Tülay Çellek
  Mavi bir günaydın yolluyorum sabahına
Yüreğimin sıcaklığını da gününe...
 Sending a blue ‘bonjour’ to your morning,
And the warmth of my heart to your day…
 Tülay ÇELLEK


Ana Sayfa
Yazılar
Şiirler
Poems
Söyleşiler
Tül'den Yansımalar
Resimler
Art
Fotoğraflar
Photograph
Karikatür / Çizimler
Cartoon / Drawings
Tasarım
Design
Tipleme
Character
Barış
Peace
Gerze
Ders Notları
Lesson Notes
Özgeçmiş
Autobiography/cv
Belgeler
Duyurular
Değiniler
İletişim
Contact

Yayın Tarihi: 12.1.2009  

AMSTERDAM’DA BİR HAFTA…


AMSTERDAM’DA BİR HAFTA…



AMSTERDAM’DA BİR HAFTA…



Sis nedeniyle uçak geç kalkmış Amsterdam’ı gece yukarılardan görme şansım olmuştu. Planını yansıtan sarı, mavi, kırmızı ışıklar bana grafik sanatları, mimariyi, resmi çok etkileyen Piet MONDRIAN’ın yapıtlarını anımsattı… Kente sanatla başlamış oldum. Karanlığın, griliğin içinden ışığı gören Van GOGH’UN müzesini merak ederek, uçak-uçmak boyu Ataol BEHRAMOĞLU şiirlerini okuyarak.

Arkadaşımın Van GOGH köprüleri dediği köprülerde daha ilginç tasarımlar bekliyordum. Demirleri bildiğimiz şekilde sıralanmamalıydı. Çünkü kanallarıyla meşhursa, bağlantıyı kuran köprülerinin tasarımıyla da meşhur olmalıydılar. 600 minik köprü az değil. Köprüler açılıyor büyük vapurlar geçiyor. Dümdüz bir alana yayılmış kent, İstanbul gibi engebeli değil.

Bir kafeteryaya gitmiştik kahve içmek için. Okunması için bol dergi koymuşlar. İngiltere’de de nereye girseniz kitaplığı var. Kafeteryanın yanında çok amaçlı bir salon var. Tiyatro oynuyor. Sunay AKIN orada söyleşmiş.

Hollanda’nın en önemli özelliklerinden olan kanal otobüsünün üstü camla kaplanmış. Kanal gezintisi yaptık. Bir saat sürüyor. Önce çok cazip gelmedi. Ama ilerledikçe iyi ki yapmışım, Amsterdam’a bir de buradan bakmak gerekir, demeye başladım. Anne Frank evini gördüm, gezinti esnasında. http://www.annefrank.org/

Çin lokantası su üzerinde süs yapmış. Bazı binalar Rus mimarisini anımsattı. Sonra keskin Hollanda mimarisi her yeri kaplamış…

Gezi esnasında köprülere çok takıldım. Bildiğimiz sade köprüler. Daha farklı, daha estetik tasarımlar bekledim doğrusu. Tek bir köprü girişi farklıydı, yarım bir kayık önünde insan büstü olan.

Benim için en ilginci bahçeli, çiçekli yüzer evlerdi. Yüzer evler çok gerçekten. Hemen hepsinde kitap gördüm. Mutlaka kütüphaneleri – kitaplıkları var. Bu su evlerinin bazıları da kafeterya diye tahmin etmiştim. Evet, doğruymuş.

Bizim her tarafımız deniz, nehrimiz bol. Neden böyle bir şey düşünmeyiz? Denizde yaşamak ilginç olabilir. Ama deniz varken karayı ulaşım için kullanan onu da sağlıklı yapmayan bir ulus için şaşmamak gerekir buna.

Saatli bir deniz feneri, saatle aram çok iyi olduğu için dikkatimi çekti. İlginç bir fırıldak. Kuşun kanatları fırıldak olmuş… Ve çiftçilerinin giydiği ayakkabılar kayığa dönüşmüş.

Binaların boyları birbirine çok yakın. Sanırım genel bir yükseklik sınırı var ki İstanbul’daki gibi gökyüzünü kapatacak yükseklikte binalar görmedim. İdeal bina yüksekliği ağaç yüksekliği kadarmış. Yalnız renkleri çok koyu olan binalar Hollanda’nın havasına uygun biçimde… Kahverengi ağırlıkta, tabii koyu tonu… Beyaz az, koyu gri, siyah binalar gördüm. Arada bir tane eflatun bina dikkatimi çekti. Koyuların arasında neredeyse ışık gibi parlamış. Bazı binaların ön cephelerinde kabartmalar var. Ön cepheler dar. Dar olmasının nedeni vergi ile ilgiliymiş. Cephe genişledikçe vergi artıyormuş. Cephelerde küçük ama bol pencere kullanılmış. Evler birbirine benzer. Amsterdam’ın bir kişiliği var. Evler biçim olarak değişmeden zamanı yarmış gelmiş güne. Kenarları dantel gibi örülmüş binalar gördüm… Cepleri olan saksılarla ve ağaçlarla bezenmiş her yer… Yollar boyu kesinlikle ağaç var, sıra sıra. Çok az bir iki duvarda sprey boya ile yazı yazıldığını – grafiti gördüm. Bazı binalarda renkli dekor oluşturan kepenkler var. Yılbaşı için özel süslenmiş binalar ise ışıl ışıl…

Siyah ördeklerin sadece başından gagasına uzanan beyaz kalın çizgisi var. Siyah beyaz evlere koşut… Benekli kuşlar yollarda kimseden korkmadan dolaşıyorlar dokulu dokulu, yolun dokusuna uygun bir şekilde…

Dükkanları gezerken birlikte olduğumuz grupla halka açık bir antrede Rembrandt tabloları gördüm. Tablolar ışık saçıyor karanlığın arasından etrafa. Deniz ülkesi olan Hollanda’ya layık bir konu “Kaptanların yemek zamanı” Amsterdam tarih müzesi yanında. “Entrance-Antre civic Guard Gallery” Tarihi müzenin bahçesinde şövalyelerin giydiği zırhlar var. Evler bahçeye bakıyor burada. İç avlulu evler bizim geleneğimizde de var… Bizde havuz vardı, anımsadığım kadarıyla…

Tabelada Zaanschans, Zaandijk, Zaandam yazıyordu. Arkadaşım “sizi açık hava müzesine götüreceğim,” diye müjdeyi vermişti bir gün önce…

Londra’ya gittiğimde yıllardır kağıt üzerinde gördüğüm resimlerin orijinalini görünce inanılmaz biçimde etkilenmiş, heyecanlanmıştım. British Müzesi dünyayı kendine toplamış. http://www.britishmuseum.org/ Bilim müzesi geçmişimizi gösteriyor, geleceğimize ışık tutuyor. http://www.sciencemuseum.org.uk/ National Galeri görkemiyle aklımda kaldı. http://www.nationalgallery.org.uk/ Ve Tate galeri de… http://www.tate.org.uk/ Tasarım müzesi neşelendirmişti… http://designmuseum.org/ Orada müzeleri gezerken Türklere rastlamıştım. Burada da rastladım.

Hollanda’da en unutulmaz günüm yeşilin ve suyun ortasında tüm heybeti, müthiş görselliği ile karşımda duran yel değirmenleriydi… Filmlerde, resimlerde, öykülerde gördüğüm, duyduğum, okuduğum yel değirmenleri karşımdaydı tüm görkemiyle, bütün ihtişamıyla… Hak ettikleri unutulmazlıklarıyla, özellikleriyle karşımda duruyordu her biri… Arkadaşıma durmadan teşekkür ettim. Hollanda’ya giden herkes burayı görmeden asla dönmemeli.

Bol hediyelik dükkanlar… Alışveriş yapmadan geçemiyorsunuz. Hollanda’yı anlatan o kadar eşya vs. çeşidi var ki, beğen beğen al… İnanılmaz gelir kaynağı aynı zamanda. Müthiş bir reklam-tanıtım alanı… Hollanda mavisi ağırlıkta. Bizim türkuazımız var, dünyaca tanınan. Onun üzerinden yapacağımız bir sürü hediyelik eşya olabilir. Hem gelir, hem de Türkiye’nin tanıtımı olur… Ama tabii bunun için koltuk sahibi olanlar önce kendi kesesini doldurmayı düşünmese, yaratıcı tarafları olsa bunlar baştan aşağıya organize edilebilir. Ya da eğitim sistemi ezbere yönelik değil gerekli fakülteler girişimciliğe yönelik olsa alttan yukarıya doğru da yapılır. Kurumların birbirini zorlaması, istekte bulunması, ortak çalışması gerekir.

Peynircilere her çeşit peynir… Sade peynirin dışında farklı tatlarla yapılmış peynirler tadımlık tabaklara konmuş… Çoğu Türkiye’de var… Yalnız arkadaşımın evinde özel peynir kesici alet dikkatimi çekti. Bizim gibi doğramadan, sert olan peynir üstten kesilerek alınıyor. Satış kısmının dışında peynir yapım alanı var. Koca kazanda üstten bağlı bir alet dönüyor sessizce… Gerçekten buralarda sessizlik hakim. Bizim aletler gürültü yapmadan dönemiyor nedense.

Ve meşhur tahta ayakkabıların yapıldığı atölye… Atölyeye girmeden önce kocaman bir ayakkabı yontusuyla karşılaşıyorsunuz. Arkada 2 çift kocaman tahta ayakkabılar var. İçlerine girip fotoğraf çektiriyorsunuz… Hepsi müthiş reklam… Atölyeye ayakkabının tarihçesiyle giriyorsunuz. Nasıl biçim değiştirerek güne geldiğini izliyorsunuz. Ayrıca bunları anlatan TV ve fotoğraflar bulunuyor. Dantel gibi bezenmiş gelin tahta ayakkabıları var. Önce renksiz olan ayakkabılar başta mavi olmak üzere rengarenk olmuş sonradan. Birçok kişi oturmuş ya da ayakta bir şeye bakıyorlar. Neye bakıyorlar, diye gittim. Bir ayakkabının nasıl yapıldığı gösteriliyor bir genç tarafından, aynı zamanda anlatıyor… Sonunda kendi ayakkabısını gösterdi. Büyük numara. Demek ki tam ayağa uygun alınmayacak. Tahta vurur ve acıtır. Bitince alkışladık. Önemli bir turizm geliri. Birçok yabancı grup vardı, gezen… Ayakkabı fiyatları büyüklüklerine göre değişiyor.

Bizdeki atölyelerde böyle bir sunum var mı? Bizde takunya var, çarık var, anımsadığım kadarıyla… Neden müze çeşidimiz az? Ayakkabı müzesine girer girmez Bursa’daki araba müzesi aklıma geldi. Arkadaşıma önerdim. Bursa’ya giden mutlaka bu müzeyi görmeli… Harika bir tarihi süreç.

Sadece güzel, ilginç, bize ait özelliklerin bulunması yetmiyor onları tanıtmak, sergilemek çok önemli… Bizde eksik olan ya da yeterli olmayan budur.

Bir başka gün Volendam’a gittik. Her yerde; kent, kasaba, köyde Hollanda ev kişiliği – özelliği var. Rengi ve biçimiyle bir bütünlük hakim… Yollarda hiç toprak rengine rastlamadım. Çünkü her yer yemyeşil, kışın ortasında bile. Sadece ağaçlar yapraklarını dökmüş geriye çizgi çizgi dalları kalmış. Volemdam kasabasında bol hediyelik dükkanlar ve deniz var, masmavi olan… Kuzey denizini görmüş oldum böylece. Oradan Marken köyüne devam ettik alacakaranlıkta. Denize nazır bir kafeteryada kapicinomu yudumladım. Her yerde kanal var. Burada arkadaşım bizi ara sokaklara soktu. İnanılmaz dar sokaklar. Ama tertemiz. Genel özellik bu; temizlik ve sessizlik. İnsanı rahatsız eden yüksek ve sürekli sesler yok. Bunun nedenlerinden biri bisiklet olsa gerek. Bir ortak yön de kanallar… Nereye giderseniz gidin karşınıza çıkıyor. İlginç bir özellik. Onu da gelire döndürmüşler, geziler düzenleyerek. İstanbul’da da boğaz gezisi var. Genellikle ben de dahil yerlilerin yaptığı… Müthiş bir reklamla bu ciddi şekilde yabancı turizmi haline getirilebilir. Orada deniz otobüslerinin üstü camla kapalı. Burada da özel görsellikte gezi deniz otobüsleri yapılabilir. Gezi boyunca bilgiyi zaman zaman kaptan verdi ama çoğu açıklamaları teypten dinlettiler…

Korunma kişiden kişiye, ulustan ulusa değişiyor. Korunma dağın tepelerinde yaşamak, surlarla etrafı sarmalamak, genelde bildiğim ve gördüğümdü. Amsterdam’da korunma su ile yapılmış. Hatta tarla sınırları bile su ile çizilmiş genelde çitlerle ayrılır bizim gibi ülkelerde… “Çit” isimli bir film unutamadıklarımdandır. Çitin yanındaki çocuk görüntüsü ile… Tabii ülkenin yapısı belirliyor bazı şeyleri. Amsterdam’ın altı suymuş… Üstü de buna uygun bir yaşam sergiliyor. Bu suya uygun bir yaşam biçimi var. Kanallarda su evleri gördüm, kendimce “yüzer evler” dedim…

Bunun dışında en önemli özelliği bisikletleri, bisiklet parkları ve bisiklet yolları… Bisikletlere atlara konan eğer gibi asılan çantalar konmuş. Her taraf bisiklet… Çok hoşuma gitti…

Gürültüsüzlüğü, kirsizliği en önemli özelliklerinden. Hele hele tabela kirliliği hiç yok. Alanım gereği en çok dikkatimi çeken oldu. Tabela yeteri kadar büyük, yeteri kadar yazısı var, yeteri kadar sayıya sahip… Kesinlikle tabelalar insanı yormuyor ama fark ettiriyor, seyrek olduğu için… Bizdeki gibi asla görsel kirlilik arzetmiyor. En önemlisi tabelalarda dil bozulmamış. Kendi dillerinde…

Işıklarda duran arabalardan çöp atmaları için ağdan kocaman kepçeler koymuşlar… İstanbul’da bir durakta kapı açılınca iki öğrenci içtikleri meyve suyunun kutularını durağa atmışlardı. “Burası açık çöplük değil gençler,” dediğimde özür dilemişlerdi yıllar önce… Buralara da öyle çöp ağları koysalar, böyle gençlere hitap ederler.

Çiçek satış yerlerini gezdik biri açık alanda, diğeri kapalı alanda… Çok güzel her ikisi de. Gidenlere öneririm… Lale bizim de özelliğimiz değil miydi, “Lale Devri” dedirtecek kadar. Neden dünyada bizim adımız geçmiyor da Hollanda deyince akla gelenlerden biri de lale oluyor? Üstelik müzesi var. Neden sahip olduklarımıza sahiplenmiyor, sahiplenemiyor, tanıtımını yapmıyor ve ülkemizi kalkındırmıyoruz. Bildim bileli “gelişmekte olan ülkeyiz.”

Amsterdam’ın bir bölümü olan parkı dolaşmak gerekiyor. Koşan insanlar, bekarlığın son gününü kutlayan gençler, çocuklar, kuşlar ve su eşliğinde tertemiz bir havayı ciğerlerinize çekerek geziyorsunuz…

Park bitiminde Film müzesi var… Bu konuda iyi olduğumuza inanıyorum. Dünyadaki filmler hemen Türkiye’ye geliyor. Üstelik son yıllarda çoğalan yönetmenlerimizle film dünyamız çeşitlendi ve renklendi. Emeği geçen deneyimli yönetmenlerle, genç yönetmenlere teşekkürler… Bizde film müzesi var mı?

Arkadaşım Hollanda kültürünün özelliği olan bir mumu ve mumluğu hediye etti bir de lale soğanı… Ve arkadaşları çaya, kahveye, yemeğe davet ettiler. Mumluk hediye ettiler. Hepsine ayrı ayrı teşekkürler… Gurbette kaynaşma daha çok oluyor. İstanbul’a ilk geldiğim günlerde memleketlim birine rastlamıştım. Memlekette hiç konuşmuyorduk ana burada bir boynuna atlayıp sarılmadığım kalmıştı.

Bir özelliği de suyu çeşmeden içmek. Çok güzel suyu var… Biz neden para verip içme suyu alıyoruz? Onun da ne kadar temiz olduğunu hep kafamda tartışıyorum…

Görülesi yerlerden, kasaba, köylerden sonra kesinlikle görülmeden dönülmemesi gereken müzeleri ve meydanları var. Özellikle Kraliyet sarayının olduğu meydanı mutlaka görmek gerekir.

Dam meydanında bir gösteriye şahit olduk. Bir genç kendini sıkıca naylona sarmış ve zincirlemiş etrafına toplanan halka konuşuyor… Meydanın yanında Madam Tussauds müzesi var. İngiltere’ye gittiğimde hocam İsmail Saray elime kendi hazırladığı harika bir Londra rehberi vermişti. Ben de ondan yararlanarak doya doya gezmiştim. Önermediği tek müze Madam Tusso’nun balmumu müzesiydi. İstanbul’a geldiğimde ilk soru, Madam Tusso’nun müzesini nasıl bulduğumdu, çünkü reklamı iyiydi.

Dam meydanın ortasındaki ulusal anıt harika. 2. Dünya savaşına ithafen 1956 yılında yapılmış müthiş, insanı etkileyen bir görsellik taşıyor. Ayrıca görkemli bir kilise bulunuyor.

Çok dikkatimi çeken 2 kez gördüğüm çok büyük yazılmış kırmızı beyaz “ben amsterdam” yazısı - sloganı. Müthiş bir görsellik ve anlam… Gerze’de toprağa bitkilerle yazılmış, “Şirin Gerze’ye hoş geldiniz” yazısı var… Bu beni etkilemiş, lisans tamamlarken konumuz olan pankart tasarımında kullanmıştım. Hatta bazı arkadaşlar tasarımımda yer verdiğim bu sözden etkilenmiş kendileri de kullanmışlardı. Bunlar tanıtım ve akılda kalıcılık için çok önemlidir. Bir kentin girişi beni çok etiler. İz bırakır.

*

Van GOGH müzesi - http://www.vangoghmuseum.nl

Hafta sonu kuyruk daha fazlaydı. Binanın önü Van Gogh resimleriyle bezenmiş. Özellikle çok sevdiğim, beğendiğim bahar dalı da var aralarında. Binanın üstünde yontular bulunuyor. Birkaç katlı… Satış reyonu var ve Van Gogh’un resimlerini her yerde kullanarak önemli bir gelir kaynağı sağlamışlar. Bizdeki müzelerde bu eksik. En önemli müzelerimizden biri olan Beşiktaş’taki Resim Heykel müzesinde böyle bir şey yapılabilir tabii diğer müzelerde de… Salt kartpostalda bırakmayarak…

Van GOGH tablolarında sarı hakim ama kitaplarda gördüğümüz gibi parlak değil. Bunun dışında en çok maviyi harika bir şekilde kullanmış. Sergileme giriş katta başlamış.

İlk katta 6 ciltlik kitabı görmeye sunulmuş. Ayrıca en üst katta kitaplar ve bilgisayarlar var… Kitap kapaklarının alt ve üst kısmında el yazmaları var, ortaya çizimleri konulmuş. Bir de salonun ortasına koydukları kaidelerde bulunan cam üstüne Van Gogh çizimleri konmuş iki taraflı. İlginç bir sergileme. Kurşun kalem ya da mürekkeple yapılan çizimler bunlar. Ayrıca Müzenin tam ortasına, bina boşluğuna büyük bir perde yerleştirilmiş, saydam gösterisi yapılıyor.

En beğendiğim yapıtı mavi zemin üzerine koyduğu bahar dalları oldu. 1890 – The Almond Tree - Yağlıboya…

Işıkla arasının iyi olduğu kesin. Mavi-yeşil çalışmalarında bile muazzam bir ışık görüntüsü var. Kaldığım sürece ara ara kısa sürelerle güneş ışığı kendini gösterip kayboluyor. İşte Van Gogh bu ara ışığı yaşamın tümüne yaymış. Bir de tüm yapıtlarında fırça darbeleri ile oluşturduğu hareket var. Tıpkı kanalların suyundaki hareket gibi. O sessizliğin içinde yapıtlarında öne çıkan böyle bir hareketlilik var. Portreler, natürmortlar- ölü doğa çalışmaları ve özellikle manzara, konuları olmuş. Çalışmaları çok büyük boyutlarda değil. Bol bol el yazmaları sergilenmiş. “Theo’ya Mektuplar” kitabını mutlaka öneriyorum. Okuduğumda çok etkisinde kalmıştım.

Portrelerinde karanlık bir dönemi var. Bir dönemi daha aydınlık, ışıklı renklerle yapılmış. Koyu Hollanda renkleri kendini izlenimci, ışıklı renklere bırakmış. Ama izlenimcilerin sınırı içinde kalmadan kendine özgü tarzıyla…

Bahar dalları, bizim sanat kitaplarımızda ay çiçeklerinden sonra en çok bulunan kayık, yelkenli resimleri çok. Ve köprü resimleri… Yeşil olarak gördüğüm kırsal alanlar Van Gogh’da sarı olmuş. Meşhur ayçiçekleri tablosunda ayçiçekleri sarıdan ziyade kahverengimsi bir tonda boyanmış.

Oda içi resmi kareye yakın. Yatay dikdörtgen sanıyordum. Tüm tablolarda tipik fırça vuruşları Van Gogh diyor.

Kocaman bir fotoğrafta kendisiyle kardeşi Theo’nun yan yana gömütleri var. Kendisi 1890, kardeşi 1891 de ölmüş.

Sarı, kahverengi zemin üzerinde mavi figürler müthiş. Sarı kadar maviyi de çok iyi kullanmış. İnsanı kendine çekiyor. Çiçekler ve meyveler gösterişli çerçevelerde yerini almış.

El yazmaları genelde duvarlara bitişik camekanlarda sergilenmiş ancak bir duvar da ayrılmış el yazısı için. .El yazılarının yanına bilgisayar çıkışları konmuş. Resim yapmak kadar yazmış.

İç yolculuğu çok hareketli. Asla durağan değil.

Mürekkeple tek renk yaptığı taramalı çizimleri, kalemle figür çalışmaları, eskizleri, skeçleri var, yağlıboya tablolarından başka.

Bir tablosunda kocaman sarı güneş var. Tıpkı çocuklar gibi, önemsediği çok büyük yapılmış. “ The Sower”

Portrelerde çizdiği kişiye göre renkleri değişmiş. Dikkatimi çeken bir çalışması da “Sigara İçen Kafatası 1885”

Üst katta başka sanatçıların yapıtları da sergilenmiş, Van Gogh’un hayatında olan… Manet, Monet, Gougen, Renoir, Sisley, Pisarro gibi ve daha birçok sanatçının siyah beyaz ya da renkli çalışmaları sergilenmiş. Ayrıca Japon çalışmaları var. Sanırım bin küsur yapıt sergileniyor.

11- 12 yaş arası bir grup öğrenci sanat öğretmenleri eşliğinde çizim yaptılar kurşun kalemle. Öğretmenleri sonra topladı. Anneleri de vardı bazılarının.

Hollanda’dan çıkması başka ülkelerin ışıklarına şahit olması onu az ışıklı Hollanda’nın ışığı yapmış. Sanatçı gösterendir. Hollandalılara ve dünyaya bunu göstermek, karanlıklar, sisler, griler içinde aydınlığı, sarıyı, soğuklar içinde sıcağı göstermek çok önemli… “Çok yaşayan mı bilir, çok gezen mi?” Kendi ülkesinin dışında güneşi, ışığı görmesi onu kesinlikle zenginleştirmiş. Yaratıcılıkta bu çok önemlidir. Başka alanlarla, başka yerlerle, başka kişilerle beslenmek gerekir, yaratmak için. Hollanda’nın gri, kahverengi binalarında kalmamış hayatı, sarılaşmış her şey.

*
Rijks Müzesi - www.rijksmuseum.nl

Bu müzeye girdiğimde Londra’daki British Müzesini anımsadım. Onun minyatürüydü adeta. Mutlaka görülmesi gereken müzelerden… 1400 – 1900 arası 5000 resim, çalışma içermektedir.

Giriş katta başlayan sergide İyonik nizam sütun başlığı altında sütun yerine yüzü aşağıya bakan kadın figürleri ile karşılaştık… Hollanda evi maketi var, yanında da yağlıboya tablosu. Biri 1700 -1720 diğeri 1676 tarihli. İlerleyip iç odaya girdiğinizde ciniler sizi bekliyor. Duvarda cini tablolar mavi mavi size bakıyor. Ve gümüş kaplar var. Üst kata çıkıldığında mermerden bir çocuk melek size sessizce, hoş geldiniz, diyor. (1757)

Üst katta Londra National müzesini anımsadım. Natürmortlar müthiş. Üzümler canlı canlı. İnsanın yiyesi geliyor… Giysiler harika betimlenmiş. Dantel ince ince işlenmiş. Portreler yüzyıllar öncesinden size bakıyor.

Özel Rembrandt bölümü var.”Gece Bekçisi” ve başka yapıtları sergilenmiş… Karanlıklar içinden çıkan ışığı müthiş. Işık değince aklıma ilk gelen sanatçıdır. Ve Van Gogh ile Utku Varlık… http://www.rembrandthuis.nl

Vermeer’in Hollanda evleri var ve daha birçok tablosu… Frans Hals ve not aldığım ama buraya aktarmadığım başka sanatçılar da var… Aslında gitmek ve görmek gerekir. Ve memlekete dönüp daha fazla çalışmak…

*

Bir Amsterdam gezisi çevresi ile laleleriyle, parklarıyla, meydanlarıyla, müzeleriyle zengin biçimde bitti. Geride daha görülecek birçok müzesi ve sanat galerisi bırakarak…

Özel olarak davet eden ve arabasıyla gezdiren sınıf arkadaşım Ayten Atlı Tözüm’e ve 9 dil bilen büyük kızı Eser’e, tasarımcı olan küçük kızı Betül’e yürekten teşekkürler…

01- 12- 2009 / İSTANBUL

Tülay ÇELLEK








<< Geri Dön [Okunma: 3772 ]


[ Yukarı çık ]    



© Her hakkı saklıdır.