Yıllar önce Kuruçeşme’deki İstanbul Mülkiyeliler Birliğinin Başkanı olarak tanımıştım Sayın Hüseyin ERGÜN’ü. O zaman yaptığı toplantı ve etkinlikler, İstanbul’a yeni gelmemin en büyük zenginliklerinden biri olmuştu kendileri… Ve zaman içinde Mülkiyeliler Birliğindeki etkinliklerin zenginliği, niteliği nedeniyle arkadaşlarımı da getirir olmuştum…
Bir kültür – sanat etkinliğinde değerli eşiyle tanışmış, oğlunun YTÜ de okuduğunu öğrenmiştim…
Aradan bir süre geçtikten sonra bir yahoo grupta – glopolitics - karşılaştık. Tabii liderlik özelliği ile kendisinin kurduğu bir gruptu. O zamanlar “dil” ve “küreselleşme” bağlamda tartışmalar çok hararetliydi… İkisi de, özellikle “dil” konusu, beni çok ilgilendiriyordu… Bu nedenle sadece internet ortamında yazışmakla kalmıyor arada bir toplanıp belirlenen konuları tartışıyorduk…
Yine aradan yıllar geçti bu sefer de kardeşi Sayın Gülseren ENGSTRÖM ile Sosyal Demokrasi Vakfının ortaklaşa düzenlediği “Eğitim semineri” nde karşılaştık.
“Demokratik Değerlerin Oluşmasında Basının Rolü” konulu bir konferans verdi. Konferans esnasında aldığım notları paylaşıyorum… Ayrıca düzenlemesi oldukça yaratıcı, sanatsal olan bir kitap yazdığını da öğrendim ve imzasıyla kütüphanemde yerini aldı değerli kitabı… “Bilişim Çağında Sol” Cem yayınları
Sözü, aldığım notlar çerçevesinde, Sayın Hüseyin ERGÜN’e bırakıyorum…
***
“Umudumuzun başta gelen kaynağı, insanların barış isteklerine, savaşa karşı olmalarına ve sağduyularına dayanıyor.” diyor Olof PALME. Palme’nin bu sözüne katılıyorum.
İnsan serüvenini doğru anlamak için tarihe bakmak gerekir. Tarihten çıkaracağımız en önemli sonuç “Böyle değildi böyle kalmayacak” sözüyle ifade edilebilir. Bizim dilimizdeki ‘böyle gelmiş böyle gider’in tam tersi, böle gelmemiş böyle gitmeyecek…
Her şey değişerek ve gelişerek buraya – günümüze kadar geldi. Bundan sonra da böyle gidecek.
İnsan toplumlarının yaşadığı uygarlık dönemlerini; toplamacılık, tarım toplumu, sanayi toplumu ve bilişim toplumu olarak başlıca dört ana evreye ayırabiliriz.
Toplamacılık, tarıma geçmeden önceki dönemi ifade eder; insanlar doğada buldukları ile geçinirler o dönemde. O dönemde herkes bulduğunu alır, ne mülkiyet ne hırsızlık kavramları vardır. Dönem güçle ele geçirme sürecini ifade eder. Müthiş bir vahşettir yani. Herkes bulduğuna el koyar, başkasının elindekini kopartır alır.
İnsanlık 10 bin yıl kadar önce tarım toplumuna geçince, yaşam yeniden biçimlenir. Mülkiyet, sınır, ilkel siyasi iktidar oluşumları belirlenir. Bu da zamanla tarihte okuduğumuz beylikler, derebeylikler, krallıklar, sultanlıklar, imparatorluklar şeklinde evrilerek devam eder. Bu dönemin kendine özgü bir hukuku oluşur, ama geniş yığınlar için bu dönem, yokluk, yoksulluk, kurumlaşmış zulüm dönemidir. Çünkü üretim azdır ve üretim azsa bölüşüm kanlı bıçaklı olur. On bin yıl kadar süren tarım toplumu değişimin yavaş olduğu bir toplumdu. Düz ovada yavaş akan ırmak gibiydi.
Sonra, 2-3 yüzyıl kadar önce, makineleşme başladı. Bu döneme sanayi toplumu diyoruz. Tarım döneminde düz ovada akan bir ırmak gibi yavaş yavaş gerçekleşen değişiklikler, bu dönemde hız kazandı. Yani ırmak, çağlayana dönüştü. İnsanlık müthiş değişiklikler yaşamaya başladı.
Son elli yıl, bilişim toplumunun uç verdiği ve egemen konuma geldiği sürece tanıklık etmiştir. Genç insanlar bu yeni toplumun içine doğuyorlar ve o nedenle yaşanan değişimi fark edemiyorlar.. Hani, balıklar denizde yaşar ama bunun farkında değildirler; eski deyişle “ol mahiler ki derya içredirler deryayı bilmezler”.
5 yaşındaki çocuk benden iyi bilgisayar kullanıyor. Çünkü bilgisayarı anne babadan görerek, kullanarak doğup büyüyor. Bu gelişim aşamalarını bilmezsek bugünü ve yarını doğru anlayamaz ve doğru yaşayamayız…
Bugün hayatımıza yön veren kurumların, değerlerin, kavramların tamamına yakını bu dönemde, son 2-3 yüzyılda, ortaya çıkıp gelişmişlerdir. Medya ve demokrasi kavramları da bunlar arasındadır.
Medya iletişim ortamıdır. İnsan insan olalı, işaretle, sesle, sözle, yazıyla, işitsel, görsel yolardan bireysel ve kitlesel iletişim kurmuştur. Bilişim çağında bunlara internet eklenmiştir. Kitlesel iletişim kavramı sanayi toplumuna özgüdür. Medya derken bundan söz ediyoruz. Kitlesel iletişimde bütün iletişim türleri kullanılabilir. Örneğin mitingler kitlesel-sözlü iletişime örnektir. Şu an burada sözlü iletişim kuruyoruz.
Sözlü iletişim, basım makinesi bulunana kadar egemen iletişim yoluydu. Sonra yazılı iletişim ortaya çıktı ve teknoloji geliştikçe bu iletişimde gelişti, zenginleşti, çeşitlendi. Yoğun bir şekilde kullanılmaya başlandı.
Basımevinin yanı sıra, radyo ve televizyon kitlesel iletişim araçları olarak, 20. yüzyıla damgalarını vurdular,..
Bilişim çağının ürünü olan İnternet tüm iletişim biçimlerini bünyesinde topladı. Önce ses, sonra yazı daha sonra işitseller ve görseller… Bilgisayarda –internette- bunların hepsi toplanmış vaziyette…
Demokrasi tarihsel bir kategoridir, geniş yığınların geçim, bilgi ve iletişim düzeyinin yükselmesinin bir türevidir. Geniş yığınların katıldığı demokrasi deneyimleri ancak sanayileşme ile başlamıştır.
O da bir adımda bugünkü şeklini almamıştır. Çok yakın zamana kadar İngiltere’de oy eşitliği yoktu. Başlangıçta belirli niteliklere sahip olanlar, belli bir miktarın üzerinde vergi verenler oy kullanıyorlardı.
Genel, eşit oy ve gizli oylama açık sayım esas olarak ikinci dünya savaşı sonrasının vazgeçilmez standartlarıdır.
Yine aynı şekilde, demokrasinin içeriği de zaman içinde değişmiştir. Başlangıçta, oyların çoğunu alan ulusal iradeyi temsil eder, o nedenle de uygun gördüğü her yasayı çıkarır, her kararı alır düşüncesi hakimdi. 2. dünya savaşından sonra bu anlayış değişti. “Çok oy aldım ben her şeyi yaparım” görüşünün bir çeşit çoğunluk diktatörlüğü olduğu görüldü. İktidarların, insan hak ve özgürlükleri ile hukukun üstünlüğüne aykırı yasaları çıkaramayacakları, kararları alamayacakları görüşü genel kabul gördü.
Bizde oyların çoğunu alan, her şeyi yapar anlayışı bir ölçüde de olsa halen devam etmektedir. Bu anlayış, 1950-60 arası iktidarını felakete götürmüştür. 1961 anayasası ile getirilen anayasa mahkemesi, yargı ve yargıç bağımsızlığı ve güvencesi, özerk kurumlar (üniversite, TRT, vb..) bu felaketten ders alınarak yasalaştırılmıştır.
Ne var ki, Türkiye sağı ve militarist çevreler insan hak ve özgürlüklerine dayalı demokrasi görüşünü asla benimsemediler. Anayasanın topluma bol geldiğini iddia ettiler. 1971 ve 1980 darbeleri ile bu güvenceleri geniş ölçüde budadılar. .
Demokrasinin dünyada genel kabul gören ölçütlere göre çalıştırılması gerekir. “Çoğunluk egemendir” derseniz medyayı da ona göre belirlersiniz. 1960larda “ispat hakkı” tartışılıyordu. İktidarın veya bir kamu görevlisinin yasaları ihlal eden bir yolsuzluğunu veya usulsüzlüğünü söylemek veya yazmak mahkemeyi boylamak demekti. İspat hakkı olmadığı için de ceza kesindi. Doğruyu söylemeniz ve bunu kanıtlamanız sizi kurtaramazdı. Ancak 1960 dan sonra “ispat hakkı” yasalara girdi.
Demokrasinin kalitesi ile medyanın özgürlüğü arasında yakın bir ilişki var. Eskiden 141 142 vardı, şimdi 301. madde düşünce özgürlüğünün tepesinde sallanan bir satır.…
Demokrasi ve medya ilişkisinde bir tartışma şu:
• Kamu yararı görüşü: Devlet kamu yararını temsil eder. Devlet bu alanda düzenlemeler yapmalıdır.
• Piyasa görüşü: Medyayı serbest bırakalım. İnsanlar, iyiyi doğruyu seçme yetisine sahiptir.
• Bugün, geniş kabul gören görüş, medyanın özgür olması ama insan hak ve özgürlükleri, kişi onuru ve belli etik değerlere de uymasıdır. Devlet, medyaya neyi yapacağını değil, hukuk çerçevesinde neyi yapamayacağını söyleyebilir.
Bu tartışma yayınların niteliği konusunda da yapılmaktadır. Örneğin, bir dönem arabesk müzik denilen tür, devlet kanallarında yayınlanmıyordu. Özel kanallar açılıp çoğalınca bunların kimileri arabeski yayımladılar. Zamanla arabesk müzik devlet kanallarına da girdi. Ama bir süre sonra toplum bu müziği dinlemez oldu ve yayın kuruluşları da yayımlamaktan vazgeçtiler.
Atatürk Türk Sanat Müziğini sevmesine karşın, onun zamanında radyolarda –yalnız devlet radyosu vardı- tek sesli müzik çalınmıyordu. Seviyeli, kaliteli kabul edildiği ve yaratıcılığı geliştireceğine inanıldığı için, çok sesli müziğin yayını yapılıyordu.
Başlangıçta gazeteler sansüre tabiydi. Yani basılmadan önce devlet memuru tarafından denetleniyordu. Sansür kalktı ama denetim çeşitli yollardan devam etti, ediyor.
Sıkıyönetim gibi, olağanüstü dönemlerde baskı askeri veya sivil otoriteler tarafından yasaklarla ve davalarla gerçekleştiriliyordu. Gazetecilere verilen birifinglerde neyi yazıp neyi yazmamaları gerektiği açıkça söyleniyordu.
1950-60 arasında, gazetelerde bazı sütunların beyaz – boş çıktığını ben biliyorum. Resmen sansür yoktu ama örtülü bir şekilde uygulanıyordu. .
Gizli güvenlik güçleri de medya üzerinde belirleyici olabiliyor ya da medyayı el altından yönlendiriyorlar.
Siyaset ve/veya çıkar gruplarının yalanları ve asılsız iddiaları da söz konusu olabiliyor ve medyada yer alabiliyor, zaman zaman. Bunları medya grupları bazen bilerek, bazen bilmeyerek yayınlıyorlar.
İktidar reklamcılığı bir başka hastalık. İktidara göre haber yapan medya çok sık rastlanan bir olgu. Medyanın iktidar ile çıkar ilişkileri olabiliyor. Devletin elinde geniş imkanlar, medya gruplarının işleri dolayısıyla düştükleri sıkıntılar veya açgözlülükleri bu ilişkinin zeminini oluşturuyor.
Öt yandan medyanın tekelleşmesi de beraberinde birçok sakıncayı getiriyor. Bunun da devlet tarafından düzenlenmesi ve düzenlenme biçimi geniş tartışma konusu.
Bir başka kısıt otosansür. Medya yönetimleri ve üyeleri kendi anlayışlarına göre, bir haber değeri tartışması yapmadan bazı haberleri vermiyorlar veya bir iki satırla geçiştiriyorlar. Bilgin ve Doğan grupları bir ara gazetelerini sadece birbirlerine vurmak için kullanıyorlar, ama karşı tarafın iddialarını bir satır bile vermiyorlardı.
Toplumda yerleşen kabuller de, yaygın eğilimler de medyayı etkileyebiliyor. Şu sıralardaki milliyetçi dalga ve bunu bir sonucu olan batı düşmanlığı gibi…
Yukarıdaki sakıncalar, medyanın bazı değerler çerçevesinde hareket etmesi düşüncesini uygulanabilirliğini sağlama çabalarını getirdi. Medya en azından nelere kesinkes dikkat etmelidir, sorusuna şu yanıtlar geniş kabul gördü:
* Medyanın şiddeti meşrulaştırmaması gerekir.
* Medya dil, din, ırk ayrımcılığı, kadın – erkek, vb.. ayrımcılığı yapmamalıdır.
* Haberleri çarpıtmamalıdır.
* Beyin yıkamamalıdır.
* Medya yayınlarını, etik değerleri dikkate alarak yapmalıdır.
Medya da içinde yaşadığımız ortamın bir parçasıdır. Bundan elbette etkilenecektir. Ama buna rağmen haberlerde tarafsız olması, yayınlarında yukarıdaki ilkelere uyması beklenir. En azından bu yönde sürekli çaba gösterilmeli, çıta devamlı yukarı çıkarılmalıdır.
Kaliteli, insan hak ve özgürlüklerine dayalı bir demokrasi için, özgür ve belli değerlere uyan, yüksek standartları olan bir medya eşsiz değer taşır”.
Hüseyin ERGÜN
***
Sayın ERGÜN’e bu güzel konferansı, bilgilendirmeleri için teşekkür ediyoruz.
27 – 05 – 2007 / İSTANBUL
***
Tülay ÇELLEK
Yıldız Teknik Üniversitesi
Sanat ve Tasarım Fakültesi
Sanat Bölümü Öğretim Görevlisi
Sanat Yazarları ve Eleştirmenleri Derneği
Sanat Yönetmeni ( SAYED )
http://www.tulaycellek.com
tcellek@yildiz.edu.tr
|