Tülay Çellek
  Mavi bir günaydın yolluyorum sabahına
Yüreğimin sıcaklığını da gününe...
 Sending a blue ‘bonjour’ to your morning,
And the warmth of my heart to your day…
 Tülay ÇELLEK


Ana Sayfa
Yazılar
Şiirler
Poems
Söyleşiler
Tül'den Yansımalar
Resimler
Art
Fotoğraflar
Photograph
Karikatür / Çizimler
Cartoon / Drawings
Tasarım
Design
Tipleme
Character
Barış
Peace
Gerze
Ders Notları
Lesson Notes
Özgeçmiş
Autobiography/cv
Belgeler
Duyurular
Değiniler
İletişim
Contact

Yayın Tarihi: 5.8.2010  

BÜYÜKADA SÖYLEŞİLERİ


BÜYÜKADA SÖYLEŞİLERİ


BÜYÜKADA SÖYLEŞİLERİ



31- 07 – 20110 Cumartesi

“Adalar İstanbul’un misafir odalarıdır. Adalar Türkiye’nin misafir odalarıdır.” Bu sözleri çok beğendim. Şiir gibi. Tabii ki Söz Ataol Behramoğlu’na ait.

Söyleşi öncesi Ataol Behramoğlu’na “Benim Prens Adalarım” kitabını imzalattım. Heyecanıma mavi sürüp yatıştırmaya çalışarak konuşma gayreti gösterirken çekim yapıldığını fark ettim. Heyecanımda gizlenen kırmızıyı daha fazla saklayamayarak sustum, teşekkür ederek içeri girdim… Eskiden hiç konuşmazdım… Tiyatro çalışmaları hariç, yazmak hariç, resim yapmak hariç, hatta kitap okumak hariç. Kitap okumak da konuşmaktır. Bazı yazarlar bunu başarıyor. Bazı şiirler vardır asla şiir olmanın dışına çıkmazlar. Ama bazıları resimlenir, bazıları ezgilenir… Çoğaltır, değiştirir. Ataol Behramoğlu’nun bu konuşmasında da bir şeyi çok netledim. Ataol B. Şiir okurken değişiyor, tıpkı yazarken değişmesi gibi… Konuşması başka yerde kalıyor. Zaten kendi de “ben konuşma adamı değilim, yazın adamıyım.” Dedi. Aslında şiir adamı… Aynı sözcükleri şiirin içinde bambaşka anlama, derinliğe, renge bürünüyor…

Henüz kitabı okumadım. Ama tıpkı yeni doğan ya da doğacak olan çocukların adlarına takıldığım gibi kitabın ismine takıldım. Kendi kendime önce, adaları prens düşünüyor ben olsam prenses olarak görürdüm adaları. Çünkü adalar çiçek dolu. Kadın ve çiçek çok yakışır. İkinci düşünüşümde Ataol B. mutlaka araştırıp bu adı öyle koymuştur dedim. Bunun üzerine içindekilere baktım. Daha önce baştan sona bakmıştım. Hemen görselleler-fotoğraflar dikkatimi çekmişti, beğenmiştim. Sayfa 28 de “Prens Adaları Deyince” başlığındaki yazının ilk satırlarında, adaların Batı kaynaklarında “prens adaları” olarak geçtiğini yazıyor…

Bu arada kitapta bir şey daha dikkatimi çekti. Sayfa numaraları. Alışkanlıkla bakınca, önce göremedim. Hemen aklıma “farklı” sözcüğü geldi. Sayfanın yan tarafına baktığımda sayfa numarasının kitap ismiyle yazarın adı arasına konduğunu gördüm. Orada rakamlar koyu renk – koyu ton olmalı, fark edilmesi için…

İlk defa dinlediğim A. Çokona’yı beğendim. Güzel hazırlanmış. Nitelikli bir öğretmen edasıyla adalara ilişkin bilgi verdi…

Sorularla söyleşi bitti. Söyleşiyi yapan değerli aydınlarımıza ve söyleşiyi organize edenlere teşekkürler.

*

İnsan arkadaşlarını doğru seçmeli, paylaşan, karşılılıklığı olan arkadaşlar edinmeli… Bir arkadaşım Büyükada’da etkinlikler olduğunu söyledi. Cumartesi gitmeye kara verdim. Ataol Behramoğlu şiirlerini severim. Bir de hiç dinlemediklerimi dinlemeyi tercih ederim. Ari Çokona’yı ilk defa dinleyeceğim için mutlu mesut adlar vapuruna bindim…

Vapurun ilk katındaki balkona oturdum. Deniz kenarında yürümek gibi, denizi denizde solumak da hoşuma gider. Ama o solumanın içinde rahatsız edilmek olmamalı… Fakat yolculuğa bakınız; bir ara kirli suyla yıkandık adeta… Güvertede el yıkıyorlarmış. Biraz sonra dondurma ambalajları ve dondurma parçacıkları yağdı üzerimize… Çay, kahve servisi yapan garsona “lütfen yukarıdakilere söyler misiniz, burada insan var, üzerimizi kirletiyorlar.” Gerçekten lekeli giysiyi sevmem. Üstelik nezih bir toplantıya gidiyorum, lekeli bir giysiyle gitmek istemem. Garsonun verdiği yanıt, “ne yapabilirim dökenler Arapça konuşuyorlar, başka dil bilmiyorlar, bir şey yapamam.” Tabii daha sonra pet şişeleri denize atıldı. Bu yetmiyormuş gibi teri silinen pis mendiller aşağıya atıldı. Ayrıca adalar vapurlarında sigara içmek serbest mi? İkaz ettiğim halde başkaları da içiyor diye içildi… Zaten yere baktım, sigara izmaritleri vardı… Ödüller niye veriliyor acaba?

Yıllar önce oturduğum bir semtte bir sabah baktım ki mutfak penceremin dışı yağ içinde. Üst katımda çok süslü bir hanım oturuyordu. Merdivenlerden inerken geride sürdüğü kokuları bırakırdı. Bir de aklımda kalan bu pisliğidir. Bunu Suadiye’de oturan tanıdıklara anlatmıştım. Onlar benden dertli çıkmıştı. Üstlerinde oturan sonradan görme komşuları çöpleri pencereden dışarıya atıyormuş. Gerçekten şu sonradan görmeler sadece oturulan ev çıvarına değil ülkeye de zarar veriyorlar…

Bir gün de Beşiktaş’ta deniz kenarındaki Sarıyer otobüs durağında bekliyordum. Bir zat geldi arkasını döndü, görgü kurallarını dışına çıkarak iyice yaklaştı ve yere şeker kağıdı attı, elinde tespih… Otobüse bindik. O zat yaşlı bir hanımın yanına oturdu. Hanım biraz sonra söylenerek zatın yanından kalktı. Emekli Öğretmen olduğunu söyleyen Hanım o zatın kendisini rahatsız ettiğini söyledi. Hanım durakta eşinin asker emeklisi olduğunu söylemişti. Otobüste o zat yanıma oturursa kalkarım demiştim. Neyse onun yanına oturdu, diye rahatlamıştım ama onu rahatsız etmiş. Ben hanıma inanıyorum kesinle rahatsız etmiştir. Eskiden asla böyle rahatsız edilmiyorduk… Gerçekten bu büyük bir sorun… Türkiye, Türkiye oldu olalı böyle çirkinlikler yaşamadı, görgüsüzlükler, etiksizlikler görmedi…

Prensler mi yaşadığı için adı böyle?

Yiğidim İstanbul’um ve prenses adalarımla yaşamak her şeye karşın güzel…

***

01 – 08 – 2010 Pazar

“Hayatımla ilgili bir kitap yazılsaydı adına ‘Bölünmüş Hayatlar’ derim.” Dedi Devrim Erbil… Ve devam etti. “Sanatçı, eğitimci, yönetici, müzeci, konuşmacı vs.’ olduğum için…”

“Bana ‘Resmin Şairi’ dedikleri için bu konuşmama ‘resmin şiiri’ dedim, söyleşi başlığına.”

“Anadolu Kültür Başkenti” projesinden bahsetti. Tüm Anadolu kentleri kültür başkenti olmalı, diyor. Haklı. Anadolu’nun her adımı kültür, tarih ve gelecek…

Fazla konuşmadı, çünkü TV den kendiyle ilgili filmi izletmeyi yeğledi. Bir ara konuşmacı “Devrim Erbil’in çalışmaları telkariye benziyor,” dedi. Haklı. Midyat’a seminer vermeye gittiğimde hediye ettikleri gümüş telkari oyuncak inanılmaz ince işlemeli ve ayyıldız da aynı şekilde… Oradaki çizgilerle Devrim Erbil çizgileri örtüşüyor.

Anadolu kasabalarını çizmiş. Bunların filmi çekilmiş ama müzik Anadolu’nun bağrından doğmamış. Gördüklerimizi, duyduklarımızı tamamlamayan başka bir müzik tercih edilmiş.

Minyatürden esinlenmiş
Haritadan esinlenmiş.
Kaligrafiden esinlenmiş…
Ve İstanbul camileri etrafıyla çizgilenmiş, Piet Mondrian’ın yukarıdan bakarak yaptıkları kentler yerine İstanbul Devrim Erbil çizgisinde tepeden farklı olarak ele alınmış.

Aklımda kalan ve sevdiğim; mavisi ile kuşlarıdır.

Ve ağaçlar. Aslında seminerimin çizgi bölümüne bir yapıtını koymalıyım. Denizler, balıklar Devrim Erbil çizgilerinde yaşamı farklı bulmuşlar. Ağaç onun için kendi doğasının yansıması…

Tekrarlayan ama birbirinin aynı olmayan çalışmalar… Devrim Erbil demektir.

“Geleneksel duyarlılığımın çağdaş yorumlarıdır çalışmalarım,” diyor.

Belgesel bittiğinde, kendisini tam anlatmadığını, söyledi. “Farklı tekniklerde çalışmalarım var, onun için ayrı çekim yapılacak, ayrı kitap hazırlanacak,” dedi. Ve bir kitap daha, yanlış anlamadıysam özel yaşantısını anlatan…

Sayımız azdı. Tek tek konuştu… Biri oğlunun arkadaşıymış. Ben de YTÜ den kızının arkadaşı olduğunu söyledim… Herkes bir şey söyledi… İlk eşi İstanbul Güzel Sanatlar Lisesinden velim oluyor. İkizler Can ve Cem o liseden mezun… Kibar çocuklardı…

*

Büyükada demek TURİNG ile adaya girmek demektir.

Dün sabah kahvaltısı yapıp çıktığım için öğen yemeği diye söyleşiye zaman azlığı nedeniyle TURİNG’te tost yiyip çay içmiştim. Ve sakınan göze çöp batarmış çay gelirken dökülmüş, tabağa bardak yapışmış kaldırınca geç düştüğü için çayı üstüme döktüm… Vapurda korunurken burada kendim yaptım. Neyse ki içine şeker koymamıştım ve açık renk çay istemiştim. Hemen sildim ve çıktı… Pazar günü de aynısını yapmaya kalktım “yiyecek yok” dediler. “Nasıl olur, dün tost yemiştim.” Deyince, “TURİNG devrediliyor, o nedenle sayım yapıyoruz, yiyecek yok.” Dediler. Sakinleştikten sonra araştırdım. TURİNG’ in sözleşmesi bitmiş yinelenmiyormuş Büyük kent belediyesine aktarılıyormuş güzelim yer… Değişimi hayallerinize bırakıyorum… Çelik Gülersoy bu ülkenin en önemli değerlerindendir. Değerlerimizin mirası bir bir yok ediliyor…

Sabah otobüsün önü boş bir yavaş gidiyor ki kağnı ondan hızlıdır. Duruyor, su alıyor kalkana kadar dakikalar geçiyor. Bir yolcu “işe geç kalıyoruz,” diyor umurlarında değil. Ben vapuru kaçırırsam toplantıyı kaçıracağım. Nihayet dayanamadım şoförü ikaz ettim. Muavin hemen lafa girdi. “Yarış mı edelim?” Ortada yarış edecek araba yokken böyle söylemesi kurnazlıktan öte değil tabii. Eğitimci olduğumu söyledim. Böyle bir şey söylemediğimi ve asla söylemeyeceğimi toplantıya, işe geç kalıyoruz araba arızalı değilse normal hızda kullanılmalı, değince şoför, “önümüzde üç araba var. Burada zaten yolcu az. “O zaman daha geç çıksaydınız” dediğimde de “saatimiz var, çıkmak zorundayız. Ayrıca yavaş gitmesem Kabataş’ta 1 saat beklemek zorundayım orada 1 saat bekleyemem” dedi. Şoför bey siz 1 saat beklemeyeseniz diye biz toplantıya, işe geç mi kalalım,” dedim. Tabii işe geç kalan yolcu da bu arada konuşuyordu, işe geç kaldığını feryat figan anlatıyordu. Diğerlerinden ses yok… Kendilerinin sorunu yoksa neden konuşsunlar ki. İşleri olsa onlar da konuşurdu hatta konuşmayanlara, kendi hakkını savunmayanlara kızarlardı…

Vapur yolculuğu inanılmaz tıklım tıklım bir et duvarıyla başladı. Siyahlar giyinmiş hanımlarla yazlık, spor gayet rahat giyinmiş beylerin yanında en az 4 çocuk var… Her yer kirli… Bir adada karşımdakiler indi, bir genç oturdu. Gazete okuyor. Diğerini rica ettim. Çok zariflik yapıp okumam için gazetenin tamamını verdi. Gazeteden dil ile ilgili RYD nin ilanını görüp not ettim. Eve gelince duyuru listeme ekledim. Gazeteyi okuduktan sonra teşekkür ederek verdim. İnerken “iyi günler,” dedi… Şimdi bakınız bir de bu zarafet var. Öbür yandan bunlar…

Vapur yolculuğu bitti, kara yolculuğu başladı. Trafik sıkışık. Yanımda getirdiğim şiir kitabı bitti. Kıvranırken yanıma kitaplı bir genç kız oturmaz mı, üstelikte kitabı kapatıp telefona dalmaz mı? Arada kitabı rica ettim… İnene kadar izniyle okudum. Şiir kitabıydı… Farklı yazar ve şairleri okumak gerek. Hepsinin dünyası, duyarlılığı değişik… Zenginleşiyorsunuz.

Zarif Türkiye’mi özlüyorum. Bunun için çalışmamız gerekir.

02 – 07 – 2010 / YİĞİDİM İSTANBUL

Tülay ÇELLEK








<< Geri Dön [Okunma: 3245 ]


[ Yukarı çık ]    



© Her hakkı saklıdır.