05 – 09 – 08 Pazar sabahı, bir çok pazar sabahı gibi ama bu defa daha da erken, saat beş bucukta ev sahibimin televizyonu açmasıyla uyandım… Sesi oldukça yüksek, sanki aynı odada açılmış gibi… Araya daha da yüksek bir şekilde Türk Sanat Müziği giriyor. Daha önceki pazar günleri sadece Türk Sanat Müziği olurdu, sabahın altısında, yedisinde… Üstelik akşam genelde olduğu gibi erken yatmıştım… O zamana kadar olmayan sesler başladı yine. Yani hızla, özellikle yere vurarak yürümek ve bir şeyleri çekmek… Ev sahibim birkaç kez kavga etmek için uğraştı ama kendisiyle asla kavgaya girmedim… Burada birçok kişiyle kavga ettiğine şahit olmuştum… Üstelik iznim olmadan evime de girmiş. Halbuki akşamları mutlaka evime geliyorum. Bir polisin önerisiyle anahtarı değiştirdim.
Evden sabah çıkıyor, akşam geliyorum, her gün fakülteye gidiyorum… Ev kiram, elektrik, su, telefon, doğalgaz maaşımdan otomatik kesiliyor… Dolayısıyla bu konuda hiç sorun yaratmıyorum.
Dürüst bir insan olduğum için de özel yaşantımda bir problemim yok… Buna karşın ev sahiplerimden bir demet sunacağım hoş olamayan… Bir arkadaşım “senin bu ev olayın roman olur,” demişti… Ben de, “dizi olur, dizi olur” diye yinelemiştim. Gerçekten İstanbul’da ev bir sorun…
İstanbul’a atandığımda sağolsun ev bulana kadar bir arkadaşımın evinde kalmıştım… Sonra onun oturduğu semtte bir ev bulduk… Ev sahibim başta, “eğer kirayı ödeyemeyecek durumda olursan sakın canını sıkma sonra verirsin,” demişti. Bunu asla yapmadım, her ay vaktinde kirayı yatırdım… Sonra rahmetli Özal hükümet kurdu. Ve “depozit parası” diye bir şey çıkardı… Hiç unutmuyorum o başta çok anlayışlı olan ev sahibim Özal’ın bu politikasından sonra canavar kesilmiş, kışın ortasında eve gelerek, “çık” demişti. “Ama ben hiçbir şeyi aksatmıyorum, neden çık, diyorsunuz” dediğimde, o hiç unutamadığım karşılığı vermişti. “Senin depozit paralarından haberin var mı, evden çık, ben yeni kiracıdan depozit alacağım,” demişti. Bu dünya ona da kalmadı… Üstelik kefenin cebi yok… Giderken götürülmüyor.
Okullarım nerede, benim ev orada… Yeni açılan bir okula idareci olarak atandığımda evimden gidip gelmek çok zor olmuştu. Zaten geceleri çocukların başında kalıyor, eve temel gereksinmelerim için gidiyordum… Neyse bir dostumun yardımıyla okula yakınca olan bir yerden ev tuttum. Bir psikiyatrısın eviydi. Altta kendi oturuyordu. Eve girer girmez bir önceki kiracının elektrik parasını ödetti. İtiraz ettim. Parayı zor almıştım… Ev çatı katı, 2 oda. Ve kocaman bir teras… Çatısı akıyor. Üstelik de tam lambanın bulunduğu yerden. Bunu defalarca kendine ilettim. Eşi bile rahatsız olmuştu, “tehlikeli, bak elektrik çarpar,” diyordu. Ama Doktor Bey çatıyı yaptırmaya yanaşmamıştı bir türlü… Onun bana tek katkısı psikolojiyi çok sevdiğim için önerdiği bir kitabı almam olmuştu, sosyal psikoloji ile ilgili…
Okulum karşıya taşındı diye evi de karşıya taşımak zorunda kalmıştım. Bir tanıdık vasıtasıyla bulduğum evde yine hiçbir şeyi aksatmadım, ödemelere dair… Ama belirli bir süre sonra sürekli “çık” demeye başladı… Eve girdiğimde o apartmanın en pahalısıydı oturduğum ev… Kira artırımını da yönetmeliklere göre yapıyordum… Ama ev sahibime az gelmiş olacak herhalde ki durmadan “çık” demeye başladı. Nedenini sorduğumda, “emekli oluyorum, ben yerleşeceğim,” demişti… Bir gün iş yerine telefon etmiştim. Şimdi nedenini anımsamıyorum, ama laf arasında, “emekli oluyormuş” dediğimde telefona bakan hanım, “hayır yok böyle bir şey, emekli olmayacak,” demişti. Bunu kendisine söylediğimde ne çok kızmıştı. Bir dayak yemediğim kalmıştı… Sonra basında oğlu ile ilgili olumsuz şeyler yer alınca korkudan hemen çıkmıştım, başıma bir şey gelmesin diye… Ev uzun süre boş kalmış. Kendisi taşınır taşınmaz da vefat etmiş…
Bir arkadaşla ev aradık ve yine aynı yerden ev bulduk… Kız kardeşi ile kontrat yapmaya gittim. O kadar kaba ki… Ama seçeneğim yok, evi mecburen tuttum. Yine hiçbir şeyi aksatmadım. Ve yine belirli bir süre sonra her kira artırımında “çık” demeye başladılar… Bu yüzden evi toplamış uzun süre toplu yaşamak zorunda kalmıştım. Yalan konuşuyorlardı, nedenini sorduğumda, “biz geleceğiz” gibi… Çıkmıyordum ve onlar İstanbul dışından gelmiyorlardı. Ama son “çık” deyişleri çocuklarının okul kazanması nedeniyleydi. Ben de zaten toplu evde yaşamaktan bıkmıştım. Bir de bu sefer çok sıkıştırmışlardı.
Üniversitenin genel sekreterine gidip durumumu anlattım. Ev arıyordum ama koşullarıma göre bulamamıştım ve çok zor durumdaydım, “lojmanda kalabilir miyim,” dediğimde sağolsun “seni dışarıda bırakmayız,” demişti. Sonra genel sekreter değişti.
Son yıllarda hiç bu kadar ağladığımı anımsamıyorum… Üniversitenin lojmanında yıllarca oturanlar vardı. Ve öğretim elemanlarına 3 yıldı kalmak… 2 yıl lojmanda kalmıştım. Bir tatil dönüşü kapımda karakoldan gelen bir kağıt buldum. Evden çıkarılmam polis yoluyla yapılıyordu. Ben bu ülkeye otuz yıla yakın hizmet vermiştim. 8 yıl MEB deki okulda idarecilik yapmıştım, canla başla çalışmıştım ve lojmandan yararlanmamıştım… YTÜ ye geçince resmi görev verilmemişti yani idareci olmamıştım ama Sanat ve Tasarım Fakültesinin tüm idari işleri ve kütüphanenin kurulması üstümden geçmişti bu konuda deneyimliyim, sorumluluk sahibi ve çalışkanım diye… Ve yapılana bakınız, karakoldan çağrılıyorum. Karakola gittim. O genç polislerin karşısında kendimi tutamayıp ağlayışımı hiç unutamayacağım. Yazık, Polis Bey beni teselli etmeye çalışıyor, “Hoca Hanım biz size bir şey yapmadık, yapmayız da sadece bize emir verildi, görevimizi yerine getiriyoruz,” diyordu son derece nazikçe ve ezilerek. Ben de tutamadığım gözyaşlarımın arasından yanıt vermeye çalışıyordum, “kusura bakmayın lütfen, zaten tavrım size değil. Bu çok onur kırıcı bir şey, ben hırsızlık yapmadım, kötülük yapmadım, namussuzluk yapmadım bu karakolda işim ne, bu çok ağırıma gidiyor, kendimi tutamıyorum,” diyordum hıçkırıklarla… O zaman annemin ilk defa bunu duymadığına çok sevinmiştim. Halbuki onu kaybetmek benim için o kadar büyük bir acıydı ki… Ama eğer duysaydı kahrından ölürdü… Fakat lojmanda oturmamın bir yararı oldu. Kira çok az olduğu için o parayla dizüstü bilgisayar aldım…
Nihayet şans eseri bir ev tuttum. Bunu genel sekreterliğe de bildirdim… “Bu hafta taşınacağım,” dedim Genel Sekreter Beye… Nitekim yeni ev sahibine de söyledim, kamyon da tuttum… Ama memleketten bir haber geldi. Bu sefer babamı kaybetmiştim. Memlekete gitmeden önce Genel Sekretere telefon açıp, babamın vefat ettiğini o nedenle bu hafta taşınamayacağımı, çünkü cenazeye gideceğimi, söyledim. O da “tamam, gidebilirsin, olur.” Dedi… Sonra ne oldu? Memlekette cenaze evimde bir telefon aldım, genel sekreterlikten, “lojmandan çık” diyorlardı… İşte o zaman kendimi tutamadığımı anımsıyorum. Sekreter hanıma, “ben Genel Sekretere babamın öldüğünü söyledim, evi tuttum tam taşınacaktım ama babamı kaybettiğimi kendisine söyledim, cenaze evime telefon açıyorsunuz, artık bu kadarı ayıp değil mi?” Diye bağırdım… Tabi İstanbul’a gelince Sekreter Hanımdan özür diledim, yüksek sesle konuştuğum için. Çünkü onun suçu yoktu, ona emir verilmişti. Hakikaten birkaç kez ondan özür diledim… Ama bu olay beni çok acıttı…
Ev sahibim koridorda “kızım evlenecek” dedi sadece… İçimden, “herhalde başka çözümleri var ki, kızım evlenecek şu zamana kadar oturur, çıkarsın,” demedi diye düşündüm… Bu bir taktikmiş meğer, ne bileyim… Ben bir eve 2 yıl için giremem, dünya kadar masraf ve her taşınış eşyaların mahvolması demekti… Ama ısrarla, “kızımız evlendi çık,” dendi… Midem bulandı gerçekten. Dürüst bir şekilde başta söyleyebilirlerdi, ben de bu son derece rutubetli eve girmezdim… Yine ev topla ve yine ev ara… Koşullarıma uygun ev bulmak zor… Bu sefer tekrar Trakya yakasına geçmek istedim, çünkü üniversite bu tarafta… Ara ara ev yok, istediğim gibi… Bu arada ev sahibi ne denir, bir şey çekti resmi olarak “çık,” diye… Fakat bu ev sahibim özellikle tamir edilecek şeylerde yardım etti. Kat kaloriferine ilişkin bilgileri verdi ve gereğini yaptı… Bu konuda yardım eden tek ev sahibimdir. “Yiğidi öldür, hakkını yeme,” demişler… Bu evde yapılacaklar erkek kardeşim ve ağabeyim gelince yapıldı. Özellikle kardeşim Faik çok becerikli, bana bazen telefonla da bazı teknik şeyleri öğretiyor.
Yağmurlu bir gün… Hava soğuk mu soğuk… Zaten çok üşürüm. Ellerim, ayaklarım buz kesmiş. Migrenim tutmuş, yorgunluktan sürükleniyorum. Hava da kararmış… Artık resmen sürünerek son bir kez bir emlakçıya uğrayayım, buldum buldum yoksa eve döneceğim… “Şu tarafta bir ev var,” dedi emlakçı. Eşiyle birlikte evi görmeye gittik. Karanlıkta sadece bir salon iki oda gördüm, baktım eşyamı alacak, semti hiç bilmeden “tamam tutuyorum,” dedim. Ve hemen taşındım… İşte eski Türk filmi böyle başladı… İstanbul’a geldim geleli hayatım ev aramakla geçmişti zaten…
Çocuklar tam başıma gelecek şekilde inanılmaz sert bir şekilde top atıyorlardı her durağa gidişimde, adeta beynim yerinden fırlıyordu… Yolda yürürken bir grup genç mutlaka omuz atıyordu… Onları görür görmez yaya kaldırımından kendimi caddeye atıyordum, yine omuz atmasınlar diye… Ev sahibim malum girmeden önce vereceği bilgilerin hiçbirini vermemişti, girdikten sonra söylediği her bilgi kabusum oluyordu… Ve eve kadar mutlaka takip ediliyordum yaya veya arabayla… “Tamam” dedim “bu semtten sağlam çıkmayacağım…” Yine ev aramaya başladım. Zaten ev hayvanat bahçesi mübarek, bir de haşerelere maaştan özel ödenek ayırmak zorunda kaldım…
Neyse zaman içinde semt bana alıştı. Şimdi yukarıda saydıklarım yapılmıyor… Ben de onlara o kadar çok giysi ve eşyamı dağıttım ki… Helal olsun… Bu işleri daha önce annem yapıyordu… Ben uzun süre yapamadım doğrusu… Bu semtte bunu yaptım, melek annemin yaptığını…
Eşyalarımı yine topladım. Buradan çıkacağım. Servise duyduğum bir rahatsızlık nedeniyle binemiyorum. Ve bazı şeylere alışamıyorum…
05-09-08
|