Tülay Çellek
  Mavi bir günaydın yolluyorum sabahına
Yüreğimin sıcaklığını da gününe...
 Sending a blue ‘bonjour’ to your morning,
And the warmth of my heart to your day…
 Tülay ÇELLEK


Ana Sayfa
Yazılar
Şiirler
Poems
Söyleşiler
Tül'den Yansımalar
Resimler
Art
Fotoğraflar
Photograph
Karikatür / Çizimler
Cartoon / Drawings
Tasarım
Design
Tipleme
Character
Barış
Peace
Gerze
Ders Notları
Lesson Notes
Özgeçmiş
Autobiography/cv
Belgeler
Duyurular
Değiniler
İletişim
Contact

Yayın Tarihi: 14.9.2009  

BAŞKALARININ ACISINI YAŞAMAK<br>HOŞGÖRÜ SULARINDA…


BAŞKALARININ ACISINI YAŞAMAK
HOŞGÖRÜ SULARINDA…



BAŞKALARININ ACISINI YAŞAMAK
HOŞGÖRÜ SULARINDA…



Bazı filmler vardır, “bu filmdeki, olayların, şahısların gerçekle ilgisi yoktur. Hayal mahsulüdür.” Diye yazarlar. Ama filmi izlediğinizde görürsünüz ki bir gerçekten çıkış yapmışlar, senaryoyu ona göre örgülemişler.

***

DEMİR KAPILARIN ARDINDAKİ DÜŞ GERÇEKLERİ…

Bu senaryoda yaşanılan yer ve şahıslar hayal ürünüdür.


Ülkenin adı: Demirya
Kent: Kapılı (Eski adı) Ilıpak (Yeni adı)
Oyuncular: Büyükler ve kendilerinden öğreneceğimiz çok şeyin olduğu gençler…

Film özel Türkivud stüdyolarında çekilmiştir.
(Hollywood, Bollywood, Kollywood ve Tollywood stüdyoları karşısındaki en büyük stüdyo)

Tema: “Bana karşı hoşgörülü değiller, beni ötekileştiriyorlar, eşit, çağdaş davranmıyorlar,” diyen ötekileştirenlerin, hoş görmeyenlerin unutulmaz süregen öyküsü… Aslında filmin adı “Ayna” olabilir. Bir de kendinize bakın, diye… Ya da
BAŞKALARININ ACISINI YAŞAMAK, HOŞGÖRÜ SULARINDA…"

***

Önce söz gençlerin!

Sevda zamanları… Sınır tanımıyorlar, sevdiceleri için. Ulusu, dini değil, aşkı buluşturuyor. Bakışları buluşturuyor. Güvenleri, paylaşımları buluşturuyor. Birbirlerini anlıyorlar. Acıları, sevinçleri elele hissediyorlar… Gerisi teferruat kalıyor gençler için…

Gel de bunu özellikle kız babalarına anlat…

Babalardan biri; “Hayır, farklı mezhepten, ulustan olmaz… Kızın ailesini nasıl tanıyacaksın? Koca ulusun - toplumun içinde küçük bir topluluksun. Bankada ne kadar parası var, takip edemiyorsun. Toprakları var ama o da ne kadar bilemezsin. Dolayısıyla kızlarımızın kendi topluluğumuz dışındakilerle arkadaş olmasına izin veremeyiz. Bu mümkün olamaz.”

Dış ses: Dünyanın ekonomisini, ticaretini elinde tutan, özelliği bu olandan başka türlü takip beklenemez görüldüğü gibi. Salt paraya göre takip…

Halbuki genç, tam da sevda çağında…

Genç ısrarla devam eder konuşmaya; “babalar toleranslı olmalı. Her Müslüman tutucu, yobaz değil. İnsan, çağdaş olanları var ve…” Susturulur…

Genç hala ısrarlı: “Gençlerimiz, kızlarınız da başkalarıyla arkadaş olmalı, evlenebilmeli,” diyen gencin sesi, sözü tekrar hemen kesilir, susturulur.

Tanınmış gazeteci yazarlardan bir başka kız babası; “bize empatik olmalılar. Haklarımız düşünülmeli, verilmeli. Ötekileştirilmemeliyiz, bize hoşgörülü olunmalı” diyerek kendisi için taviz isterken bu sözler karşısında asla taviz vermiyor. “Kes, orayı karıştırma, orada dur, derinlere inme.” Diyor, sert bir ses rengiyle.

Anlatıcı; son yıllarda çok kullanılan “ötekileştirilme, ötekileştirme” sözcüğüne çok takılıyorum. Bunu kullananlara bakınca aslında kendilerinin ötekileştirdiğini görüyorum. Hani, “insan ne ise karşısındakini öyle görürmüş,” misali…

Film grimsi yeşil bir dumanla doldurulmuş, taşların aralarından yeşil yeşil otların çıktığı uzun dar bir yolda başlar…

Tıpkı hapishane kapıları gibi yüksek, demir kapılar yakın çekime alınır, izleyenler etkilensinler diye… Resmi kıyafetli biri, “durun, hemen giremezsiniz, buradan yerin altına inmek o kadar kolay değildir. Bir başka dünyaya geçmek uçmakla olmaz. Yavaş adımlarla olur. Düşünerek, düşleyerek olur.” Diyerek kapıyı hemen açacağını zannedenleri uyarır. Uzunca bir bekleyişten sonra kapı açılır. Önlerine bir kapı daha çıkar. Elektronik kontrolden geçtikten sonra üçüncü kapıya gelinir… Nihayet o da açılır. Karabasan bitmiştir. Bembeyaz ferah bir salon onları beklemektedir, siyah kabus kapılarından sonra.

Bir başka sahneye geçilir. Gençler elele Umberto ECO’nun “Gülün Adı” filmine girerler. Sinemadan sonra kitapçıya uğrarlar, Ayşe Kulin’in “Sevdalinka” isimli romanını alırlar. Ve “Amen” filmine giderler. Daha sonra “Şindlerin Listesi” filmine gitmeye karar verirler. Ve riske atılıp Gazze filmi çekmeyi hayal ederler. Filmin bazı sahnelerinde Yossi Lemel’in afiş tasarımlarını, bazı sahnelerde de Ben Heine’in karikatürlerini kullanmayı düşünürler…

Dış ses: Filmler farklı dinlerden gençleri daha da kaynaştırır. Çünkü her ulusta olumlulukta vardır, olumsuzlukta. İyi insan da vardır, kötü de… Her ulusta dini kötüye kullanan da vardır, iyi niyetli olan da.

Bu sahnenin amacı: İnsanlığa düşen; olumlu olanlarla, iyilikle buluşmak...

Bir başka sahne: Resim, yontu sergisi… Konusu: Din… Dinin resmi yasaklaması değil, tam tersine insanı mutlu etmesi gösterilir bu sahnede, farklı dinlerden kaynaşan, gülümseyen insan yüzleriyle…

Anlatıcı; “dini inançların, din öykülerinin, mistisizminin, mitlerinin resimlenmesi, yontuya dönüştürülmesi ne hoş, ne rahatlatıcı, ne insancıl ve ne çok paylaşmayı bünyesinde taşıyor. Harika…

Başka bir sahne: İnternette yazışma… Çok tanınmış, değerli mimar yazar. Cumhuriyeti yerden yere vurur, her yönüyle başarısız olduğunu anlatır.

Yanıt olarak; Köy Enstitülerinden bahsedilir, büyük başarı olduğu anlatılır. Cumhuriyete çok yönlü bakmak gerekirliliği vurgulanır. Yanıt gelmez, verilmez...

Bir başka sahne: Toplantı bitmiştir… Cumhuriyeti bütünüyle başarısız bulanlardan toplantıyı yöneten hocaya yaklaşılıp soru sorulur.
—Köy Enstitüleri ile ilgili araştırmalarınız var mı?
—Hayır, yok. Araştırmadım.
— Anlamıştım konuşmanızdan bu konuda araştırma yapmadığınızı. Ayrıca farklı düşüncede olanları da bu toplantıya davet etmeliydiniz.
—Farklı fikirlerdeyiz.
—Hayır, tamamen sizden ayrı düşünen biri gerekli... Tabii zarif olan… Farklılığınız aynı kapıya çıkıyor, aslında birbirinize çok benzeşiyorsunuz.

Dış ses: “Ne kadar önyargılı, tek yönlü düşünülüyor, empatik davranılmıyor. Karşısından hoşgörü bekleyen hoşgörüsüzlerle nereye gidilir, ne çözülür?

Bizim gençlerden öğreneceğimiz çok şey var, sevdalarını, heyecanlarını güzellikle yaşayanlardan…

Gençler benim umudumdur… Ya sizin?

Umarım gençlerimiz bütünden koparılmaya devam edilmezler. Öylesine pırlantalar ki…”

Başka bir sahne: SEVGİ… Yıllar önce Russel’in deneysel bir filmine gider kalabalık genç grup. Filmde “İnsanı, insanlığı sevgi kurtarır.” Teması çok güzel işlenmiştir.

Bir başka genç konuşur. “Her şeyi sevgi ile çözeriz.” Salondan alkışlar yükselir.

“Bir iyilik yapmaya çalıştım, karşımdaki çok şaşırdı ve kabul etmedi ama kabul edenler olabilir.”

Anlatıcı: “Daha şaşırmayacağı karşılıklı, salt kendisinin vereceği değil de, karşısındakinden de alacağını zaman içinde deneyimleyeceğini umuyorum. Yeter ki Almanya’da bazı Türklerin yaptığı gibi yaşadığı ulusun insanlarından uzak durmasın.”

Bir başka genç: “Avustralya’da okuyorum. Bir insan nerede yaşıyorsa oranın dilini bilmeli, öğrenmeli ve konuşmalı.”

Dış ses: “Katılıyorum. İnsan Fransa’da yaşıyorsa Fransızcayı öğrenmeli. İtalya’da yaşıyorsa İtalyanca bilmeli, İngiltere’ye yerleşmişse İngilizce konuşmalı. Türkiye’de yaşıyorsa Türkçe bilmeli, konuşmalı.

Bir büyük…

Dış ses: “Fransızlık, Yahudilik, Almanlık, İtalyanlık, İngilizlik vs. gelir geçer değildir. Türklük de gelir geçer değildir, tıpkı söyleyenin dini, ulusu gelir geçer olmadığı gibi. Türklük gelir geçer olursa söyleyenin de gelir geçerliği söz konusu olur. ‘Ben varım Türk yok, Fransız yok, İspanyol yok, Afrikalı yok, Iraklı yok!’ denemez, denmemeli… Tabii burada ırkçılık söz konusu değildir. Söz konusu olan çeşitliliğin, çok kültürlüğün, çok renkliliğin herkesçe kabul edilmesi gereğinin yaşamı zenginleştireceğini vurgulamaktır. Ve karşımızdakinin varlığını kabul ederek saygı duymamızın anlatılmak istenmesidir. Eğer, ‘ben ve benim ulusum, dinim var sadece’ derseniz yok saydığınız ulusun ulusallığı da, dini de daha çok öne çıkar. Her şey karşıtlığını doğurduğuna göre…

‘Herkes bana hoşgörülü olsun, beni ötekileştirmesin,’ derken sen ötekileştirerek suçu karşındakine atıyorsun… İşte asıl sorun burada. Başkalarına da bakmak değil, sadece kendini görmekte yatıyor bencilliğin boyut açmazı.

Ve yaşadıklarımıza bakalım. Bu eleştiriyi yapanlar farklı düşündüğünüzü gördüğünde yazılarınızı yayınlamıyorlar. O yazı kendileri için de iyi, yararlı olsa bile. Ortak çalışma yapılamıyor, aynı düşünceye sahip değilseniz, bir projede aynı düşünseniz bile. Tabii istisnalar var. İyi ki var. İşte o zaman yaşam anlamlanıyor.” İstisnalardan harika sahneler araya girer…

Bir başka sahne… Burada Nuri Bilge Ceylan filmleri gibi sahneler yavaş, fotoğrafik… Savaş fotoğrafları, gelip gider bir yandan, bir üstten…

Ve bir alıntı…

“Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz? Başkalarının Acısına Bakmak, kesintisiz görüntü bombardımanının tüm hayatımızı kuşattığı bir çağda…”
Başkalarının Acısına Bakmak - Susan Sontag - Agora Kitaplığı…

Anlatıcı:“Birçok değerli Ermeni öğrencimizle, birçok değerli Türk öğrencimiz yan yana oturuyor, sıralarda, anfilerde, atölyelerde… İyi geçiniyor, birbirlerine yardım ediyor ve en önemlisi birbirlerini anlıyorlar. Onları böyle güzel bırakalım, ruh sağlıklarıyla oynamayalım, şahsi hırslar yüzünden…

Yaşam farklılıkların yanyana gelmesiyle anlamlı ve çok güzel.

Son sahne:

Ağır ağır açılan 3 kapıdan bekleye bekleye dışarıya çıkarlar şekerlerini alarak… Ağaçsız iç içe beton yığını apartmanların arasında kalan dar yolu bulamazlar… Çünkü yol dere olmuş akıyor, bulanık bir suyla… Hani su yeşil mavi olsa, Venedik gibi sandallarda otursalar, diye hayal ederler, dışarıya çıkanlar. Ama ağaçsızlık ve yanlış, çarpık kentleşme onları bulanık suyla baş başa bırakır. Yanlarında sadece hayalleri vardır…

Birden su mavi yeşil olur…

Evet, o kendini anlamasını istiyor, ötekileştirildiğini hissediyor… Onu dinleyen, takip eden de kendini ötekileştirilmiş hissediyordu. Bu durumda iki tarafa da, başkalarının acısını yaşamak kalıyordu hoşgörü sularında…

Su rengarenk olur…


14 – 09 – 2009

Tülay ÇELLEK








<< Geri Dön [Okunma: 2622 ]


[ Yukarı çık ]    



© Her hakkı saklıdır.