Mavi bir günaydın yolluyorum sabahına
Yüreğimin sıcaklığını da gününe...
Sending a blue ‘bonjour’ to your morning,
And the warmth of my heart to your day…
Bunu hep yaparım… Yazarlar gibi, “içimdeki yığınla insana kurgu güzelliğini de katarak bir sürü dünya yaratsam da yazsam,” diye düşünür oldum son zamanlarda.
Bir telefon sesi… Ve ertelediğim, durmadan şunu da yapayım açayım, biraz sonra telefon edeyim dediğim Sayın Hamit KINAYTÜRK arıyordu. Dekanlıkta mektuplarıma bakarken “Sanat Çevresi” dergisini görmüş içini karıştırmıştım. Sona doğru yazıma rastladım ve akşam evde editörüne telefon etme kararı aldım.
Telefonda yaklaşık 1,5 yıldır yazılarımı yayınladığını ve dergileri yolladığını belirtti. Hayır, hiç birini almamıştım. Bunun üzerine adresime tekrar göndereceğini söyledi. Kendisiyle İstanbul Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi için az koşturmamıştık… Oldukça emeği geçenlerden biriydi. Hatta hayatımda ilk defa bir yazım, dergisinde yayınlanmıştır. O dergiyi saklıyorum anılarımla birlikte. Önerdiklerinde ne kadar çok heyecanlandığımı da hala bu gün gibi anımsıyorum.
Sayın Gülay YEŞİLİPEK tüm derslerime geldi. İlk derste “Prag”ı gösterdi. Özellikle meydanlar ve saat aklımda kaldı. Evet benim saat sevgim, tutkudur adeta. Gerçi gösterdiği saat ve çevresi de unutulacak gibi değildi. Meydanları gösteren saydamlarında İstanbul’u düşündüm durdum. Bir kent için ne kadar önemlidir meydan. Maalesef Taksim meydanı artık inşaat alanı oldu yıllardır. İnsanlar çeşitli vesilelerle toplanıyorlardı, Şimdi görüntü kirliliğinden başka bir şey yok. İyi ki Sultanahmet meydanı var. Turistlerle bütünleşmiş. Diğer gruplarıma “Mısır”ı gösterdi. Sanat tarihi ve çok sevdiğim mitoloji bilgilerim depreşti. Hele şu, Keops, Kefren, Mikerinos üçlüsünü hiç unutmam. Kafama kazınmıştır adeta. Sınav haftası devam ettiği halde gelen sayısı fena değildi, hatta bazı atölyelerde çok iyiydi. Azda olsa sorular sordular. Önümüzdeki aya bir başka arkadaşım gösteri yapacak dersimde.
Mısır sanatını çok severim. Krallar, firavunlar öldüğünde önceleri çevresi, hizmetkarları, eşyaları ile birlikte gömülürmüş. Öbür dünyada da yaşamı aynen devam etsin, aksaklık olmasın diye. Hatta okuduğum mitoloji kitaplarının birinde genç kızların derisi soyulup erkekler tarafından giyilerek dolaşılırmış tören gereği... İlkel, Doğu, Batı Mitolojisi dizisini çok heyecanla okumuştum. Yazarı, Joseph CAMPBELL… Daha sonra canlıları diri diri mezara koyup öldürmek yerine, yaşam duvarlara çizilmeye başlamış. İnsan yerine konulan heykeller bu çizimlere eşlik etmiş. Gerçekten sanat insan yaşamının en büyük devrimlerinden biridir. İnsanın yerine geçen candır, yaşamdır. İnsanın ruhudur, beynidir kısaca her şeyidir. Mısır sanatında hep bunu görür çok heyecanlanırım.
Cuma günü çok öğrenci geldi. Eskimeyen öğrencilerimden Şenel fotoğraf kulübünün etkinliği olan “5. Amatör Fotoğraf Günleri”nin programını getirdi. Aslında internet yoluyla göndermiş ama gelmedi. Hemen arkadaşlara haber verdim. Biri geldi. Sayın Cemil AĞACIKOĞLU’nun gösterisini birlikte izledik. Fotoğrafların dizilişi nedeniyle bir öykü oluşturulmuş. Hatta sonu hareketleniyor. “I’m Ivan” İçlerinde oldukça iyi kareler vardı. Daha önce onun bir sergisine gitmiştim. Orada da öykü anlatıyordu. Şimdi klip çekiyor. Ama bu gösteride düşündüm ki film çekecek. Yapısı buna uygun. Sağolsun önceki fotoğrafları iri grenli olması nedeniyle “nokta” ve “doku” konuma gideceği için rica etmiştim. Odama kadar getirip bırakmıştı. Hala öğrencilerime gösteririm. Hatta seminerlerimde de kullanıyorum. Çünkü bu tarzda benim de denemelerim olmuştu bir zamanlar. Seviyorum.
Cumartesi genç ölümüne çok üzüldüğüm değerli karikatürist Necati ABACI ile ilgili toplantı için Fotoğrafevine gittim. Eski arkadaşlarıma rastladım. Sergi açılışlarına gitme nedenlerimden biri de arkadaşlarımı görmek içindir. İstanbul’da iyi bir buluşma yeridir. Bu arada birkaç sergi gezdim. Bunlardan biri “Mimarlık+Ekoloji” sergisiydi. Dönüşüme açık malzeme kullanımı, küçük alan, az malzeme ve enerji kullanımı gerekliliği geleneksel olan Almanya’ da bu gün tüm alanlarda özellikle eğitimde ekolojik inşaatın çok sayıda önemli örneklerinin olduğu vurgulanmış, tanıtım broşürlerinde. Bu anlamda 9 örnek sergilenmiş. Çiftlik evi, Sıfır Emisyonlu Solvis Fabrikası, Gündüz Bakım Evi, Gençlik Eğitim Enstitüsü; güzel, yaşam isteği doğuran bir tasarım. Güneş enerjisi yerleşimi, Stuttgart Tren Garı; oldukca ilginç bir tasarım. Sağlık Teşkilatı Ardiyesi, Gymnasium Odenwalt Okulu, GSW kule binası, R 128 Evi…
Diğer gezdiğim sergi; “Semiramis: Sultan’ın Gözünden Şenlik” adını taşıyor. Doğu ile Batı, grafik ile resimsel tadın sentezi olmuş çalışmalar. İnce ince emek verilmiş tablolar, portreler ve doğadan görüntü birleştirimleriyle ilginç hale getirilmiş. Bir başka uğradığım sergi Sarkis’ indi. Yıllar önce onu BİLSAK da dinlemiştim. Çalışmalarını anlatmıştı, yaşamıyla birlikte. Paris ve İstanbul’un yokuşlarını… Sergisinde kullandığı teyp şeritlerinden oluşan bir çalışması ve şerit müziğinin salonda çalması, aklımda kalan. Karmakarışık, metrelerce uzunluktaki şeritler toplanarak heykelimsi hale getirilmişti. Ama görüntüden öte felsefesiydi önemli olan.
Pazartesi akşamı gittiğimiz, bir çok arkadaşımı davet ettiğim Öğretim elemanlarının çalışmalarını sergileme biçimi içler acısıydı. MSÜ kocaman binayı para için vermemişti, öğretim elemanlarına… O koca binanın içinden geçip bir bahçeye çıkıyorsunuz. Tek oda, kubbeli bir alan düşünün 180 küsur öğretim elemanının 200 küsur çalışması o alana sığdırılmaya çalışılmış. Bir çoğu yerlere konulmuş. Görüntü adeta panayırı çağrıştırıyor. Benimki de iki çalışmanın arasına sıkıştırılarak asılmış. Çünkü başka çareleri yok. Sayın Prof. Dr. Mehmet Zaman SAÇLIOĞLU organizasyonu yapan kişi olarak nasıl sıkılmış, üzülmüş bir görseniz. Hali en az sergi kadar hüzünlüydü. Arkadaşlarla epey bahçede oturduk, sohbet ettik. Herkes geldiğine memnundu. Serginin amacı derneğe gelir sağlamak.
Bu gün Salı ve kabul günüm. Sınavdan çıktım. Daha doğrusu sınav konusunu verdim ve atölyeden çıktım. Sınavda öğrencilerin başında durmuyorum. Öğleden sonra, “öğrencilerin saydam gösterisine giderim,” dedim ama tam kalkıyorum bir öğrenci geliyor. Eski-meyen öğrenciler, yeni öğrenciler geldi durmadan. Yeniler ders, eski-meyenler özlem gidermek için gelmişler - geldiler. Çok mutlu oldum. Bir eğitimci için en büyük mutluluk bunlardır gerçekten. Bir annenin evladı neyse, öğretmenin -akademisyenin de öğrencisi odur. Bu arada kendim de araştırmayı çok sevdiğim için öğrencilere istedikleri konuda bilgi topluyorum. Onunla ilgili yazışmalar oluyor. Hatta bu nedenle TRT den aradılar onlara yönlendirme yaptım. Organizasyonu da seviyorum çünkü. Bu arada öğrencilerin sınav kağıtlarına baktım. Gülerek. Çok hoş şeyler çizmiş ve yazmışlar. Kendimi gülmekten alamadım gerçekten. Bu gençler harika… Olanak tanımanız yetiyor. “Yaratıcılık - kendi yaratıcı duruşları” nı anlatacakları ilk vize sınavlarını da vermişler. Bir kaçını okuyabildim ancak gelen gidenden. İnanılmaz güzel. Harika sorgulama yapmışlar. Tanım istememiştim. Bu çevrede ama kendi duruşlarıyla özleştirerek inanılmaz güzel kompozisyonlar çıkartmışlar. Onlarla gurur duyuyorum gerçekten. Ne sevimliler bilseniz… Ben çok şanslı bir insanım, böyle harika öğrencilerim var.
Cumartesi beni en çok hüzünlendiren, Necati ABACI’ nın yaşarken gördüğüm sergisiydi. Aynısını yinelemişler. Onu tebrik ettiğim için ne çok sevinmiş, içtenlikle sarılmıştı. Şimdi çocuğu okusun diye onu anlatan ve karikatürlerinden oluşan bir kitap yapmışlar. Ederinin alt sınırı on iki buçuk YTL. Üste istediğiniz kadar verip alıyorsunuz. Sevgili eşiyle kucaklaştık. Gerçekten çok erken bir ölüm. En verimli çağıydı. Daha sonra saydam gösterisi yapıldı. Özlemimiz bu şekilde giderildi bir nebze olsun. Kitabın adı: “Ne Janti Abimizdin Sen” Yayınevi: Fotoğrafevi - İstanbul. İçine de karikatürlerinin çizildiği ayraçlar koymuşlar birkaç tane… Bundan sonraki konularım içinde var. Öğrencilere örnek olarak göstereceğim.
Cumartesi gününü Sayın Orhan Cem CETİN ve Sayın Murat GERMEN’ in sundukları programla bitirdim. Aslında vapurda devam etti. Çünkü aynı etkinlikten çıkan iki arkadaşla geçtik karşıya. Bu arada seneye derslerimde yapılacak saydam gösterisini de organize ettim. Sayın Tanju AKLEMAN’ ın “Yontu-yorum” isimli etkinliğini gerçekleştireceğiz.
Sayın GERMEN’ den gelen iletiyi olduğu gibi koyuyorum. “Orhan Cem Çetin ve Murat Germen tarafından Galata Fotoğrafhanesi' nde yürütülen "Çağdaş Fotoğraf Serileri" söyleşilerinin Nisan 2005'teki ayağında 1970 İngiltere doğumlu Richard Billingham' ın işleri konu edilecek. 1997'de “Citibank Fotoğraf Ödülü”nü kazanan Billingham' ın en çok bilinen işleri arasında ailesini çok gerçekçi, çarpıcı ve sade bir biçimde fotoğrafladığı seri yer almaktadır. Sanatçı bu seriyi son kullanma tarihi geçmiş ucuz filmler kullanarak ve baskıları evlerinin hemen yakınındaki "mahallenizin stüdyosu"nda yaptırtarak oluşturmuş.
Söyleşi; 16 Nisan Cumartesi Galata Fotografhanesi’nde (www.galatafotografhanesi.com) saat 18:30’da”
Önce aile fotoğrafları gösterildi. Anne ve baba adeta evdeki eşyalarla bütünleşmiş. Büyük olasılıkla babası tarafından havaya atılmış bir kedi fotoğrafı vardı. Hemen DAli’yi çağrıştırdı. Çünkü onun da böyle bir çalışması var. Nitekim birkaç fotoğraf sonra duvarda “DALİ” resmi asılı bir fotoğrafı dikkatimi çekti. Belli ki etkisi var. Daha sonra çektiği manzaraları gösterirken “TURNER”i çağrıştıran bir fotoğrafı da usumda kalanlardan.
Uzun süre İTÜ de gittiğim, “Etik” toplantısına takılı kalmıştım. Bu sabah okuduğum Sayın Orhan BURSALI’ nın yazısı nedeniyle anımsadım. Unvanı altta olanlar kitap yazıyorlar ya da program yapıyorlar. Ama kitaba ya da programın altına hiç emeği geçmemiş üst unvanlıların adı yazılıyor. Veya uyanıkların adı yazılıveriyor, aynı unvanda olsanız bile. Bunu gerçekten çok garipsiyorum ve kabul edemiyorum. Öğrenmeyi, araştırmayı çok seven ben, Atatürk’ün dediği gibi her şeyi öğreniyorum da, bir türlü uşaklığı öğrenemiyorum. Bu anlamda üniversitelerde yapılan bu tavırları bir türlü benimseyemiyorum. Düşünsenize yığınla emek vermişsiniz alnınızın teriyle bir çalışma – kitap - program – yazı vs. ortaya çıkartmışsınız ve hiç emeği olmayanın adı yazılmış. Sonra da “etik” kurulları kuruluyor. Günah çıkartmak için mi? Bilemiyorum. Ama bu konudan ciddi şekilde rahatsız olduğum kesin.
Pazar günü de dolu dolu geçti. Önce Sayın Erdal ATABEK’ in
”Nasıl Bir İlköğretim?” Konulu etkinliğine gittim. Etkinlik diyorum. Çünkü sürekli dinlemeye gittiğim için biliyorum, Sayın ATABEK mutlaka karşılılık tavrı içinde gerçekleştirir konuşmasını ve çok ciddi hazırlanıp gelir. Mutlaka kitap önerileri vardır. Aytül KASAPOĞLU, “Değişen Toplumsal Yapıda Karakter” Ütopya Yayınevi.
“Türkiye’de lise 2 de alan seçiliyor.” Dedikten sonra karakterlere uygun alan seçilmediğini kendisinden örnek vererek anlattı. Orada konuşmadım ama hemen aklıma yeğenim gelmişti. Tüm dersleri iyi. Avukat olacak da bir niteliğe sahip. Hem konuşkan hem de haksızlığa tahammül edemeyen bir tip. Bu nedenle Edebiyat bölümünü seçmiş. Ama bu bölüm fazla çalışkan olmayanlarla da doldurulduğu için öğretmenlerinin zoruyla Fen bölümüne geçirilmiş. Tabii Hukuk Fakültesine gitme hakkını o an kaybetti. Sonra karakterine uygun olmayan bir bölümde okudu. Çalışkan olduğu için şu an yüksek lisansa devam ediyor. Mutlu olacağı bir alanda okumak varken, eğitimcilerin eliyle daha bir çok çocuk böyle öldürülüyor. “Necati ABACI” toplantısında bir arkadaşıma rastlamıştım. Bir süre aynı okulda beraber çalışmıştık. Çok yetenekli bir oğulları var. Ama “evde iki sanatçı var o Anadolu lisesini de kazandı, bilim alanında bir yerde okusun,” diye tutturdular ki çocuğun resim alanında bir sürü ödülleri de var üstelik. İş işten geçtikten sonra müziğe karar verildi. İş işten bir kere daha geçtikten sonra “keşke resim okutsaydık,” deniyor. İster istemez kendisine ikazlarımı anımsattım. Çünkü, “sanatçı anne baba böyle yaparsa diğerleri ne yapmaz? Sanat eğitimine önce siz sahip çıkacaksınız, anne baba artı eğitimci olmanız nedeniyle bireysel farklılıkların ayırtında en çok siz olacaksınız,” diye epey söylenmiştim. Hala da söyleniyor ve yazıyorum. Çocuklarınızı tabanca ile öldürmeye gerek yok, karakterlerinden farklı bir alanda okutmanız da onları öldürmektir.
Sayın ATABEK her zamanki gibi GARDNER’ den bahsetti. Çok güzel de bir şey söyledi. “Kendini ifade etmek değil, kendinden beklenenleri ifade etmek.” İşte bizim geçlerimizin yaşadığı - yaşatıldığı en büyük sorun. “Ben olamadım çocuğum olsun,” örneğinde olduğu gibi. Bir hoşuma giden de, “fısıldayan toplumuz, konuşan değil. “ Saptamasıydı. Karakter eğitiminden bahsetti. Benim şu an bir şekilde uyguladığım. “Soru sorma, kendini ifade etme olanağı tanıma, moral verme, çok yönlü yetişmesine neden olma, öğrencinin, çocuğun önünde değil yanında olma ve gayretine bakmak vb. gibi…” Tabii notlarım çok uzun. Burada özetinde özetini yaparak aktarıyorum.
Bunları dinlerken bir şeyi çok netleştirdim, bir kere daha. En sevdiğim filme dahi iki kez gitmem. En sevdiğim romanı iki kez okumam. Ama bu tür toplantılara çok sık gidiyorum. Sürekli bu tür kitaplar okuyorum ama hiç sıkılmıyorum, bunalmıyorum. Merakım ve heyecanım hep taze. Bundan mutlu oldum doğrusu. Bir de anlatılanlar, derste yaptıklarımla - yapamaya çalıştıklarımla o kadar uyuyor ki... Hatta bu toplantılardan sonra girdiğim derslerde öğrencilerime, “yine toplantılara gidip cesaret topladım arkadaşlar,” diyorum.
Pazar günümün ikinci toplantısı, YTÜ de olan, “Köy Enstitüleri” ile ilgiliydi. Tabii ilk toplantı Kadıköy’de olduğu için geç kaldım bu nedenle. İlk dinlediğim; Sayın Prof. Dr. Cemil ÖZTÜRK, “Çağdaş Eğitim ve Öğrenme Yöntemleri ( çoklu zeka kuramı, yapılandırmacı öğrenim, aktif öğrenme ve beyin temelli öğrenme” - “Eğitimde Yeni Yaklaşımlar, Eğitim Felsefeleri” başlıklı bir konuşma yaptı. Sayın Doç Dr. Selahattin DİLİDÜZGÜN, “Öğretmen yetiştirme ve Sorunları”nı anlattı. Kendisi gelemeyen ama bildirisini gönderen Sayın Prof. Dr. İsa EŞME, “Göstergeler Eğitimimiz İçin Ne diyor?” Başlıklı yazısında anketleri ele almış çoğunlukla. Öneriler kısmında kısaca “site – internetin öneminden ve olması gereğinden” bahsettim. Hazırlanıyormuş sevindim. Bir de MÜ de bir öğretim elemanı Köy Enstitülüleri toplantıya çağırmış. “Köy Enstitülü değilim ama Öğretmen okulu ve Eğitim Enstitüsü çıkışlıyım,” diyerek o toplantıya katılmak istediğimi ve bu toplantıların öğrenciye açık olarak uygulamalı hale dönüştürülmesini önerdim. Bir de Çalıştaya adımı yazdırdım. “Çağdaş eğitim ve öğretim yöntemleri” bölümüne…
Pazartesi oditoryumda bir toplantı vardı. Ama sürekli katılamadım. Sabah ki oturumda salt bir kişiyi dinledim. Öğleden sonraki oturumda da panelistleri bir kez dinleyip çıktım. O kadar işim var ki. Ders sayımın artması çok etkiledi yaşamımı. Gerçi çoğu kez, aslında her zaman herkes güzel havalarda güzelim bahçemizde otururken, ben çok sıcak olan odamda ya yazıyorum ya da okuyorum. Çok bunaldığında “Kızıldenizim” dediğim havuzumsu yere kadar yürür gelirim. Orada hayal kurmak hoşuma gidiyor bir de yolda bir tanıdığa veya öğrencilerime rastladığımda selamlaşmak da beni çok mutlu ediyor.
Son katıldığım toplantı için diyeceklerim: Her ulustan gurur duyduğum öğrencilerim var ve arkadaşlarım. Birileri kışkırtmalar yaparak bizi rahatsız etmesin yönetebilmek, bölebilmek adına. Ama en önemlisi de bizler kışkırtmalara gelmeyelim lütfen. Her ulusta, ırkta iyiler de vardır, kötüler de… Önemli olan iyilerle buluşup güzel şeyler yapmaktır. Bu sevgi ister, saygı ister, yürek ister…