Bir yontu hareketlense, çoğalarak İstanbul olsa...
“Ben Anadolu” oyunundaki Yıldız Kenter gibi…
Ve yaşanası Yiğidim İstanbul, "işte buyum," dese...
Ben İstanbul’u karanlık ağlarınıza çekmeseniz
Yaşam sürekliliği sağlayan yeşilimi kesmeseniz
Kısa ömürlü, gösterişli şeylere milyarları aktarmasanız...
Türküm, Rumum, Ermeniyim, Kürdüm,
Aleviyim, Almanım, Fransızım, İngilizim, İtalyanım...
Ben İstanbul’um; her şeyim, rengarengim...
İstanbul’u bir kumaşın desenlerinde görseniz,
Bir vapurun dalgalarına çevrimleseniz farklılıkları, renkleri
Bir müziğin ezgilerinde hissetseniz ben İstanbul’u
Bir tabloya hayat verseniz, oradan baksanız bir de İstanbul’a
Bir motifte beton olmaktan kurtarmanın yollarını gösterseniz herkese
Ağaçlarımın dallarından yaratsanız yeniden ben İstanbul'u...
*
Reklam - tanıtım değince vurucu, hemen anlaşılan ancak formül gibi değil, farklı, az, öz, sade vb. şeyler akla gelmelidir öncelikle... Bunlar sanatsallık adına uzatılabilir, çoğaltılabilir… Bir de olayın işlevsellik tarafı var. Estetik nasıl, işlevsel tarafla neyi, ne yapılmak isteniyor, bu gösterilir. Amaçlar birden fazla olabilir. İstanbul tanıtılırken, insanların dinleri üzerinden getirim amaç edinilebilir...
İstanbul'un tanıtım filminde kullanılabilecek çok şey, çok kavram var. Tabii ki camileri, kiliseleri vs. yadsınmaz. Önemli olan onların ne boyutta, hangi amaçla veriliyor, sergileniyor olması. Salt ve öncelikli dini amaç taşımayan bir başka çekimde, bu yapıların insani tarafı, sanatsal tarafı - mimari tarafı, felsefi tarafı öne çıkartılır... Ve farklı dinlerin birlikteliği bu vesileyle anlatılmış olur. Aynı konu çekiminin binbir çeşidi vardır...
Siparişi alan tasarımcı, sanatçı, yönetmen vs. siparişi veren müşterisine bir şekilde bağımlıdır. Şurası gerçek ki İstanbul salt dinlerle, din bazında tanıtılamaz, anlatılamaz.
Çağ, yapma çağı değil, adeta satma çağı. Kötü bir ürün çok iyi pazarlanabilir, reklamı yapılabilir. Burada önemli olan dürüst olmaktır.
İstanbul demek; deniz, vapur, martı demektir… İstanbul demek; çeşitlilik, başlı başına bir dünya demektir… İstanbul demek; mavi, yeşil ve çiçek demektir… İstanbul demek; sanat demek, yaratmak demektir…
Nerelerden İstanbul’a bakmak? Martının kanadına takılıp bakmak… Bir vapurun arkasında oluşturduğu dalgaya takılıp bakmak… Vapurda çalan müziğin ezgisine takılıp bakmak… Bir uçurtmanın kuyruğuna asılıp bakmak bir aşağılara, bir yukarılara…
Hareketli görüntüleri zaman zaman durdurup İstanbul’da yaşayan fotoğrafçılara, fotoğraf sanatçılarının fotoğraflarına yer verilebilir. Zaman fotoğrafta durdurulabilir… İstanbul’a bir de o kadrajdan bakılabilir… Bir karikatüristimizin muzurca güldüren çizimlerinde gezilebilir İstanbul… Semih BALCIOĞLU’NUN “Güle Güle İstanbul”’unun yanına “hoş geldin İstanbul” oturtulabilir… Utku Varlık ışığı ile aydınlatılabilir İstanbul, tablolardan taşarak… Ve burada yaşayan her ulustan sanatçının yapıtına yer verilebilir, film karelerine dağıtarak. Çok seslilik budur…
İstanbul'un çeşitliliği salt dini müzikle değil, her ulusun bağrından çıkan müzikle anlatılabilir. Çok sevdiğim Rum müziği ve Türk müziği dinliyorum. Böyle de İstanbul'un çok renkliliği, çok sesliliği, farklılıkları ve güzel güzel bir arada yaşanması betimlenebilir... Yoksa kul ile tanrı arasında olması gerekenleri reklam filmi yapmak değildir, İstanbul’u anlatmak. Her dine saygımız var. Ama dinin çıkar adına kullanılmasına karşı çıkılmalı… Tabii İstanbul dinlerle de tanıtılabilir, özellikle dini siyaset ve ticaret aracı yapanlarca...
Betonlaşmanın sıkıntısından nasıl kurtulunur da İstanbul soluk alır? Filmde her yerden fışkıran yeşilliklere dikkat çekilebilir… Dallar uzatılır film karesine dönüşür, Nuri Bilge CEYLAN’ın yaratıcı sessizliğinden çıkan fotoğraflarla, filmlerle seslendirilir, ses kazandırılır.
Yeşilliğe, ağaçlara dikkat çekilebilir, çarpık betonlaşmaya karşın onların güzelliği, gerekliliği gösterilebilir... Bu arada vapurlara başrol oyunculuk düşebilir. Güzel de olur. Vapurda akordeon çalınır. Akordeonun sesine renkler takılır, kuşlar takılır, İstanbul takılır… Bunlar çağımızın teknolojisiyle çok kolay yapılır...
Bir çocuğun oyuncağı sokaklara koşsa, İstanbul'u dolaşmaya başlasa, ardına her dinden, ırktan çocuklar takılsa... İşte birliktelik örneği...
Dalından koparılmış bir gül, bir lale, bir menekşe ayaklansa güzelim boğazımızın denizine kendini atsa, yüzerken hayaller kursa nasıl görür, nasıl gördürür İstanbul’u?
Bir yaşlının yüzündeki her çizgi İstanbul’da bulunan farklı yapılara, yapıtlara dönüşse yavaş yavaş... Yılların biriktirdiği yüz İstanbul olsa…
İstanbul’un sevdalılarına yer verilse, en önemli özelliği olan... Gün batımını seyreden aşıklar üzerinden anlatılsa İstanbul… Ada tatilcilerinin gözünden bakılsa İstanbul’a.
İstanbul bir içim su olsa, nergise dönüşse mis gibi koksa… İstanbul kuvvet olsa, korusa güzelliği, güveni...
Yıllar önce Sıraselviler’de Sinematek diye bir yer vardı. Orada gittiğim birçok filmi unutmadım. Bunlardan birisinin senaryosu şöyleydi; İtalyan faşist partisi halk tarafından çok sevilen bir müzik topluluğuna plak doldurtuyor. Plağın bir tarafına halkın sevdiği ezgiler konuyor, diğer tarafına da faşist partinin söylemi - müziği... Ve bu plak tüm halka dağıtılıyor.
Yiğidim İstanbul, çıkarcıların, din bezirgancılarının, siyaseti ranta dönüştürenlerin olamayacak kadar güzel ve bizim. Ve herkesin...
Eski tarih: ?
26 – 08 – 2009 / İSTANBUL
|