgi Toplumu” ydu. Fakat onu yayınlayan İnkılap yayınevi aynı anda başka bir yazarın “Bilgi Toplumu” adlı ikinci kitabını yayınlıyor. Dediler ki “ya sizinkinin ya da öbürünün adını değiştirmemiz lazım. . Sizin kitabınızın içinde makaleler var. Değiştirmek daha kolay.” “Tabii benimkini değiştirebilirsiniz. ” Dedim. “Ne koyalım adına?” dediler. Bende, “siz okuyucuya hoş gelebilecek hangisini düşünüyorsanız onu koyun.” Onlar da bakmışlar, eski bir Zen deyişi var. “İnsan ne yerse odur.” diye. Onu da ben bilgi toplumuyla ilgili olarak koymuştum. Yani hangi bilgiyi tüketiyorsanız, huysuz Virjin’i seyrediyorsunuz siz osunuz. Televoleyi seyrediyorsanız osunuz gibi. Öyle kastetmiştim. Profesyonel insanlar almışlar, ressama demişler ki bize bir kitap kapağı çiz. Yazarı Tınaz TİTİZ, yayınevi İnkılap kitapevi. Adı “İnsan Ne Yerse Odur” Ressam da, “burası yemek kitabı çıkartıyor herhalde” diye, bol yiyeceğin, tavuğun bulunduğu güzel bir sofra ve başında da pembe yanaklı, tombul bir adam çizmiş. Kitap bir çıktı piyasaya millet kapış kapış alıyor. Meğer yemek kitabı diye alıyorlarmış. Bursa’da bir konferans sırasında iki öğretmen konuşuyor. Ben de arkalarındayım, beni görmüyorlar. Biri diğerine, “yahu bu adam hep başka başka şeyler yazıyor. Bak buna da maydanoz olmuş, yemek kitabı yazmış. ” diyor. Çok satılmasının nedeni bu.

TÇ – Sizin www.tinaztitiz.com dan başka www.beyaznokta.org.tr diye bir sitenize daha girdim. Orada dikkatimi çekenlerden biri de, “deprem çantası” diye Türkiye’de bir çanta yerleşmişti. Orada baktım. “Bilim çantası” diye bir şey var. Çok hoşuma gitti. Biraz o çantadan söz edebilir miyiz? Bir de orada faaliyetler, projeler başlıkları vardı. Onlardan da bahsedersek yararlı olacağına inanıyorum. Bir de sorularımın arasında “soru sormak” diye bir madde var, çok önemsediğim. Sonra da ona geçebilir miyiz? Çünkü pek soru sormayan ülke olarak onu da gündeme getirelim.

TT – Bilim çantası işinin altında yatan hikaye şu. Bizim çocukluğumuzda, çocukların en çok arzu ettikleri şey sınıfını geçene bir hediye alınacak bu, ya bisiklet ya da kol saatiydi. Artık bu işler işportaya düştüğü için hediye niteliğini kaybetti. Elektronik saatler çıktıktan ve bisiklette ucuzladıktan sonra. Ayrıca kişisel gelişim açısından saatte, bisiklette önemlidir. Ama bu “merak” konusunun tetiklenmesine verdiğimiz önem dolayısıyla onun çok küçük ve çok büyükle ilişkisini kurabilecek olan, bir mikroskop ve bir teleskopun bir çanta içine toplayıp bunun bir hediye olarak verilmesi gibi bir proje çıktı ortaya. Onun da altında “Beyaz Nokta”nın kurucularından bir tanesi Erbil SERTER diye bir kişidir. Şu anda Türkiye’nin savaş gemisi tasarımı yapan nadir kişilerden hatta diyebilirim ki tek kişisidir. Onun bu merakının, böyle bir alana yönlenmesinin altında -ki uluslararası ölçekte tasarım patentleri var- dedesinin kendisine koleje giderken hediye ettiği model helikopter planı yatıyor. O da helikopteri yapmaya çalışmış. Oradan böyle tasarımcı olmaya gelmiş. Ve ben epey inceledim ki çocukluğunda aldığı bir hediye nedeniyle farklı boyuta gelen çok insan var. Dolayısıyla bu teleskop ve mikroskop hediye edilen çocuklardan biri, bir kaçı yarın öbür gün bundan dolayı bilim alanına yönelebilirler diye de bir proje çıktı ortaya. İyi kalite sayılabilecek teleskopla mikroskop ya tek ya da ikisi bir arada olarak çanta hazırlandı. İsteyenlere verdik. Epey satılmasına karşın tahmin ettiğimiz kadar da olmadı.

TÇ – Ama bir başlangıç olarak iyi. Hatta bir “sanat çantası” da olsa. Deprem, bilim, sanat çantası gibi olabilir. Gelelim soru sormaya. Bu konuda çok güzel yazılarınız var. Hem internette hem bilim teknik dergisinde.

TT – Bu, dilin bir sorun çözme aracı olarak kullanılmasıyla çok ilişkili. Gündelik konuşmalarımızın ne ifade ettiğini anlamanın en iyi yollarından bir tanesi TV haberlerini, TV tartışmalarını izlemek. Burada söylenen çok büyük şeylerin biraz dolgu malzemesi olduğunu görüyorsunuz. Bir yerde yazmadığım belki sizinle paylaşmak hoş olabilir bir anım var. 2 sene evvel Lütfi Kırdar kongre salonunda deprem konusunda bir panel yapılmıştı. Deprem konusunda hepsi uzman olan kişiler katıldılar. Tabii o zaman biraz daha gündemdeydi deprem konusu. Her deprem oldukça insanlar önemsiyorlar. Bu işi 7 tane deprem uzmanı konuştu. Sn. Ahmet IŞIKARA’da var içlerinde. Paneli çelik konstriksiyon firması düzenlemişti. Panelin yöneticisi olarak beni istediler. Görevim sadece paneli yönetmek, söz sırası vermek, başka hiçbir teknik katkım yok. Konu bu kadar güncel olunca dinleyicisi çok oldu. Paneli yaklaşık 3500 kişi izledi. 7 Kişi söyleyeceklerini söylediler. Sıra geldi soru, cevap kısmına. Onun içinde 20-25 dakika zaman var. Dinleyicilere şunu söyledim. “Sunumlar bitti. Sıra sizin sorularınızda ve bunlara verilecek yanıtlara geldi. Ama bir ricam var. 25 dak. Süreniz var. Burada 3500 kişiyiz. Bu süre az diye sorularınızdan vazgeçebilirsiniz veya kısaltabilirsiniz. Sizden ricam lütfen sorularınızdan vazgeçmeyin ve kısaltmayın. Aklınıza gelen ne varsa lütfen hepsini sorun. Panelistlerden ricam bir iki kelimeyle değil tam gerektiği şekilde cevap versinler. Arkasındanda biraz aralık verdim ki acaba insanların yüzü nasıl bir ifade alıyor? Diye. Herkes merakla bakıyor. 25 dak. İçinde 3500 kişi nasıl bu kadar ayrıntılı biçimde soru soracakta cevaplarını alacaklar diye. Yalnız bir iki ricam var. Tabii söylemeye dahi lüzum yok. 1.si bu soruları ve cevapları sırasında bilineni, malumu ilan etmeyin. 2.si kimseyi yermeyin. 3.sü kimseyi övmeyin 4.sü varsayımlarınız varsa onları söylemeyin. 5.si genellemeler yapmayın.

Yani soru sorma disiplininin temel noktaları bunlar. Bunlara dayanarak lütfen şimdi istediğiniz gibi soru sorun. Şöyle bir sessizlik oldu, 5-10 saniye kadar. Sonra ön taraftan biri kalktı, bunları yazılı mı sözlümü soralım ? Dedi ve tek soru da o oldu.

Doğrusu ben bunu oradaki insanların soru sormalarını engellemek için yapmadım. Ama şunun için yaptım. Uzun uzun ifadelerin içinde ya genellemeler ya yergiler ya dile getirilemeyen varsayımlar, hipotezler var. Bunlar söylenmeye başlayınca laf çok uzuyor. Ama bunları ayrı ayrı söylemeye başladığınızda işin şekli değişiyor. İnternetteki yazılarımdan bir tanesinde bir içerik çözümlemesi yöntemiyle ünlü bir gazete köşe yazarımızın bir gün yazdığı AB ile ilgili bir yazısını aldım. Ve kolon kolon yazıyı ayırdım. Yazıyı hiç değiştirmeden aynen noktasına, virgülüne kadar alıp yalnız veriler, varsayımlar, iddialar, sorular ve sonuçlar diye ayırdım. Hangi cümlesi hangi kategoriye giriyorsa o cümleyi o sütunun altına yazdım. Sadece yaptığım bu kadar. Ondan sonra toptan kelimelerini sayıp % kaçı veri, % kaçı soru, % kaçı varsayım. Ne kadarı ne? Bunları yazdım. Çok büyük bölümünün varsayım, büyük bölümünün sonuç olduğu yani varsayımlara dayanan sonuçlar olduğu ve sorunun % 5 ler civarında kaldığı ortaya çıktı. Dolayısıyla soru sormanın altında yatan şey budur. Doğru sorular sorabildiğimiz zaman sorduğumuz soru, kendi cevabını da içerir. Yeter ki uygun bir üslupla bunu sormuş olun. Uygun üslubun ne olduğunu içeren teknolojiye, soft teknoloji diyoruz.

Geçen gün TÜBİTAK ta bir arama konferansında bunları konuştuk. Teknoloji dediğiniz zaman hep elle dokunabilir şeyler konuşuluyor. Kahveden nescafe yapma teknolojisi, elektriği telsiz olarak iletme teknolojisi, bildiği yerde şu kadar bir şeyin içinde biriktirebilme teknolojisi. Enerjiyi pilin içinde biriktirme teknolojisi. Elle dokunabilir şeylerin nasıl yapılacağının yollarına hard-teknoloji denilebilir. Halbuki bunlar başka bir temelin üstünde duruyorlar. Bu alttaki temel olmadığı takdirde bu üsteki teknolojiler olmuyor. O alttakiler soru sorma teknolojisi, sorun çözme teknolojisi, ezberden arınma teknolojisi, değer ölçülerimizi değiştirebilme, onlardan kurtulabilme teknolojisi, zihinsel yetilerinizi fark edebilme gibi soft-teknolojiden elle dokunulmaz teknolojilerden geçiyor. Diğerleri transfer edilebiliyor. Parayla satılıyor. Lisans ücretiyle veriliyor. Soft-teknolojiler parayla satılmıyor. Sizin keşfetmeniz, sizin farklılığınızı yaratmanız gerekiyor. Soru sorma böyle bir teknolojiyi onunda kendine göre tekniğini ben “ardışık zenginleştirme metodu” diye metot olarak sitede yazdım.

Projeler içinde, www.kigep.com.tradresinde, kişisel gelişim platformu dediğimiz bir proje var. Beyaz Nokta daha çok onunla uğraşıyor. Üniversite mezunu gençlere ve üniversite son sınıftaki gençlere eski iş paradigmasının sorgulanmasını, o konudaki ezberlerini yıkmayı ve yeni bir paradigmanın temellerini nasıl kurabileceklerini göstermeyi amaçlayan bir proje. 2 Günlük bir seminer ve 3 aylık birlikte çalışmanın destekleyicisi bir site. O site bunu tanıtıyor.



TÇ – Bilgisayar da hayatımıza çok girdi ve girmeli.

TT – Bilgisayar hakkında söylenen laflar çok hoşuma gidiyor. İşleri verimsiz yapmanın çeşitli metotları bulunabilir, bilgisayar kullanmak şart değildir!

TÇ – Ben işlerimi çok verimli yapmanın yolunu buldum, bilgisayar kullanarak.

TT – Doğrudur. Ama bilgisayar kullanarak işleri verimsizde yapabilirsiniz. Bilgisayarı nasıl kullandığınıza bağlı.

TÇ – Neye baktığıma bağlı. Oyun oynamıyorum. Bilgi aktarımı yapıyorum. Hem kendimden onlara, hem onlardan kendime.

TT – Bilgisayarla saat arasında hiçbir fark yok. Saati nasıl kullandığınız, telefonu, bilgisayarı nasıl kullandığınızla çok ilişkili. Dolayısıyla bilgisayar şimdi çok yüzeysel olarak chat yapmak için, yazıları yazmak için kullanılabilir. Bizim neslimiz yoğurt kağıdını, ucuz ambalaj kağıdını kullanan bir nesildi. Ona karbon kağıdını ters koyup bu yüzüne daktilo ile yazdığınız zaman hem yüzüne, hem arkasına çıktığı için koyu olmuş olur. Dolayısıyla onu ozalite çektiğiniz zaman ucuz yollu fotokopi yapmış olursunuz. Bizim neslimiz böyle yetiştiği için bilgisayarla yazı yazmanın ne müthiş bir avantaj getirdiğini bizim kadar kimse bilemez. Mesela yoğurt kağıdının arkasına karbon kağıdını koyan birisine daktiloda bir yanlış harf basmak ölüm demekti. Çünkü kağıdı çıkartacaksınız, iki tarafını da daktilo silgisiyle sileceksiniz. Tekrar yazacak, oradaki renk değişikliğini yok edecek şekilde kurşun kalemle, parmağın ucuyla o siyahı biraz dağıtacak, fazla siyahlandıysa yumuşak silgiyle silecek, diğer harfler bozulduysa tekrar üstünden …. gibi sonu gelmez bir şeydi. Şimdi del tuşuna bastığınız zaman bütün yazdığınızı silip yeni baştan yazıyorsunuz. Bilgisayarın bütün yeteneklerini kullanabilecek şekilde öğrenildiği takdirde müthiş bir araç. Ama öbür türlü kullandığınız takdirde ki bu gün bilgisayarı öyle kullanıyorlar. Yani bilgisayarı doğru kullanmıyoruz. O zaman para sarf etmekten başka bir şeye yaramayan araç haline dönüşüyor.

TÇ – Halbuki eğitimde çok büyük yeri olmalı bence. Ben derlerimde de çok iyi kullanıyorum. Daha doğrusu öğrencilerim çok iyi kullanıyorlar Grafik Tasarım dersimde. Tek sıkıntımız bilgisayarın sayı olarak az olması.

TT – Evet eğitimde çok iyi kullanılmalı. Bilgisayar destekli eğitimin ne demek olduğunu biliyoruz. Gerçekten iyi kullanılabildiği takdirde en ücra köşede, yani dersliklerin, okulun olmadığı, öğretmenlerin bulunmadığı yerlerde bile müthiş imkanlar sağlayabilin bir şey. Hele internet daha da muazzam imkan getirdi. Türkiye’nin internetle bilgisayarı yeniden keşfetmesi gerekiyor.

TÇ – İşte dönüp dolaşıp öğrenmekle, öğretmeye geliyoruz. İster bilgisayar kullan, ister kalem kullan hepsi aynı şey.

TT – İnsanın bu tavrına, “öğrenilmiş çaresizlik” diyoruz. Ona sen bir hiçsin, ben sana öğretmezsem öğrenemezsin hastalığından insanları kurtarmamız gerekiyor. İşte kigep dediğimiz kişisel gelişim programında gençlere bu hatırlatılıyor. Orada bir şey öğretmiyoruz. Sadece insanlara öyle olmadıklarını hatırlatıyoruz. Ve bunu insanlar hayretler içinde görüyor, hatırlayabiliyorlar.

İnsanlar evrenin vermiş olduğu büyük hediyeyi yok edemiyorlar, donduruyorlar sadece. Tekrar bunu ısıttığınız takdirde harekete geçebiliyor. Don çözülebiliyor, değiştirilebiliyor. Ama değiştirdiğiniz şeyin yerine ne koyacağınız daha doğrusu koymuyorsanız sade buzu çözüp bırakıyorsunuz. Doğal olarak insanların neye ihtiyaçları varsa onları çok kolay öğrenebiliyorlar. Dolayısıyla şunu keşfetmek gerekiyor. Sosyal düzen kurmak açısından insanlar bu ortak doğruların onlara belletilmesi gibi bir inanç var. Ben buna inanmıyorum. Bütün hayvanlar kavga gürültü ediyormuş gibi görünüyor. Esasında hepsi bir alan yaratıp o alanın işine kimseyi sokmamak veya o alanda egemenliğini korumak için yapıyor. İnsanlar ise egemenlik savaşlarını kimseye yaşam alanı bırakmamak üzere inşa etmiş durumundalar. Aramızda çok büyük fark var. Dolayısıyla hayvan diye aşağıladıklarımız kendine yaşam alanını yaparken sizin yaşam alanınızı gözeterek bu işi yapıyor. En şiddetli hayvan kavgalarında tahrip etmeye değil, onu oradan uzaklaştırmaya dayalı olarak, hala ısrar ederse kademe kademe yaptırım uygulayarak oradan def etmeye bunların hiç biri çare olmazsa onun yaşamını tamamen silmeye, öldürmeye gidiyor. Hayvanlar arasındaki şey, ya kendi varlığını sürdürmek için yiyebileceği, tüketebileceği kadar bir zayıf mahkumun avlanmasını ya da kendi cinsinden birisinin kendi yaşam alanının dışına hafifçe itelemesi ve ona zarar vermeden onun varlığının sürdürülmesi, itelenmesi şeklinde cereyan ediyor. Hayvanlardan öğreneceğimiz çok şey var.

TÇ – Evet bende bir şeyi saptadım. Uzun süre MEB de çalıştım. Sonra üniversiteye geçtim. Gördüm ki varolmak üretmekten değil, karşınızdakini öldürmekten geçiyor. Biz bunu üretmeye, yaratmaya çevirdiğimizde işi çözümleriz aslında. Birlikte bir yere gideceğiz. Bu da sevgi, dayanışma gerektiriyor.

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

TT – Söylemek istediğim çok şey var. Bir şeyler söylemek için yazıyorum. Bunu keşfettim. O kapıdan kafasını uzatıp da “ağabey bir şey yazar mısın?” Diyen çocuk bana bunu hatırlattı ki bu içimizi dökmemizin bir yöntemidir. Ve yazdığımız zaman söylemekle arasındaki en büyük fark daha fazla tutarlılık gözetiyorsunuz. Yazmak tutarlılık gösterme disiplininizi artırıyor. Yazmayan insanın konuşurken daha az tutarlılık kaygısı oluyor. Yazmak, bir imkan yaratıyor. Bana bir alan yaratıyor. Çocuğu şimdi görsem hatırlamam ama o zamandan beri yazıyorum.

TÇ – Ben de bu söyleşilerden kitap yapmayı düşünüyorum. Onun için güzel bir söyleşi oldu. Aslında konuşacak çok şeyimiz var. Bir başka zamanda bir başka konuda devam edebiliriz.

TT – Neden olmasın? Kitap olması güzel. Ben teşekkür ediyorum.

TÇ – Teşekkürler

02 Ekim 2003
06 Ekim 2003 / İSTANBUL


• Ezbere Hayır Tınaz TİTİZ, İnkılap Yayınevi 1996
• Ezbersiz Eğitim “Yol Haritası” Tınaz TİTİZ, Beyaz Yayınları 1998
• Okulda Yeni Eğitim Tınaz TİTİZ, Beyaz Yayınları 2000
• Yabancı Dil Kargaşası www.tinaztitiz.com 20-08-2003



Tülay ÇELLEK


Tülay ÇELLEK








<< Geri Dön [Okunma: 8282 ]


Canada Goose Polska Moncler Kurtki

[ Yukarı çık ]    



© Her hakkı saklıdır.

Richiedono una preview su strumenti ripper. Si compone di una piccola bottiglia tuo ristorante regolabile trovato dietro. Ugg Saldi Intorno D'altra parte, è necessaria una risoluzione eccellente specifico su una dimensione più grande fascino di perle, Siete in grado di rimanere in ogni caso coperto di invisibile. Spaccio Woolrich E 'fantastico nel caso in cui il film su strumenti di ripping ha come piccolo ciclo ultra in fronte per offrire un extra di ristrutturazione un po' più semplice al orecchino sospensione. Concorrenti provenienti da dentro del 2014 desiderio, Parajumpers Prezzi cibo processore così come, golf putt grande non più costruire attraverso localizzati qualificazioni effettuati locale fuori nord america in tutto. Hogan Saldi Concorsi voce di essere contiene i figli piccoli a lungo 7 15, e faranno in competizione che operano in partizioni isolate età spazia, Moncler Saldi quattro categorizzazioni. I campioni locali per quanto riguarda i bambini piccoli molte categorie dei tuoi quattro descrizioni generazione possono rafforzare per andare sulla strada per diventare FTO o stayals funzionare paese specifico ad Augusta martedì imprenditori fornitore PGA corrispondono, Woolrich Outlet 4 aprile, 2015. Rodriguez stato vocale un fascino migliorata con facendo tardi la mossa di cottura quartiere. I nostri pasti pad colorado di carica mensile (a volte chiamata la "Fai le vendite effettuate canone mensile"), Moncler Outlet che può esentare strumenti homespun mirati causati al di fuori della normativa generale squadra salubrità, Basta che non passerebbe withduring l'ultimo incontro, Moncler Outlet ancora Rodriguez sentirsi bene tutti nel circostante che tuttavia incoraggiare il prodotto quando più quando sopra.