Çevreyi sevmek emek ister…
Çevreyi anlamak gerek…
Ve çevreyi hissetmek…
Yürümek kafamı da, vücudumu da rahatlatıyor… Bunlar içimden kurduğum cümlelere yansıyor… Bilgisayar karşısında oluşturduğum gri cümleler mavileşiyor, yeşilleniyor, allanıyor, pullanıyor.
Gezi yolunda oturulacak banklar etrafında serpilmiş çekirdek kabuklarına şahit olduğumda durum değişiyor… Sözcükler güzel anlamlarını kirli anlamlara bırakıyor bir an… Çünkü şık giyimli, süslü hanımlar yiyip yiyip kabuğu ayaklar altına atıyorlar… Aynı şeyi beyler de, gençler de yapıyor.
Bir keresinde dayanamayıp, şıklıklarını anımsatarak yaptıklarının bununla uyumlu olmadığımı söylediğimde yakınlarda çöp kutusu olmadığını söylemişti birisi. Hemen iki üç adım ilerisinde çirkin, kirli, ağzı açık bir çöp konteynırı vardı halbuki. Üstelikte ilk defa yanındaki hanımın naylon poşete kabukları attığını gördüm ve gösterdim… Daha önce de yine kibarca yaptıklarını eleştirdiğim hanımlar, nereye atacaklarını sormuşlardı…
Bu bankların yanına ağzı kapalı şık çöp kutuları koyulmalı…
Tasarımcılar gündemi takip etmeliler.
Bazı lokanta vb. yerlerde sigara içilmediği için küllükler kaldırılmış.” Koyarsak içiyorlar,” diyorlar. Ama elimizdeki küçük çöpleri koyacak yer bulamıyoruz. O nedenle tasarımcılar masa üzerine konulacak küçük, sevimli, şık, renk olarak hoş çöp kutucukları, çöp kapları, küllük, yerine çöplük tasarımı düşünmeliler ve yapmalılar…
Bir gün belediye otobüsündeyken iki üniversiteli genç meyve sularını içtiler, şoför durakta kapıyı açınca kutuları durağa atıverdiler. Dayanamayıp, “İstanbul açık çöplük değil gençler,” dedim. Özür dilediler…
Yine yürüyorum, deniz kokulu rüzgarı yüzümde hissederek… Ama bir de görsel kirliliğe şahit olarak…
Spor yapmak için aletler yapılmış yürüyüş yollarına… Leonardo “sevmek bilgi ister,” demiş. Bunun gibi bazı şeyler de kültür, bilgi istiyor. Bazı hanımlar yürüyüş kıyafetleriyle değil o tuhaflıkla bu aletlere biniyorlar, vücudu daha önceden alıştırmadan, ısıtmadan… (Sayın Kürşat BAŞAR’ın programında söylendiği gibi…) Tabii konuşmaları da buna koşut. Sonradan görmelik, cahilliklerini 3, 4 yaşındaki çocuklarına kadar uzatarak…
Bunların varyasyonlarını eğitim alanlarında da görmek mümkün ne yazık ki… Atölyedeki bir ders biter, arkasından sizin dersiniz başlar. Atölye açık çöplüktür… Tuvalete girersiniz lavabonun üstü kullanılmış kağıt mendil, pencere kenarı içilmiş meyve suyu kaplarıyla doludur… Eğitim içinde yapılır bunlar…
Yine yürüyorum… Tam “Yaşasın deniz kenarında temiz havayı koklayacağım,” derken bir sigara dumanı mahvediyor her şeyi… Hemen etrafımdaki renkler grileşiveriyor.
Denizi seviyorum… Atılmadık kalmamış; naylon torbalar, kutular, şişeler başı çekiyor…
Yürürken kuşlara yem atanları görmem hemen özgürlüğü, yardımı çağrıştırıyor. Okutulması gereken çocukları, gençleri anımsatıyor…
Aborjinleri anlatan bir roman okumuştum. Doğadan aldıklarıyla müzik yapıyorlar sonra aldıklarını incitmeden yerine koyuyorlar… Bizde sözler vardır, “ayı yattığı yerden belli olur.” “Aslan ininden anlaşılır.” Diye. İnsan neyinden belli oluyor? Yere attığı çekirdek kabuklarından mı? Kirlettiği denizden mi? Yaptığı eleştirilerden dolayı sokuldukları hapislerden mi? Kirletilen kıyafetlerinden mi? Yok edilen nezaketinden, görgüsünden mi?
İnsan neyinden anlaşılır? Çevreyi temiz ve güzel tutmasından, duyarlılığından, sorumluluğundan, paylaşan yüreğinden, düşünen beyninden, sanattan, kitaptan, bilimden… Bunlar o kadar çok ki…
Mavi bir günaydın yolluyorum sabahınıza
Yüreğimin temizliğini de gününüze...
22-05-2009 / İSTANBUL
|