Tülay Çellek
  Mavi bir günaydın yolluyorum sabahına
Yüreğimin sıcaklığını da gününe...
 Sending a blue ‘bonjour’ to your morning,
And the warmth of my heart to your day…
 Tülay ÇELLEK


Ana Sayfa
Yazılar
Şiirler
Poems
Söyleşiler
Tül'den Yansımalar
Resimler
Art
Fotoğraflar
Photograph
Karikatür / Çizimler
Cartoon / Drawings
Tasarım
Design
Tipleme
Character
Barış
Peace
Gerze
Ders Notları
Lesson Notes
Özgeçmiş
Autobiography/cv
Belgeler
Duyurular
Değiniler
İletişim
Contact

Yayın Tarihi: 21.6.2003  

<b>GÖKYÜZÜMÜ İSTİYORUM </b>


GÖKYÜZÜMÜ İSTİYORUM


GÖKYÜZÜMÜ İSTİYORUM



İdeal mimari ağaç boyunu aşmamaktır. Daha önce oturduğum yerlerde evimin arkası boştu. Yaklaşık bir yıl içinde gece kondu gibi gökdelenler doldu. Gökyüzümü kaybettim. Yıldızlarım yok oldu. Onlara bakarak oluşturduğum ütopyalarıma olanlar olacak. İnsanlar büyük düşünürlerse küçük şeyleri başarabilirler, ama küçük düşünürlerse hiçbir şey yapamazlar. Büyük düşüncelerde de ütopyalar vardır. Böyle çevre sorunlarının , hapsinin, kokunun içinde ilk ütopya, yaşanacak bir dünya istemek olsa gerek. Mis gibi ve güzel ... Tıpkı Kızıl denizin derinlikleri örneği. En azından dil kirliliğinin göstergesi tabelalar yok.

Mimaride, kullanılan malzeme yaratıcılığı, farklılığı yansıtmalı. Etkileşim çevrenin görüntüsüyle başlıyor çünkü. Birbirinden farklı teknik ve mantıkla yeni ilişkilendirmeler çerçevesinde farklı yorumlarla yapılanmaya gitme yaratıcılığında nüve taşını oluşturur. Bu bağlamda İşlevsellik ve görsellik bir arada düşünülmelidir. Çevre hoşgörü, estetik, gereksinme, güven duygusu, çeşitlilik ve doğada yaşamı kapsamalı. Ama bir başka boyutu da bir dersinde sayın Prof Dr. Metin SÖZEN’ den dinlemiştik. “Sultanahmet’ten Dolmabahçe’ye kadar yürüyün ne kadar farklı ve belirli bir kimliği olmayan yapıların yanyana dizildiğini göreceksiniz” demişti. Halbuki Londra’da gördüm ki bir kent kimliği var. Sayın Oktay Ekinci’nin bir söyleşisine katılmıştım. Viyana’dan gösterdiği bir saydamdaki durağın 100 yıldır burada durduğunu söylemişti. Halbuki İstanbul’daki duraklar neredeyse 100 günde bir yer değiştiriyor. Üstelikte yenilenen duraklar nasıl yapıldıysa oturulan yerler yağmur yağdığında ıslanıyor ve tabi ki oturulamaz hale geliyor.

İnsanın insanı sömürmesi gibi doğa da sömürüldü alabildiğine. İnsan doğa ilişkisi bu anlamda kuruldu günümüzdeki sanayileşme çerçevesinde. Halbuki sanayi bağımlılığından önce insanın doğaya bağımlılığı ön plana alınmalıydı. Çünkü yaşaması için bitkilere, doğaya bağımlı olan insan, doğa öldükçe kendisi de ölecektir.
Kendini yaşatmak adına mı yoksa öldürmek adına mı ormanların yakılıp, kesilip yerleşim alanları açılması söz konusudur . Bunu iyi tartmak gerekir. Nitekim doğanın yanlış kullanımı çevre sorunlarını da beraberinde getirmiştir.

Hangi kirlilikten bahsedelim. Görsel kirlilikten mi başlayalım. Tabelaların yanlış yazım hatalarına mı canımızı sıkalım, Türkçe’nin bu arada çok ciddi şekilde kirletildiğine mi yanalım. Gözümüzün içine girdikleri halde birde klaksonlarını ısrarla çalan minibüsçülerin yarattığı ses kirliliğine mi? Tabii satıcıları da unutmamak gerekir. Çünkü vücudumuzun her tarafı duyuyor salt kulaklarımız değil. ( Prof. Dr. Yıldız DAĞDELEN ) Yaşamın can noktası olan toprak, su ve hava kirliliğine mi üzülelim. Dünya tek ve çok küçük, buradaki bir toprak kirliliği Antarktika’ya ulaştığına göre. Zola’nın sözünü bir kere daha anımsamak gerekir. ” Herkes evinin önünü temiz tutarsa tüm kasaba temiz olur.” Bu durumda herkes çevresini temiz tutarsa tüm dünya temiz olur. Gelişmişliği ne ile ölçeceğiz? Sanayileşme ile mi, yoksa sanayileşmiş ülkelerin kimyasal yok edilemeyen atıklarını gizlice gelişmekte olan ülkelere boşaltmaya kalkmasıyla mı?

Ya ortak kullanımımızdaki hava; gazların atmosferde hızla artış göstermeye başlaması ile hava kirlenmesi insan ve tüm diğer canlı varlıklar açısından zararlı etkiler oluşturması yerleşimdeki ve kullanımdaki yanlışlığın bir göstergesi olarak çıkar karşımıza. Bir türlü bitmeyen savaşlar, gelişme adına oluşturulan ama getirileri yanında yapılanmasındaki eksiklikler ve yanlışlıklar nedeniyle pisliğe ciddi olarak sebep olan sanayileşme, kirliliğin başrol artistleri konumundalar her daim.

Doğaya müdahale ve yapılanma aslında doğaya aykırı değildir. Yeter ki doğaya paralel gitsin onu zedelemeden planlı bir şekilde gerçekleştirilsin. Yaşam bir bütün. Denge ona göre kurulmuştur. Dünyanın %70 i su, insanın % 70 i su gibi. Her şey birbiriyle ilintili, birinin varlığı diğerinin de varlık nedeni oluyor. Birinin parçalanması zincirleme bozulmayı beraberinde getiriyor.

Yerleşimde kapsanacak alanla, boş bırakılacak alan arasında denge olmalıdır. Yeşillik, ağaçlar oksijen üretir. Kentte bu eksiklik üstüne egzoz gazları yaşamı, sağlığı olumsuz etkiler. Sonuçta ; sanayileşme ( önlemini almadan ) , trafik, ısınma-kömür, nüfus artışı, alt yapı eksikliği ( su, kanalizasyon, elektrik, yol ), orman kesimi felaketlere neden oluyor. Kirletici kaynaklar; kentsel ( çarpık kentleşme), endüstrileşme, tarımsal (ilaçlama ), doğal ( yanardağ, bataklık vs. ) etkenler de yaşamı olumsuz törpülüyor. Bu nedenle, Biyolojik, fiziksel, sosyal çevrenin ortaklaşa dengesi yaşamı güzelleştirecektir ancak.

Gerek sanatta gerek bilimde gerekse yaşamda her şey insana göredir. İnsan mekan, insan kent, insan mobilya vb. Sonuç olarak yaşanabilirlilik insana göre boyutlanır. Bunlar kirliliğe dönüştüğünde ölüm de başlar. Kirlilik, tarihsel olan dokuda başlar. Yitirilme günümüze, geleceğimize uzanır. Ormanlar yok edildikçe beraberinde getirdiği çölleşme ne kadar yaşamsal olarak adlandırılabilir ki? Kentleşmeye dönelim. Meydanlarımız nerede? İnsanları bir araya getiren. Bu da bir nevi çölleşme değil de nedir?

Tekniğin gelişmesi insan lehine olduğu kadar yanlış, hatalı kullanım nedeniyle bir o kadar da aleyhine olmuştur. Çernobil örneği gibi.. Sanayileşmenin yarattığı asit yağmurları, erozyon, çölleşme, nükleer denemeler ciddi bir şekilde çevre sorunudur. Bu sorunun da ulusu yoktur dünyaya aittir çünkü. Beyazım martılar grileştiler hava kirliliğinden. Bu sorunlardan bizim de yüreğimiz kirlendi. Bu bağlamda örgütlenmek gerekir. Sorun hepimizin sorudur çünkü. İnsan doğayla koşut yaşamalı ve bunun bilgi donanımına sahip olmalı. Doğa nasıl ki bizim yaşamımıza son derece saygılı ise bizde aynı saygıyı doğaya sunmalıyız. Bu eğitimle geliştirilebilir tıpkı yaratıcılık gibi. Alanları ekonomik ve doğru kullanma eğitimle verilebilir. Nitekim insan soyunun devamı doğanın devamıyla paraleldir. Yerleşik düzenin beraberinde getirdiği sorunlar eğitimle bal gibi çözümlenebilir.

Kentimden beklediklerim
• Kültürel hizmet, bu konuda İstanbul’u gerçekten seviyorum. Dolu dolu bir kent. Yalnız 15 dakikalık bir saydam gösterisi için ortalama 3 saat zamanım yolda geçiyor.
• Yollar ; nedense bir türlü düz dökülemeyen, bol çukurlu asfaltlar yürüme zorluğuna ve ıslanmama neden oluyor. Bir sanatçımız çukura düşerek yaşamını yitirmişti sanırım. Yollarda yürümek istiyorum sağlıklı bir yaşam için ve park edilmiş otolara çarpmadan. Görsel kirlilik olmasa da görsel şölenle dolaşsam istiyorum İstanbul’da. Çöp kutuları konulmuş iyilik adına, pislikten yüzlerine bakılmıyor. Dil kirliliği taşıyan tabelalar, görsel tadı bazen işkenceye dönüştüren afişler vs.
• Bu kadar sesle değil de daha sakince yaşasam bu denli yorulmayacak kulaklarım, vücudum. Satıcılar bir taraftan, halkı kör sanıp klakson hastalığı yaşayan minibüsler bir taraftan.
• Meydanlarım nerede? İnsanları özlüyorum.
• Çöp kokularıyla değil yeşilliğin kokusuyla yaşamak istiyorum.

Beni etkileyen çevremin yaşanabilirliği koşut olarak üretmeye, yaratmaya götürecektir. Tabii bu, herkes için de geçerlidir. Annem buradaki çiçeklerimden dallar koparıp Karadeniz’deki memleketimize götürürdü. Orada çiçek bir başka büyürdü. Demek ki salt zararımız kendimize değil her şeye, doğaya kendi ürettiklerimize sanata, yontuya, mimariye.

Alternatif enerjiler kullanılamaz mı? Güneş, su vs. Sağlıklı bir çevre plandan geçtiğine göre bu o kadar zor mu? O zaman Mimarlık Fakültelerimiz ne için var? İnşaat Mühendisi planı öğrenmiyor mu okulda? Ya en önemlisi başımıza getirdiğimiz siyasilerimiz, eğer alanları dışındaysa danışman kullanmıyorlar mı? Neden ?

O zaman bireyler olarak bize önemli işler düşüyor. En başta çevreyi bir bütün olarak görmek gerekiyor. Her şeye eleştirel bakmak lazım. Tabi ki duyarlılık gerekli tüm bunlar için öncelikle. Tanımak, okuyarak ve gezerek . Böylece bilinçli sahip olmak gerekir herşeye. Tüm bunlar ailede başlamalı okulda devam etmeli ve yaşam boyu sürmelidir.

Çünkü doğada var olan denge bozuldu mu yaşamda yerini ölüme bırakmaya başlar. O halde doğayı korumak aslında kendimizi korumaktır. Denizleri kirletirken salt balıkları öldürmüyoruz, turizmi de baltalıyoruz, ekonomiyi de. Görüldüğü gibi her şey birbirine bağlı. Teknolojinin gelişimi önemli ama ondan daha önemlisi insanın gelişimidir. Yeteri kadar çocuk ve eğitim. Çözümün başıdır. İşbirliği, bilgi alışverişi, sivil örgütlenme ve devlet sorumluluğu, yaşanılır bir dünyanın bilincini oluşturur.

M.Ö. IV. yy Knidosta yaşayan Crisipos, “Doğadaki sesler, pek çok hastalığı iyileştirir, sinirli, endişeli, yorgun olduğun zaman bir ırmak kıyısına otur, gözlerini kapa, beynindeki tüm düşünceleri boşalt ve suların şırıltısını dinle. Unutma ki su, sinirlere en iyi gelen ilaçtır. Rüzgarın sesi gürültüleri yok eder, ormanın sesi ise beyni dinlendirir.” Ben böyle yaşamak istiyorum. Ya siz?

*YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi

KAYNAKLAR
• GÜRPINAR E. Çevre Sorunları - Der Yay.
• YILDIRIM F.B. ( Editör ) İnsan-Çevre Kent - Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi Yay.
• KELEŞ R. İnsan Çevre Toplum - İmge Yay.
• GÜNEY E. Genel Ortam Kirlenmesi – İnkılap Yay.
• GÜRSELER G. Dikkat Dünya Tektir – Ümit yay.

Tülay ÇELLEK








<< Geri Dön [Okunma: 3308 ]


[ Yukarı çık ]    



© Her hakkı saklıdır.