SANATLA, YARATIYLA GEÇEN BİR ÖMÜR …
Çocuklar, gençler, bir ya da iki çocuklu aileler, kartpostallar, kitaplar, müzik ve sanat dolu pencereler… Belgrad caddelerinde akordeon, kemandan çıkan ezgiler eşliğinde yürüyorsunuz böyle bir görüntüyle birlikte.
Kitapların konusu Belgrad çoğunlukla… Sokakların metrekaresine kadar her yerde, sokaklarda, duvarlarda, camlarda Belgrat tanıtımı kokuyor buram buram… Böyle reklam yapılır.
Yontuların önemli bir parçası olan binalar tarih tarih kokuyor her yerde… Binaya konumlandırılan yontular kütlesel yapıya inanılmaz bir duyarlılık ve devinim kazandırıyor. Binayı görünür kılıyorlar. Yapıyı insanlaştırıyorlar. Yontular bazen bekçilik görevi yapıyorlar sanki. Bazen bir öykü anlatıyorlar. Bazen başka anlamlar sunuyorlar bakanlara… Yontular bazen girişte, bazen duvar derinliklerinde, bazen de binanın tepesinde yer alıyorlar. Duruş, konuluş yerinden başlıyor farklı anlam taşımaları. Heykeller salt binalarda yerini almamış kentin her yerinde bulunuyor. Bazen aslanlar suya bekçilik yapıyorlar. Yüksek kaidelerinin üzerinde duruyor baktığı yere meydan okurcasına. Bazen sütunun üzerinde bir figür bulunuyor. Bazen parkın içini hareketlendiriyorlar. Bazen de yontunun yerini balkon çiçekleri alıyor.
Kentin ana görüntüsü olan ve yaşama anlam katan yontuların yanında bol bol müze ve galeriler var… Tam bir sanat kenti Belgrad. Kente girişte tabelasını gördüğüm Çağdaş Sanat Müzesini aradık. Daha kolay bir yerde gördüğümüz bir müzeye gitmeye kalktım. Ancak hem kişiseldi hem de giriş pahalıydı ve Euro kabul etmediler. Süremiz çok kısa ve çok yorgundum. Fakat aklım Çağdaş Sanat Müzesinde kaldı doğrusu. Sanat Üniversitesi, Sırbistan Sanat ve Bilim Akademisini de görmek isterdim.
Bir galeride saksısında kaktüs cam önüne konmuş. Arka planda ondan hareketle soyutlanarak yeni yorumların katıldığı bir kompozisyona şahit oluyorsunuz tuvalin üstünde. Kaktüs hem doğrudan yaşamınızda, hem de sanat yoluyla hayatınızda. İki kaktüs arasında köprü olan insana bir öykü yazılabilir tuvalinden çıkartılarak ya da yeni varyasyonlar düşlenebilir. Kaktüs’ün insan yaşamındaki yeri… Kaktüs içinde suyu biriktiren ve dayanıklılığı uzun olan insan gibi bir bitki mi dersiniz? ”Kaktüs,” dilli deriz. Kaktüs yaklaştırmaz kendisine ama baktırır…
Mekanla ilişkilendirilerek yapılan sergilemelerden etkileniyorum. Bana göre doğru bir sergileme tarzı… Bu ilişkilendirmede izleyen kendini daha çok içinde buluyor yaratıların, çalışmaların, yapıtların. Yabancılaşma yaşanmıyor. Ya da sadece izleyip geçip gidilmiyor. Orada yeni bir yaşam biçimine giriliyor. Yapıt yaşamınıza alabildiğince sokuluyor. Salt gözleri değil, yüreği de, beyni de orada oluyor. Dolayısıyla bir yüreğin, bir beynin, deneyimlerin, duyumların, duyumsamaların, düşüncelerin, fikirlerin, sezilerin, tercihlerin yaratıları olan sanat yapıtlarını yapan, yaratan kadar izleyeni de içine almış oluyor.
Bildiğimiz standart boyutlarda olan resim tuvallerinin ölçüleri değiştiğinde yeni etkiler yaratıyor. Burada gördüğüm, gezdiğim bir sanat galerisinde böyle bir sunuş yapılmış. İnce uzun sütun gibi tuvaller ara verilmeden duvar boyunca konmuş. Aynı renklerle çalışıldığı halde bir monotonluk söz konusu değil. Kahverengi, toprağı anımsatan tonun üzerine beyaz lekeler konulmuş, zaman zaman çizgi, zaman zaman nokta da olan. Sergi mekanı bütünüyle kullanılmış. Salt geniş duvarlar değil, dar alanlar da değerlendirilmiş. Çok başarılı bir sergileme olmuş. İki mekan iç içe. İçerdeki mekanda renkler kuvvetleniyor ve sıcaklaşıyor. Ama bir kişilik ortaklığı var. Önemli olan da budur. Bazı çalışmalar içine siyahı da almış, sadelikten ödün vermeden. Dikeylik hakim olmasına karşın aralardaki yatay sergilemeler hareketi, çeşitliliği sağlamış.
Sanat kenti Belgrad’ta sanat binalara kendini hapsedememiş, sokaklara taşmış. Bir ressam caddenin ortasında hem resimlerini sergiliyor, hem de resim çalışıyor. “Açık hava atölyesi” harika bir fikir. Üstelik satış da söz konusu, fiyat etiketleri hazır. Bir bezle sınırlarını belirlediği yer; atölye, sergileme, satış kısacası açıkhava dükkanı olmuş. Üç etkinliği küçük bir alan toplamış. Londra’da bir binaya gitmiştim. Başlı başına kent gibi bir binaydı, hala unutamıyorum. Sadece bir binada tüm gereksinmelerinizi giderebiliyordunuz. Sergi, tiyatro, sinema, her tür alışveriş mağazaları, kafeteryalar aklınıza gelecek insana dair tüm gereksinmeleri gideren çok amaçlı bir bina… Bireysel farklılıklara bu kadar çok çeşitte hitap eden işlevsel bir bina. Unutmak mümkün değil.
Bizde genellikle karikatür çizmek için sokaklar kullanılıyor. Ve duvar dibi sergilemeler var… Vitrinler salt giysiler için kullanılmasa sanatsal sergi alanı da olsa…
Bir başka sanat galerisinin penceresine asılı iletişim amaçlı resim bana Prof. Dr. Özer Kabaş’ın deniz resimleri-resim denizlerini anımsattı. Burada şu pratiklik var; galeriler binanın ilk katında. Önemli bir cadde üzerinde. Kapı, pencere ve vitrinlerine afişler asılmış yürürken görmememiz mümkün değil. Bu işlevsellik harika doğrusu. Sanat ayağınıza getirilmiş. Yürüyüşe çıkıyorsunuz görüyor ve galeriye giriveriyorsunuz. Gezinti yolunda birçok galeri var. Üstelik bunlar tıpkı Beyoğlu’nda olduğu gibi müzik eşliğinde…
Duvara yapılan bir vitrin “pencere galeri” olmuş. Yürüyen insanın siyah lekeleri baktırıcı.
Geniş cadde sonunda her yaşa hitap eden hediyelik eşya var. Çanlarla dolu küçük bir satış yeri. Çanlar beyaz renkli. Üzerlerinde “Belgrad” yazılı bir kent sembolü olmuşlar. Hollanda’nın çeşitli büyüklükte farklı anlamlar yüklenerek hediyeleşmiş ayakkabıları gibi. Bizde de hediyeye dönüştürülecek o kadar özellik var ki… Peri bacalarından tutun da takunyaya kadar…
Ve duvarlar resimlenmiş. Duvara hayat gelmiş, renk gelmiş. Tarihi bu güne taşımış.
Kırmızıyı severim özellikle soğuk kırmızıyı, carmen olanını… Kırmızı siyah, kırmızı gri yan yana geldiğinde daha da bir anlam taşır, üstelik görsel olarak da güzeldir doğrusu… Gri binalara bir renk gerekli olmuş. En doğru renk olan kırmızı, kocaman binaya göre kapladığı alan çok küçük olduğu halde harika bir denge sağlamış. Büyük küçük dengesinin yanında, sıcak soğuk renk dengesine de neden olmuş. Bir de şu elektrik telleri olmasa, yontuları kesen…
Su… İster deniz, ister göl, ister nehir, ister dere olsun. Bulunduğu yere yaşam veriyor. Ferahlığa neden oluyor. Açıklık sağlıyor, renk, hareket sağlıyor. Belgrad’da nehir kenarında dinlenme hayallere sebep oluyor. Tavsiye edilir.
Arabayı kaldığımız otelin tam önüne park etme olanağımız oldu. O kadar rahat ettik ki… İki Belgrad eski ve yeni olarak yaşamına devam ediyor. Burası da tıpkı eski Foça yeni Foça gibi ikiye ayrılmış eskiye zarar vermemek yeniyi rahat rahat geliştirmek, genişletmek için… Yenisi gökdelenler ve reklamlarla dolu, eskisi tarih, kültür, sanat kokuyor her taşında, her renginde, her ezgisinde…
Başkaları için sanayi kenti olabilir ama benim için sanat kenti oldu Belgrad. Yeşilliği bol, parkları geniş… Bilimi, eğitimi, ekonomisi, kültürü ile bir bütün olan Belgrad bir güne sığmaz tabii… Yıkıntılar arasında kendini yeniden yeniden kuran Belgrad’a tekrar gitmek gerek… Hisar’ın diğer tarafına gidemedim üstelik. Ve yemekleri, Gulaş çorbası güzel…
Veda vakti geliyor kesişmelerin kenti Belgrat ile geçen bir günün sonunda… Ver elini Budapeşte…
www.beograd.rs
14 – 11 – 2010 Pazar BELGRAD / SIRBİSTAN
03 – 02 – 2011 Çarşamba İSTANBUL
|