Öğretmen okulu ikinci sınıftaydım. İçe dönük yıllarımın rengi, en açık tonlarda kendini gösteriyordu. Sevdiğim maviyi mi giyeceğim pasteli, bulabildiğim en uçuk tonu olurdu. Pembenin, yeşilinde öyle.
Annem rahatsızdı. Babası ilaç mümessili olan bir arkadaşım sayesinde iyi bir doktor bulmuştum. Annem için randevu istedim. Tüm yalvarmalarıma karşın hafta sonu alamadım. Çünkü sadece hafta içi çalışıyordu. O zamanlar Çarşamba yarım gündü. Öğleden sonraya randevu verdi. Evlerde telefon yok. Anneme mektupla bildirdim. O gün gelecek, halamda beni bekleyecek, birlikte doktora gideceğiz ve o, akşama memlekete dönecekti.
Yatılı okul, çok sıkı. Hafta içi izin yok. Ama sınıfımda bir arkadaş hafta sonu evci çıktığı halde bazen hafta içinde de izin alıp Samsun’a gider, gezer ve dönerdi. Her ne kadar dayısı matematik öğretmenimizse de, benim mazeretim önemli diye bakıyordum. Annem hastaydı. Doktoru tek bilen kişi bendim. Hastalığa mutlaka izin verilir diye bakıyordum. İnsandık ya. İdareye gittim. Çok sertliği ile bilinen Müdür yardımcısının odasında titreyerek durumu anlattım. İzin yok. Yalvardım. Annem beni bekliyordu ve telefon yoktu halamın evinde, randevu alınmıştı üstelik doktordan. Nafile, kesinlikle izin verilmedi. İnanılmaz bir iç isyanla çıkmıştım odasından. Dayısı olan gezmeye gidebiliyordu Samsun’a, üstelik yasak olduğu halde, ben ilk defa izin istiyordum ve mazeretim çok önemliydi. İnsanın annesinden ve hastalığından daha önemli ne olabilirdi ki.
Aynı okulda Eğitim Enstitüsü vardı. Onlar gibi davranmaya karar verdim. Zaten başka seçeneğimde yoktu. Yani serbest kıyafet giydim. Müdürden bile daha çok korktuğumuz kapıcının yanından titreyerek geçtim. Kendimi meşhur Mecidiye’de bulduğumda yolun bir aşağı bir yukarı çıktığını görüyor gibi yalpalayarak yürüyordum. Çünkü kurallara uyan ben, hiç kimsenin hatta kendimin bile tahmin etmeyeceği gibi hayatımda ilk ve son defa okuldan kaçmıştım. Mecidiye’de iyi ki araba yoktu. Yoksa birinin altında kalmıştım bile. Burada ki Beyoğlu gibi bir caddeydi. Ara sokakları hiç bilmem. Yakalanma riskine karşın o yoldan gitmiştim. Bir gün bir arkadaşım Beyoğlu’nun ara sokaklarında bir dükkan tarif etmiş bir türlü anlayamamıştım. Sonunda şunu söylemişti. “Anlaşıldı sende tramvaya paralel yürüyenlerdensin”. Bir düşünmüştüm doğru. Çok gülmüştük o zaman.
Halama gittiğimde annemden iyi bir azar işittim, geciktiğim için. Haklıydı, hastaydı. Üstelik araba feci tutar, inanılmaz bir şekilde kusardı. Sapsarı bir yüz, bitkin bir şekilde “annene acımıyor musun, kızım ne kadar geciktin” diye sızlanıp durmuştu. Ağzımı açsam ağlayacağım. O kadar kötüyüm ki. Kendimi, okula gidip yatakhanede yatağına kapanırsın bol bol ağlarsın diye tutuyordum. Hele izin alamadığımı ve kaçtığımı söylesem annemi iyice sarsmış olurdum. Halbuki gecikmeme tek neden bu olaydı. O kadar çok dış kapının etrafında dolaşmıştım ki. Kapıcı Hasan efendi yakalasa insanı ne yapardı? Sorunun yanıtı bile titrememe, boğulma hissi yaşamama yetiyordu da artıyordu. Anneme bunları söyleyemezdim. Ama hiçbir şey de söyleyemiyordum, hem mazeret bulamadığımdan hem de ağzımı açsam ağlayacağımdan.
Doktora gittik. Muayene edildi. İlacı yazıldı. Annemi garaja götürüp arabaya bindirdim. Okula döndüm. İnanılmaz gerginlikte kapıdan geçtim. Yakalanmamıştım. Doğru yatakhaneye. Tabii bol bol ağlamak için. Yatağıma kapandım. Zorluyorum. Bir damla bile göz yaşı yok. Resmen ıkınıyor, sıkınıyorum. Hayır ağlamak hissi diye bir şey yok. İnanılmaz derece bozuldum. Annemin karşısında ağlamamak için dudaklarımı ısırmaktan mahvolan ben şimdi bir tek gözyaşına bile muhtaç hale gelmiştim. Ama tuhaf bir şey de yaşıyordum. Ilık bir şeyler de akıyordu bu arada. Nedir diye başımı kaldırdığımda burnumdan kan aktığını gördüm. Bembeyaz pikem kıpkırmızı olmuştu. Hiç kanamayan burnum oluk olmuştu adeta. Renksiz gözyaşı beklerken al al kandı her tarafım. Lavaboya zor yetişmiştim. Hala anımsadıkça, inanılmaz bir isyan dalgası yükselir yüreğimden. Vuracak kıyı ararım ağlayarak. Bu kadar haksızlık olabilir mi, bu adaletsizlik değil mi? Diye diye…
Hayatımın ilk kırmızı bluzunu işte o zaman almıştım. İsyankarlığın rengi kırmızı işte böyle girdi hayatıma ve hiç çıkmadı bir daha. Yazın babam sokakta görmüş eve gelince de hayretler içinde, “Tülay 100 metreden fark ediliyorsun, bu ne böyle?” demişti. İçimden “bilsen ki baba, bir ilk yaşadım, isyanlardayım. Bilsen ki haksızlığa dayanamadım. Ama öyle sessizdim ki konuşamadım. Ancak renkle anlatabildim kendime de, etrafıma da bu haksızlığı”…
Bu olayı yıllarca içimde sakladım. Bir gün yatılı okul olan Güzel Sanatlar Lisesinde çok yetenekli, sessiz bir öğrencime anlattım. Şimdi de bana bir köşe ayırdığını söyleyen, salt bu köşeye özel yazılar yazmamı isteyen editörünün önerisiyle Amatörce Edebiyat’a yazıyorum, ağlayarak. Annem için iyi ki bunu yaptım diyerek. Ve o zaman okuldan kaçmamdan dolayı nasıl korktuğumu, nasıl fırtınalar yaşadığımı anımsayarak…
İçimdeki mavi işte böyle kırmızı oldu…
Hala da kırmızı…
İnsanlığın bilgisini yok eden bombalar karşısında.
|