“1.Uluslararası İstanbul Opera Festivali” reklamı, beğendiğim reklamlardan biri…
1. Uluslararası İstanbul Opera Festivali reklamı halk ile operayı birleştiren bir tarzda senaryolaştırılmış. Simit, dolmuş ve apartmandan uzatılan sepet… Ancak “vur değince öldürürüz.” Sözü geçerliliğini korumuş. Opera değince nedense aklıma bukle bukle uzun saçlar gelir, bigudili saçlar değil… O görüntü bence fazla abartılı vb. geldi… Bigudili görüntü yerine saçlarla müziğin birleştirildiği görüntü çok daha şık ve yakışır olurdu…
Annemden kalan kahkaham var. Duyanların çoğu başarısız taklit eder… Ama Yüksek lisans yaparken İngilizce hocamız olağanüstü bir şekilde taklidini yapmıştı… Kahkahamın hiç bu kadar müzikal bir taklidine rastlamamıştım… Merdivenlerden gökyüzüne giden bir merdiven düşleyiniz… Merdiven uzaklaştıkça daralır… Ses-kahkaha kalından başladı, basamak basamak inceldi. Gerçekten “kahkahanın operalaşmış hali,” diye düşünmüştüm ki hocamın aslında opera sanatçısı olduğunu öğrendim, taklidinin harika olduğu iltifatını yaptığımda…
Bir arkadaşım operayı bense modern dansı ve baleyi seviyorum. Aslında bir onun isteği bir benim isteğim olabilirdi ama arkadaş opera sonrası Çelik Gülersoy’un tasarımları olan bir binada pirinç karyolalarda yatmayı şart koşuyordu… Ona göre opera, pirinç karyolada uyumakla tamamlanırdı… Bu nedenle bir türlü ortak bir etkinliğe gidememiştik…
TV de Opera sanatçısı Yekta KARA’yı dinlerken hem tiyatroyu hem müziği sevdiğini ikisi arasında seçim yapamadığını, ikisinin buluştuğu operada karar kıldığını öğrendim. Ne kadar güzel bir seçim… İki yönü de değerlenmiş oldu… Türkiye’de böyle düşünen ve kişiliği doğrultusunda seçim yapan kaç genç var? Ve kaç veli…
Opera salt kente değil, kasabaya, köye de gelse… Oradakiler farklı yaşam biçimlerini, farklı yaratıları görse… Ve dönüp kendilerine baksalar… Kendi değerlerini görseler, fark etseler, sesi, kulağı iyi olanlar heveslenip yerel duyarlılıklarını sanata dönüştürseler, çevirseler… Yaratıcılıkta farklı alanlardan beslenmek çok önemlidir.
*
“Dilin gidişi, toplumun gidişiyle aynı yöndedir. Toplumda olan çöküntülerin ya da yükselmelerin etkisiyle dilde de çöküntüler ya da yükselmeler olur. Toplumda olan çöküntülerin sonunda dilin eski formları da sonradan bozulabilir ve yabancılarla karışabilirler,” *
Yine TV kanallarında gezinirken birinde “İrfan’s Box” yazdığını gördüm. “İrfan’ın” yerine “İrfan’s” yazılması hem Türkçeye hem İngilizceye hakarettir. Bundan kaç kişi rahatsız oluyor, Türk ya da İngiliz vs…
Reklam yoluyla etki katlanıyor. Çünkü hem görüyorsunuz, hem okuyorsunuz. Üstelik yineleniyor, zamana yayılıyor… Bu süreç, sunulanları zihinlere daha çok yerleştiriyor… Böylece iletilen ya da alan kitlede alışkanlık yapıyor ve zaman içinde yadırganmıyor, hatta duyarsızlaşıyorsunuz. Kısa vadede düşünüldüğünde önemli değil, diyebilirsiniz ama uzun vadede kötü bir bozulumun içinde başkasının hegemonyasına giriyorsunuz. İşte kötü olan budur. Geleceği, çocukları özgürsüzlüğe emanet ediyorsunuz… Bu durumda “başkaları düşünsün ben uygulayayım,” demenin ötesine gitmek gerekir.
Yaşam alanınızın daralmasına bir neden de dilinizin kullanım alanlarının azaltılmasından kaynaklanır. Tabii bunu salt başkalarına, uluslararası ortaklıklara yüklememek gerekir. Eğer bir ulus kendi diline önem veriyorsa, kendine güveniyorsa ve çalışıyorsa bu denli yozlaşma olabilir miydi, dilde… Ama eğitim sistemimize bakalım; hep gözleri karşısındakilere yöneltir, herkesi ezberletir, belletir. Bir kişiyi unutur. Ezberlettiği kişiyi… İşte sorun buralarda başlıyor.
Ülkeyi ticaret üzerinden sevmezseniz yöneteceğiniz düşüncesizler değil, patent aldıracağınız, çeşitli alanlarda yaratıcı olan bireyler olur…
*
* Wilhelm Von Humboldt’da Dil-Kültür Bağlantısı, Bedia AKARSU Remzi kitapevi
S. 95
06–07–2010 / İSTANBUL
|